23 Mart 2010 Salı

"İdealimi kaybettim, hükümsüzdür..."


İdeal’in ya da ideallinin kelime anlamı nedir? İdeal, ülkü müdür? Yoksa ancak düşüncenin tasarlayabileceği bütün üstünlükleri kendinde toplayan mıdır?

Ya da felsefik anlatımla yalnız düşünceyle algılanabilen bir şey midir?

İdealizm: Bilgide, düşüncenin temel olduğunu öne süren, düşünceyi temel alan ve varlığı insan düşüncesinin oluşturduğunu, kurduğunu kabul eden öğretilerin ortak adı mıdır?

Elbette yukarıda yaptığım tanımlar bugün ansiklopedik bilgilerde yer alan ideal, idealli, idealizm bilgisinin felsefik açıdan anlatımıdır…

Birkaç yıl önce Cumhuriyet Bilim Teknik’in “Genetik Tartışma” bölümünde (CBT: 1095/9 – 14 Mart 2008) Tahir M. Ceylan “İdealin Kayboluşu”ndan bahsederek; “Bugün insan, ekmeği sahiplerince verilen, verilmediğinde ölen evcil bir hayvan olmuştur. Ama insanın kolay teslim olmasını beklemiyorum. Bunca kötülüğü ve hasarı temizlemek için dünyada yeni bir sol dalganın önü açılacakmış gibi duruyor” diyordu…

O günden bugüne geçen zaman içinde düşünüyorum da, böyle bir düşüncenin savlaması doğru olabilir mi? Gerçekten de ideallerimiz kaybolmuş mudur?

Şayet kaybettiysek, “Hükümsüzdür!..” ilânı vermemizin zamanı gelmiş midir?..

Yoksa yine de şartlar ne olursa olsun, ideallerimiz peşinde koşmaktan vazgeçmeyelim mi?..

Hadi gelin o günlerde yazılan bu yazıya şöyle bir göz atalım, günümüzün şartlarını da düşünerek ideallerimizin nasıl kaybolduğu konusunda yazarın düşüncelerini okuyalım ve ayrıca bu yazıya katılıp katılmama konusunu da kendi düşüncelerimize bırakalım…


Eskiden kim yaparsa yapsın, bir ideal için yapardı, hırsızlığı bile… Bir cinayet işlenirdi, “Bana şerefsiz dedi” derdi katil, “şerefim için vurdum”. Bir araştırma yapılırdı, “insanlık için yaptım” derdi bilim adamı, “gecelerce uyumadım, benliğimi insanlığa adadım”. Şimdi analar kendini çocuklarına adamıyor, dindarlar bile dinin en dünyevi şeklini yaşıyor.

Platon’dan beri insanlar kafalarında bir ideal (nesnelerden bağımsız bir düşünce) ile yaşamıştı. Özgürlük için ölmek, eşitlik için savaşmak, bir kadının hayaliyle beklemek, hep ideal için yaşamaktı.


İnsan ideali kendini yükseltmek için kullanır. İdealler, peşindeki insana değil, başkalarına hizmet eder, yani onun gerçekleşmesi için çabalayan, ideal gerçekleştiğinde bundan yararlanamaz. Onun için ideal sahibini, idealden yararlananlar yüceltip tanrılaştırır.

Teknoloji gelişip de insanın bir makine olduğu anlaşıldıkça ve şirketler insanları çalıştırırken bırak tanrılaştırmayı, insanlıktan düşürüp bir maymun yaptıkça, hem insan içinde kendini tanrılaştırma niyeti yaratamıyor, hem de ortaya çıkacak böyle bir tanrıya ötekilerin inanırlığı gerçekleşmiyor. İdeali ve ideal peşine düşecek insanı yeşertecek zeminin kayması aslında insanın kaybolması anlamına gelir. Bugün insan, tayını sahiplerince verilen, verilmediğinde ölen evcil bir hayvan olmuştur.


Bugünkü toplum “görünüm-odaklı (appearence-oriented) ve “utandırma güdümlü (shame-driven)” olarak tanımlanabilir. Bir genç babasından Levi’s pantolon isterken, toplumca görünür olmayı arzu etmekte ve onu giymediğinde itilerek utanır hale düşmekten korkmaktadır. Ayağında Levi’s olmadan içinde bir ideal taşımak, toplumca görünür hale gelmeye asla yetmemektedir.

Neden böyle diye soracak olursak, kaçınılmaz olarak şu sonuca ulaşırız. İnsana ideal satılamaz, ama pantolon satılabilir. Kapitalist sistemin yürümesi için insanların pantolon alması gerekir, onun için pantolonlar bugün ideallerden yücedir. Bir insan bedenini pantolonun süslediği gibi, insan ruhunu da süsleyecek nesne bulunsaydı eğer, hiç şüphe yok ki, kapitalist yapı onu da üretir satardı.


Merak edilmesin ama, o da gün geçmeden bulunacak ve bir idealin yeşermesi için korunan son nokta olan ruh da, görünüm odaklı toplumun işgaline kuşku yok ki uğrayacaktır. “Yeniden tazelenme (refreshing)” programları, her yerinden ticaret akan yoga merkezleri, en ücra köşelere geziler, ruhu da ticari meta haline getirmenin ilk adımlarıdır.

Buna rağmen hâlâ ideal taşıyan insanlar var ve hiç ideallerini bırakacakmış gibi durmuyorlar. Onların bir sahibi yok, dolayısıyla tayın alamıyorlar. Çevre örgütleri, Sınır Tanımayan Doktorlar, nükleer karşıtı gruplar ve daha niceleri ideallerini zor koşullarda da kaybetmiyorlar.


İnsanın kolay teslim olmasını beklemiyorum. Bunca kötülüğü ve hasarı temizlemek için dünyada yeni bir sol dalganın önü açılacakmış gibi duruyor. Yoksa iki asırdır büyük yıkım geçirmiş insanın onarımı sağlanacakmış gibi değil.

İnsanın bir özelliği de şudur: Ne lazımsa onu yapar. Yıkım lazımsa yıkım, onarım lazımsa onarım. Mark Twain, “Asla insanı şüpheye düşürecek bir yalan ve birini inandıracak bir gerçek söylemedim” demiş ve söylediklerinin etkisiz olmasını dilemişti.

Böyledir insan, toplamı her sıfırda tutmayı sever, kumarcılar kazandıkça oynar ve sıfırı tüketirler, zenginler mirasyedi yaratıp sonunda fakirleşirler. İnsanlık da öyle yapacak, yıktıklarını yapacak ve sonra tekrar yıkacak. Bu işin kahramanları yukarıda adı geçen örgütlenmelerle belli olmaya başladı. Kahramanlar ve caniler idealleriyle devirden devire geçişin öncüleridir. Voltaire’in dediği gibi çünkü, “Yiğitlik vicdansız hergelelerle, büyük insanların ortak özelliğidir.”

Bugüne kadar caniler yapacağını yaptı, şimdi sıra bilimin, felsefenin, edebiyatın ve daha başka basitçe hayatın kahramanlarının. Onların da yapacakları olacak, henüz ne idealler ne de insan öldü. Hatta idealler sayıca az insana yoğun biçimde kaldığından, az sayıdaki idealist insan, şimdilerde en koyusundan insan.


Pekâlâ göz göre göre nasıl bu duruma geldik? Sanırım sistem insanı en zayıf halkasından yakaladı: Bencillik. İnsan bencil olduğu için hiçbir moda davranıştan geri kalmamak uğruna, uzatılan havuçları yuttu ve kendini yok etti. Gelmiş geçmiş en büyük akıl olan Kant şöyle demişti: “Kendini sevmek, her zaman suçlu olmasa da, bütün kötülüklerin kaynağıdır.”

Sizler ne dersiniz bu konuda? İdeallerimiz gerçekten de bencillik yüzünden mi kayboldu acaba?

Ertan Yurderi

2 yorum:

  1. zenginliğin ilgi çekici yanı insanları kuşatmakta.Ve çoğu insan da zengin olmayı istemekte.Sol kesim halka yakın olmak zenginlerle arasına çizgi çekmek ve aralarında ki çelişkiyi artırmak için pahalı olmayan metalar aldılar.Fakat halk bunu anlamadı.Halk sol kesimi anlamak yerine zenginleri anladı,empati yaptı ve hep onlar gibi olmak istedi.Sol kesimin bireysel zenginliğe karşıtlığını bir küfür gibi algılayıp tamamen karşısında oldu.Bireysel zenginlik karşıtlığını kendi hayatına da tehtid olarak gördü.Bu yüzdendir ki kendisi de hep belki bilinçli belki bilinçsiz hep zengin olma beklentisiyle yaşadı.Ne kadar fakir olursa olsun bir gün zengin olma özlemi onun solculuğa karşı olmasını sağladı.Aynı zamanda kendisinden çok zengin olan kapitalistlere de onlar gibi olamadığı için hasetlik besledi.Halbuki zengin olsa onlar gibi davranacaktı.Onun için zenginlik bir idealdi.Bu yüzden solcuların halka yakın olmak bütünleşmek için yaptığı pahalı eşyalar kullanma alışkanlığı onu cezbetmedi.Bence bu yüzden solcularda kaliteli mallar kullanmalı ve solculuğun fakirliğin yüceltilmesi değil tam tersine kollektif zenginliğin amaçlandığı bir sistem olduğunu halka benimsetmelidir.Hem Eminönünden alınan mal kapitalist sisteme hizmet etmiyor mu?Onu üreten kişi belki de bugünün en kapitalist zengininden daha da kapitalist.Tabi şimdi kaliteli malları alarak kapitalistler güçlerine güç katıyor ama önemli olan zihniyettir bence.Ucuz mal satan kapitalist belki çok zengin değil ama onlardan da çok var.Bence sol kesimde halkı cezbetmek için kaliteli mallar kullanmalı.Halk böylelikle kurtuluşun bireysel zenginlikte değil kollektif zenginlikte olduğunu anlayabilmeli.Halk daha iyi empati yapacaktır eminim. seçkin yalçın
    twitter(@seckin_y) e-mail=seckinay1974@hotmail.com

    YanıtlaSil
  2. Sürü içgüdüsü ile hareket eden bireylerin kollektifliğe geçmesi hayali bizi ancak kısa bir süre sevindirir belki...

    Toplumsal cenahlarda saptadığımız bol ölçüde duygusal ve maddesel bağlanımların, kitlenin karakteristik özelliklerinden birini, yani kendisini yaratan bireylerdeki bağımsızlık ve girişim gücünden (inisiyatif) yoksunluğu veya kitleyi yapan bireylerin tepkilerindeki aynıtürdenliği veya empati yapma cesareti ve kabiliyetinin azlığı, bireylerin adeta kitle bireyleri düzeyine indiğini açıklayabilir.

    Bu tür kitledeki bireylerin duygularının ve düşünsel alandaki kişisel çabalarının tek başına söz sahibi olacak kadar güçlü bir karakter taşımadığı, bunun için öbür bireylerin aynı şeyleri aynı tarzda yinelemek zorunda olduğu gibi bir izlenime kapılmaktan da kendimizi alıkoyamayız...

    Dolayısıyla, toplumun normal yapısının ne çok bireysel bağımlılığı gerektirdiği, ne kadar az özgünlük ve kişisel cesaretin toplumda yer alabileceği, her bireyin kitle ruhu tarafından nasıl sıkı bir egemenlik altında tutulduğu ve bu egemenliğin sınıfsal önyargılar, kamuoyu vb. kimliğiyle kendini açığa vurduğu dikkatlerimizden kaçmamalıdır...

    Ayrıca biliyorsunuz ki telkinsel etkilerin yalnızca önderle tarafından kitledeki bireyler üzerinde değil, tek tek bireylerce ve yine tek tek bireyler üzerinde de gösterilebileceğini itiraf edersek, böyle bir etkinin oluşturduğu bilmece daha da çetinleşir ve karmaşıklaşır.

    Beri yandan, önderle birey ilişkisine tek yanlı ağırlık verdiğimiz, oysa bireylerarası karşılıklı telkin faktörünü uygun sayılmayacak bir davranışla arka plana ittiğimiz için, kendi kendimize ister istemez suçlamalar yöneltmemiz gerekir.. Böylece içine itileceğimiz alçakgönüllüük, daha yalın temellerden yola koyulmak ve bizi aydınlığa çıkarmayı vadaden bir başka sese kulak kabartmak eğilimi uyandırmalı bizde...

    Yanıtımın ilk paragrafında da değindiğim gibi; bireylerin kollektifliğe geçmesi hayali bizi ancak kısa bir süre sevindirir ... Keşke halk sürü içgüdüsüyle hareket etmese ve düşünsel anlamda empati kurmayı becerebilse...

    Saygılar, selamlar...

    Ertan Yurderi (kocayurek)

    YanıtlaSil

Nasıl yazımı beğendiniz mi? Yorum bırakarak benim gelişimime katkıda bulunabilirsiniz... Şimdiden katkınız için teşekkürler... Sevgiler ve saygılar... Ertan Yurderi (kocayurek)