14 Eylül 2007 Cuma

Çanaklandık yozlaştık (mı?)


Çanak antenler ve uydu alıcıları da hayatımızın vazgeçilmezleri arasına tıpkı özel TV'lerin girdiği gibi girdi.

Eskiden birkaç TV kanalını daha iyi seyredebilmek için elimizdeki devhülasa alüminyum antenlerle damlar üzerinde Mart kedileri gibi gezinirken, şimdilerde de elimizde değişik çapta çanak antenlerle uyduların peşine düşer olduk... Çanak kurarken bir milim oynatsanız, o uyduyu seyredemiyorsunuz, çanak anten kurmak ustalık istiyor vesselam...

Ne kadar da çok TV seyretme sevdalısıymışız meğer. İyi görüntü alacağım, daha çok kanal seyredeceğim diye bu işi öyle abartanlar var ki... Bir çanakla yetinmeyip, evinin damını irili ufaklı birkaç tane çanak anten koyduranlar da yok değil hani...

Adam Türkçe'den başka dil bilse amenna... Bilmediği dillerdeki TV yayınlarını seyretmeyi öyle abartmış ki, bu işi hobi olmaktan çıkartmış, hastalık haline getirtmiş...

Bu hastalığını internet ortamına da taşımış. Uydu konusunda yüzlerce forum açılmış. Bu forumlarda da uydu yayınlarının daha nasıl kaliteli ve özgürce seyredilmesinin tüyoları bile verilir olmuş... Şifreli kanallar, şifresiz kanallar, mobil uplinkler, downlinkler vs.. vs.. günü gününe ve anı anına paylaşılır hale gelmiş bu ortamlarda...

Buraya kadar yazılanların çoğunu birebir yaşayanlar vardır elbet bu satırları okuyanlar arasında.

Elbette teknolojik gelişmeye bir sözümüz yok... Adı üzerinde teknoloji... Hızlı bir gelişim halinde... Bundan da sonuna kadar yararlanmak hepimizin hakkı... Ve yine bu yabancı uydular ve bu uydular üzerinden yayın yapan TV kanalları da bizim sorunumuz değil ve olmamalı da...

Bu arada bu teknolojiyi beğenmiyorum kanısı da çıkmasın... Herkes, özgürce, dilediği uyduyu ve o uydular üzerinden dilediği kanalı da seyredebilir, bu o kişinin en doğal hakkıdır ve sadece o kişiyi bağlar, buna da hiçbir sözüm yok...

Şimdi söz sırası geliyor dayanıyor bizim uydumuz olan Türksat uydusuna... Şu anki güncellemelere bakılırsa Türksat uydumuz üzerinde 200'ü aşkın TV kanalı var. Bunların bazıları yerel, bazıları ulusal, bazıları şifreli, bazıları yabancı ve bazıları da "laf olsun, torba dolsun" kanallar...

Yerel, ulusal ve şifreli kanalların içinde hepimizin bildiği aşina TV kanalları var... Bunların yanında da etnik köken, siyasi görüş, dini içerikli kanallar da var...

Bu arada da, Türkçe'den başka hiçbir dil bilmeyen ve amacı sadece TV yayınlarını daha net seyretmek isteyen bir mazbut aile evine çanak anten takıp uydulanınca, kendini bir TV deryasının içinde bulmaya başlıyor...

İnsanlar tüm bu TV kanalları arasında gezinirken kendi dünya görüşüne, düşüncelerine, psikolojisine uygun kanalar bulmaya ve izlemeye de başlıyor haliyle...

Hani bir de yukarıda "laf olsun, torba dolsun" tarzı kanallardan bahsetmiştim ya... Bunlarla da karşılaşan aileler, ya önlem alıyorlar bu tür kanalları silip atıyorlar uydu alıcılarının hafızalarından, ya da bu tür kanalların müdavimleri arasında yerlerini alıyorlar...

Hiçbir zaman canlı yayın yapmayan sadece ekrana birkaç kadın görüntüsü verip kişilerin cinsel isteklerini kabartıp orada verilen numaraları arayanların ceplerini boşaltan kanallar da var bu Türksat uydusunun içinde... Bunların sahipleri kimlerdir bilinmez... Bunları Türksat'a kim almıştır bu da bilinmez...

Adları; Kırmızı, Love, Sıcak, On+, Assk, Stop/T.Temp, Tatil, Mobilca TV, Tube, GA TV vs.. vs.. olan TV'lerdir bunlar... Hele içlerinde yayına yeni çıkan bir Finest TV var ki, resmen bu kanalda çöpçatanlık yapılmlakta, tıpkı diğer yabancı uydulardaki cinsel sohbet hatları gibi hatunları çıkartıp konuşturarak yayın yapmaktadırlar...

Bir de adlarının içinde Manolya, Berat, Kutlu, İman, Vix, Promosyon ve vs.. vs.. olanları var ki, bunlar da alenen insanların dini duygularını sömürmekte ve o kesimin cebinden parasını nasıl ütebilirizi oynamaktadırlar... Şu şu numarayı ara, cebine şu sure gelsin, şu şu numarayı ara duaların kabul olsun... Vs.. Vs..

Şimdi diyeceksiniz ki ne var bu anlattıklarında... Bu ülkede demokrasi var kardeşim... Dileyen istediğini yapar, istediğini alır, istediğini verir, istediğini seyreder, onu yapar, bunu yapar, şunu yapar vs.. vs..

Ben bu çokseslilikteki yozlaşmadan bahsediyorum ... Dikkatleri bu yönde toplamanız için yazıyorum bu satırlarımı...

Durum öyle bir hal almış ki, bunun önüne geçmek artık imkansız gibi görünüyor...

Kendi uydumuzdan bahsediyorum... Öyle kalitesiz programlar, sunucular, dilde yozlaşma ve etnik kökenleri tetikleyici, dini istismar edici öyle programlar var ki bu uydular da... Bunları ne RTÜK kapatır, ne de engelleyebilir...

Bu tür yayınlar her an evimizin içinde beyaz camlarımızın ardından beyin yıkamaktadırlar... Bu arada reyting ve para nerede varsa ulusal kanallarda bu reyting canavarı içindeki yerlerini hemen alıyorlar, bahsetmiş olduğum kanallara benzemeye çalışıyorlar günden güne...

Kısacası; Bir başıboşluk ve başıbozukluk almış başını gidiyor Türksat uydumuzda... Müziğimiz müziklikten çıkmış, kültürümüz de kültürlükten... Kanalların çoğunda avaz avaz avazlanan sanatçının hangi tür müzik söylediği ise muamma... Türküyle karışık pop mu, arabesk mi, sanat müziğimi söylüyor hiç belli değil...

"İslamı en çok bizim kanalamızda yaşar bulursunuz" diye yayın yapan kanallarda işi abarttıkça abartıyor, o kanalları seyrederken kendinizi ya Arap ülkesinde, ya da çok fakir bir Afrika Müslüman ülkesinde hissediyorsunuz... Arapça ve Osmanlıcadan bozma anlamını bir ay düşünseniz de bulamayacağınız süslü kelimelerle program sunanlar mı istersiniz, küçük çocukların beyinlerini yıkayıcı çizgi filmler mi isterseniz her türlüsü var bu kanallarda...

Neyse sözün kısası; bence bir ülkeyi içerden çökertmenin, yıkmanın diğer bir yolu da kültürel yozlaştırmadır, bunu el birliğiyle başarıyorlar her türlü teknolojiyi kullanarak...

Kalitesiz kanalları uydu üzerine çıkartan Türksat'ı da kınıyorum...

Son söz olarak da diyorum ki; "Çanaklandık, daha da mı yozlaştık acaba?"...

Ertan Yurderi

18 Nisan 2007 Çarşamba

Bekir Coşkun'un anlatamadıkları ...



Bekir Coşkun dünkü yazısına “Sen gidersen…” diye bir başlık atmış… Bunun sebebini de bir okuyucusunun (B.Coşkun’a göre) “Kimi haksız suçlamaların etkisinde kalıp ya da öylesine Hürriyet’e kızıp gönderdiği ‘Hoşçakalın’  maili” üzerineymiş… Bekir Coşkun bu “hoşçakalın”  maili üzerine çok üzülmüş. Gazete mutfağının içindeki çalışanların yaşadıklarıyla, kendi yaşadıklarını kısa ve öz cümlelerle çok güzel ifade etmiş… Gerçekten de geçmişte basında çalışan, bir basın emekçisi olarak ben de kendisine hak veriyorum…

Aslında bu  “Hoşçakalın” kelimesinin ardındaki gerçeği Bekir Coşkun yazısında tam anlatmamış, ya da anlatamamış… Ya da anlatmak istememiş…

Bu yazısının nedeni nedir diye hiç sordunuz mu kendinize? Hadi şayet sıkılmazsanız bir de benden dinleyin… Nedir çok sevdiğimiz ağabeyimiz Bekir Coşkun’un dile getiremedikleri…

Ben Yahoogroups’ta onlarca mail grubuna üyeyim. Bu mail gruplarının içinde benim için çok özel olanları da var elbette… Bugün mail kutuma bu özel gruplardan çok sevdiğim bir dostumdan mail geldi ve Bekir Coşkun’un dünkü yazısını neden kaleme aldığını hemen anladım…

Sizlere de anlatayım…

Bu mail şöyle başlıyor:

“Arkadaşlar,

Saygıdeğer medyamızın uzunca bir süredir yanlı yayın yaptığını zaten hepimiz biliyoruz. Cumhuriyet Mitingi öncesi ve sonrası süreçte nasıl bir tavır takındıklarını da biliyoruz. Medyamız 14 Nisan’da sınıfta kaldı.

Ama toplu olarak bir tepki göstermezsek bu enerji boşa akıp gidecek.

Ben ve birkaç arkadaşım dün aşağıda e-mail adresi bulunan tüm Hürriyet Gazetesi yazarlarına, gerekçelerini de kısaca anlatarak ‘Kendilerine bir çeki düzen verene kadar Hürriyet Gazetesi satın almayacağımızı’ bildiren mesajlar attık. (Bekir Coşkun ve Emin Çölaşan Bey’i bu eleştirilerin dışında tutarak kendileri ile vedalaştık.)

 ………
 ………

Mail tabii bu kadar satırla bitmiyor. Alıntılar yaparak devam ediyorum…

“Sayın Bekir Coşkun bugünkü köşe yazısında bu konuya değinmiş. Umarım bizim katkımız olmuştur. Yani yüzbinlerce insan okumuş oldu. Mesajımız kitlelere yayıldı.

Hürriyet Gazetesi’nden maillerimizi gönderdiğimiz köşe yazarlarımız sadece Bekir Coşkun’la kısıtlı kalmıyor. Aşağıdaki yazarların mail adreslerine de aynı mailimizi gönderdik… Bunlar;

ybayer@hurriyet.com.tr
eozkok@hurriyet.com.tr
fercan@hurriyet.com.tr
oeksi@hurriyet.com.tr
rauftamer@posta.com.tr
bcoskun@hurriyet.com.tr
ecolasan@hurriyet.com.tr
msoysal@hurriyet.com.tr

Lütfen sizler de neden memnun değilseniz bunu çekinmeden dile getiriniz…

Medyaya şikâyetimizi bildirmek için ise Hürriyet Gazetesi ile başlamaya ne dersiniz?

Bu eylemimiz 14 Nisan’da sınıfta kalan diğer gazete yazarlarına da gönderilecek ve ‘Kendilerine bir çeki düzen verene kadar tüm gazeteleri satın almayacağımızı’ kamuoyuna duyuracağız…

…..”

Mail birkaç satır sonra sona eriyordu…

Gazete yayımcıları ve çalışanları çok iyi bilirler ki; Bir okuyucuyu kaybetmek, bin okuyucuyu kaybetmek gibidir… Gazete çalışanları ve yazarları, okuyucularının gazeteye bağlılığını çok iyi bilirler… Okuyucularıyla kendileri arasında çok değişik bir sinerjik bağ vardır…

Ben her zaman  “sanal ortamı” yani “internet”i hiçbir zaman boş bir alan olarak görmüyorum. Aksine hepimiz biliyoruz ki, güzel sayılabilecek ya da sayılamayacak en ufak bilginin bile nasıl her yere fütursuzca forward’landığını yani mail listeleri oluşturularak gönderildiğini biliyoruz… Yıllardır hepimizin mail kutuları bu tür maillerle dolmuştur, bilirsiniz…

İnternet kullanan kamuoyunun ve onların tanıdıklarının da bu eyleme iştirak edebileceğini hiç düşündünüz mü? Bu mail ve benzeri mailler mail grupları tarafından ışık hızıyla her yere gönderiliyor şu an…

Bekir Coşkun  ağabeyimiz şu an haklı olarak bir okuyucusu kaybetmenin üzüntüsünü yaşarken, yarın kaybedilen bu okuyucu kitlesine binlerin, onbinlerin eklenmeyeceğini kim taahhüt edebilir ki… Bu da haklı olarak tiraj kaybına sebep olacaktır…

Tiraj kaybı demek… Neyse bunun sebep olabileceği olasılıkları hiç düşünmek dahi istemiyorum…

Ben birçok gazetenin mutfağında çalıştım… Tiraj kayıplarının nasıl yaşandığını ve o tiraj kayıplarının sonrasında gazetelerde nelerin yaşandığını çok iyi bilenlerdenim…

Cumhuriyet’imize, onun ilke ve inkilaplarına sahip çıkmayan bir Bâbıâli düşünemiyordum bir zamanlar. Oysa şimdi renkli camlı plazaların ardında kalan bu güzide camianın  “Bir mitinge ve dolayısıyla da Cumhuriyet’e sahip çıkamaması”nın ceremesini de yine kendilerinin çekeceğini söylemek istiyorum…

Bu halk sanıldığı kadar vurdumduymaz değildir… 14 Nisan mitingi için söylenen “Onlar üç beş kişi olurlar meydanlarda” söyleminin ne kadar asılsız bir safsata olduğunu hepimiz gördük, şu birkaç gün içinde…

Şimdi üç-beş kişiyle başlayan mail trafiğinin sonucunda da basının alacağı darbeyi de bugünden görmek herhalde her basın çalışanının ve yazarının aklından çıkmamalıdır.

Durum bundan ibarettir… Bu yazıyı siz değerli onpuntocu arkadaşlarımla ve gönderebildiğim kadar gazeteci büyüklerimle ve küçüklerimle paylaşacağımdan emin olabilirsiniz…

Türkiye’deki tüm basın çalışanları ve yazarlarımızın takkelerini önlerine koyup bir kez daha düşüneceklerini ümit ediyorum… Daha başka ne diyebilirim ki… Çözümlerini de kendileri üretsinler, kamuoyunun bu haklı protestosuna köşelerinde yer verip,  “hoşça kalın” diyen okuyucularının gönüllerini alsınlar… Bekir Coşkun ağabeyimiz köşesinde hemen yer vermiş ve gönül almaya başlamış bile… Kendisine çok teşekkürler…

Ertan Yurderi
Emekli bir basın emekçisi

3 Nisan 2007 Salı

Okulda cinayet olur mu?


Olur, olmaz mı? Tıpkı film gibi cinayet olur hem de... Tekmili birden Türkiye denilen bu sinema sahnesinde oynanır... Cinayet işlenen okul Amerika'nın Teksas'ında değil, Türkiye'nin Darıca ilçesindedir...

Minik çocukların gözü önünde "Kurtlar Vadisi" gibi korkunç infaz işlendi dün... Bir hiç uğruna, meslektaşını öldüren, elini tebeşir tozu yerine kana bulayan bir öğretmeni izledik hep birlikte...

Olay, dün Darıca Süreyya Yalçın İlköğretim Okulu'nda meydana geliyor. Okulda eğitim veren sınıf öğretmenleri Necati Kumaş ile Hüseyin Cebe arasında belirlenemeyen bir nedenle tartışma çıkıyor. Tartışma karşılıklı küfürleşmeye ve sonrasında da kavgaya dönüşürken, öğretmen Necati Kumaş üzerinde taşıdığı tabancayı çıkararak meslektaşı Hüseyin Cebe'ye öğrencilerin korku dolu bakışları arasında, kurşun yağdırıyor. Öğrenciler panik halinde kaçışırken, vücuduna 6 mermi isabet eden öğretmen Hüseyin Cebe kanlar içinde koridorde yere yığılıp ölüyor...


O korkunç infazı gören çocukların hafızalarına kazınanlara ne demeli? Bunlar yarının yetişkinleri olacak...

Bizler çocuklarımızı şiddetten nasıl koruruz nasıl uzaklaştırırız diye düşünürken herhalde önce öğretmenleri eğitmemiz gerekecek... Bu konuda eğitim şart... Bir de bu eğitimcileri arada bir ciddi bir sağlık kontrolünden geçirmek lazım.

Minik bedenlere ve minik dimağlara eğitim veren bir eğitim kurumunda belinde silahla eğitim veren bir eğitimciye ne gerek var bunu da anlayamıyorum... Geleceğimizi emanet ettiğimiz insanlar neden bu kadar çıldırdı? Öğretmenlik mesleği neden bu kadar ayağa düştü bunu da anlayabilmiş değilim...

Türkiye'nin toptan çivisi çıkmış, bunu çakacak kimse çıkmayacak mı?

Ertan Yurderi 

21 Mart 2007 Çarşamba

"Gemi de neymiş, uçağın yoksa..."



Uçağın yoksa gemi almışsın ne önemi var? Önemli olan uçak almandı... Hani şöyle en fiyakalısından... 4 jet motorlu olanından... Şöyle içine bindin mi ver elini Amerika ver elini Japonya... Umurunda mı o zaman dünya?

Şimdi gemi aldın da ne olacak? Onunla ne yapacaksın? Bir yerden bir yere ulaşman günler aylar alır... İçindeki fareler de cabası... Hani dikkat et, arada bir de onları besle... Yoksa alimallah bir akşam uyurken, gelip seni en uygunsuz yerinden ısırırlar...

Ama uçak öyle mi... İçine de attın mı bir iki güzel fıstık... En fiyakalısından sana "Uçma"yı da öğretirler. Ehliyet de alırsın, bilmem kaç saatlik, garantili uçuş ehliyetin olur... Hani ne iyi de olur... Gün gelir sana ve ailene lazım olur...

Sen denizde zahmet mi çekmek istiyorsun... Dalgalar gelir, bir gün seni de yakalar... O dümenlere suların nerden geldiğini hiç bilir misin? Yok bilmezsin, nerden bileceksin? Dümen suyunun suyudur onlar... Hani tavşanın suyunun suyu gibi... Milletimin cebindeki üç beş kuruştur... O da deve olmuştur... Birileri onu ham yapıp, dümenlerine su yapmıştır..

Ama ya uçak öyle mi? Arada bir tirbülansa girer çıkarsın, ancak sen onu zevk-ü alem sanırsın... Hop hop hoplatırsın yüreğini, kendini havaların hakimi sanırsın... Ancak havadır bu dikkat etmek lazım, üşütmeyesin... "Her göğe çıkışın, bir de inişi vardır" bilesin...

Bir türkü tutturmuş denizci misali gördüm seni canım... Hani başının üstünde bir gemici koron da var... "Ak Işıklı büyük ışıklı geniş ve sınırsız bir limana dümen suyumuzda sürüklemek denizi" türküsünü tutturmuşlar... Ama bilesin ki, o geminin uğrayacağı çok limanlar var... O limanlarda bekleşen "ak sütten çıkmış" seçmenler var...  

Evet evlat neden bu kadar kendini zorluyorsun...

Bence bir menzilden bir menzile giderken en iyisini seç... 

Gemiyi bırak, en kısa zamanda uçağa geç...

Ertan Yurderi

20 Mart 2007 Salı

Asayiş berkemal mi? İşte buna Güler'im ...



Sayın Muammer Güler'in TV'deki basın açıklamalarından sonra dudaklarımdaki gülümsemem, kahkahaya dönüşüverdi birden... Gülümsememin ve kahkahalarımın sebebi ise "İstanbul'un yüksek nüfusuna karşı suç oranlarının diğer şehirlerden daha düşük olduğu" açıklamasınaydı...

Bu haberin ajanslara düşüp de gazete editörlerinin önüne gelmesinden sonra, haber toplantılarına katılan gazetecilerin yüzlerindeki gülümsemenin nasıl kahkahaya dönüştüğünü de görür gibiyim... 

Gazete ortamlarında yaşayan insanlar gazetelerin iç sayfalarına düşen haberlerin nasıl oluşturulduğunu çok iyi bilirler... Ayrıca gazetelerin istihbarat servislerinde de gün be gün boyunca polis telsizleri hiç durmaz ve susmaz...

O polis telsizlerinden o kadar enteresan konuşmaları yakalarsınız ki... Her an her polis kanalında bir olaya şahit olursunuz...

Gazetelerin istihbarat servislerindeki telsizler, polislerin tüm konuşma frekanslarına ayarlıdır... Devamlı kanallar taranmaktadır... Artık öyle bir hal almıştır ki, nerdeyse her kanalı bir arkadaş dinlemek zorunda kalır... Kanallar çoktur yani... Asayiş Kanalı, Bölge Trafik Kanalı, vs.. vs.. kanalları...

Polis telsizi hiç susmaz, hiç durmaz... Sürekli anonslar peşpeşe ardı sıra gelir... Çünki burası Istanbul'dur... Her kanal bir bölgeye tahsis edilmiştir... Zaman zaman genel anonslar yapılır... Ya bir hırsızlık suçlusu kovalanmaktadır, ya da bir çalıntı araç anonsları peşi sıra gelmektedir...

Durum bir zamanlar öyle bir hal almıştı ki, bir bakıyordunuz, polisin anonsundan sonra, polisten önce oraya gazeteciler gitmiş, birbirlerine haber atlatmakta... Polis bu durumla başedemeyince 700'le başlayan kodlu haberleşmeye geçtiler...

700'lü kodlu haberleşmeyle duyuruyorlardı anonslarını birbirlerine... Eh bizim gazeteciler de bu kodu çok kısa sürede çözdüler elbet... 

Daha sonra da GSM'ler çıktı, mertlik işte o zaman bozuldu... Artık polis merkezleri, bir olayı duyurmak ve bilgi vermek için GSM'lerini kullanır oldular... Polisler telsizlerini gerekmedikçe kullanmaz oldular... Bu arada bizim gazeteciler de bunu da çözmenin yollarını buldular bulmasına da bu biraz zor oldu tabii ki...

Ancak öyle zamanlar oluyor ki, o telsizlerdeki anonsları hiç susmuyor... Gerek hafta içi gece geç saatlerde, gerekse de hafta sonları, hiç durmak bilmiyor...

Yine ayrıca önemli gün ve Istanbul'a ziyarete gelen misafirler zamanında da, telsizlerinde önemli görüşmeler oluyor...

Yani kısaca İstanbul'daki polis hiç uyumuyor. 24 saat görevinin başında... 24 saat konuşuyor, 24 saat haberleşiyor...

Asayiş berkemal olsaydı, kullandıkları telsizler suskun mu olurdu? Ortalıkta suç muç yokmuş gibi mi olurdu?... GSM'e terfi eden polisimiz de ortalık süt liman oldu diye, telefonda eşiyle dostuyla muhabbete dalar mıydı?...

Ama durum hiç de öyle sanıldığı gibi değil... Polis telsizleri günün 24 saati hiç susmuyor, sürekli asayiş haberleri veriyor... GSM'ler ise durmadan bu teşkilata çalışıyor...

Durum böyleyken Sayın Muammer Güler'in bu açıklamalarına sadece gülümseyebiliyorum...
İsterseniz Istanbul'un belli başlı semtlerini şöyle arada bir gezinin. Bazı semtlerinde gece saatlerinde sokağa çıkın bakalım... Neler yaşayacaksınız, başınıza neler gelecek çok merak ediyorum...

İyi ki polisimiz var, polislerimiz var ve asayiş bu sayede berkemal...
  
Güvenli bir şehirde mi yaşıyoruz... İşte anca buna gülerim...

Ertan Yurderi


Eşruhumuzu Nasıl Buluruz?



Spiritüel konularla uğraşan kişilerin ağzına pelesenk olmuş bir kavram vardır. Eşruh konusudur bu...

Bu kişiler hep bir gün eşruhlarıyla karşılaşacakları anı bekler dururlar...

Bence bu nosyonun da bir illüzyon olabileceği şüphesi var içimde... Umarım değildir... Umarım bu da sevgi adıyla yaşanan pek çok aldanış gibi tatlı/acı bir tuzak değil, ruhumuzun yolculuğunda gerçek bir eşiktir bize veyahut bizlere...

Romeo ve Jüliet’i, Kerem ile Aslı’yı ya da Leyla ile Mecnun’u kim bilmez ki? Ya Dante’nin dokuz yaşındayken âşık olduğu ve bir ömür boyu sürecek olan büyük esin kaynağı Beatrice’ine duyduğu evrensel sevgiyi?.. Ve daha nice “eşruhlar”ın dillere destan efsanevi aşklarını ve kozmik danslarını duymayan kalmış mıdır acaba?

“... Günler günleri kovalamış, bu soylular soylusu kadının görünmesinin üzerinden tam dokuz yıl geçmişti. Bu günlerin sonuncusunda, bu ışıl ışıl kadın, bembeyaz giysiler içinde, ondan yaşça büyük, iki soylu kadının arasında göründü; bir sokaktan geçiyorlardı ki benim korku içinde, allak bullak durduğum tarafa doğru çevirdi gözlerini ve o tanımlanamaz inceliğiyle selamladı beni. Öyle erdem yüklüydü ki o selam, o an mutluluğun doruğuna ulaştığımı sandım. Bu çok tatlı selamın bana ulaştığı saat, o günün dokuzuncu saatiydi kesinlikle, ve de sözlerinin kulaklarıma varmak üzere ilk kez harekete geçişinden olacak, öyle bir tatlılık yayıldı ki içime, mest olmuş vaziyette ayrıldım insanlardan ve odamın ıssızlığına çekilerek bu çok incelikli kadını düşünmeye koyuldum.”

İtalya’nın en büyük şairi, dünya edebiyatının en büyük ustalarından olan Dante, “eşruhu” Beatrice ile karşılaşmalarını, 1292 yılında yazmaya başladığı “Yeni Hayat” adlı yapıtında böyle dile getirir.

Tarihin büyük âşıkları için ölüm, özgürlüğe kavuşma, evrensel ölçülere uygun bir birleşmenin gerçekleşmesi ve ilâhileşmesi anlamına geldiği halde, aşkları bizim geri dünyamızdaki toplumsal değer yargılarına göre hep trajik olarak sona ermiştir. Ya birbirlerine kavuşamamışlardır, ya da kavuşur kavuşmaz birbirlerini bir biçimde yitirmişlerdir.

Belki de evrensel aşkın etkisiyle, kendileri için artık engelden başka bir şey ifade etmeyen bedenlerini sınır kabul etmeyen bu aşkın sevinciyle feda etmeye kalkışmışlardır.

Çağlar boyunca nice yürekler, söz birliği etmişçesine, Romeo ve Jüliet ile, Leyla ve Mecnun ile birlikte atmıştır; nice gözyaşları onların gözyaşlarıyla birlikte akmıştır. Ama aslan payı yine hep o iki sevgiliye kalmıştır.

Her ikisi de evrensel aşkın peşinde koşmuşlar ve onları eşi benzeri ender görülmüş mükemmel bir uyumun içerisine, yani mutlak aşk âlemine atan, ruhlarının bu kaynaşması ve bütünleşmesi olmuştur.

Onlar, belki de yüzlerce, binlerce yıl öncesinden birbirlerine verdikleri, bir buluşmaya ve tek bir bedende eriyip sonsuzlukta yok olmaya dair verilen söz gereği evrenin bir yerlerinde birbirlerini bulmuş “eşruhlar”dır; Leyla Mecnun’dur, Mecnun da Leyla...

İnsanın, yaşamı boyunca çevresinde türlü biçimlerde, türlü gerekçelerle ilişki kurduğu birçok kişi vardır.

Kimi kez de, daha az sayıda olmak üzere, zihinsel ve duygusal bağlar kurulan insanlar vardır. Onlar kimi zaman dostumuz, yol arkadaşımız ve tabii ki âşık olduğumuz (ya da öyle sandığımız) erkekler ve kadınlardır.

Ve çok ender biçimde böylesi ilişkiler uzun yıllar belki de bir ömür boyu sürer. Genellikle de sürmez çünkü biz değişiriz, bedenimiz değişir, dışımızdaki koşullar değişir, ve kuşkusuz ki bunlara bağlı olarak ilişkiler de değişir. Ve sonra... İlişkiler biter. Bir de şu dünya üzerinde, çok çok daha az sayıda olmak üzere “eşruhu”na kavuşanlar vardır.

Peki eşruh nedir?

Bir eşruh, fiziksel, zihinsel ve duygusal düzeylerden çok, ruhsal anlamda ilişki kurulabilen bir varlıktır.

İki ruhsal varlığın bilinen tüm iletişim biçimlerinin ötesinde, zamanın ve mekânın dışında, adeta başka boyutlarda birbirlerini hissetmeleri, aramaları ve nadiren bulmalarıdır bu...

Eşruh demek, her şeyden önce kelimenin tam anlamıyla evrensel düzeyde bir birliktelik demektir. Bu, fiziksel özellikleri birbirine çok uygun bir kadınla bir erkeğin ya da bir erkekle bir kadının, birbirlerine duyduğu bildik anlamda bir ilişki değildir. Çoluk çocuğa karışmak mutlu mutlu yaşam sürdürmek demek ise hiç değildir.

Bazen biriyle tanıştığınızda, onun hakkında çok şey bildiğinize dair bir duyguya kapılırsınız ya da tüm benliğinizi müthiş sıcak bir çekim dalgasının kapladığını duyumsarsınız.

Bir de bakarsınız, onunla şimdiye değin hiç karşılaşmadığınız halde yığınlarca ortak özelliğiniz varmış... Hayatınızdan kimler kimler geçmiştir, ne sevgiler ve aşklar yaşamışsınızdır, ama şimdi durum farklıdır. Sanki “çocukluğunuzdan beri bugüne, onunla karşılaşmaya hazırlanmışsınız” gibidir. Sonra, “Ben hayatımın aşkını buldum” dersiniz. Eşruhun bulunması da buna benzer işte...

Eşruh nerededir?
 
Eşruhunuz belki bu yaşamına daha başlamamıştır bile! Belki bir başka coğrafyadadır. Oraya gidip onu bulmak ne kadar harika olmalıdır. Ama ya karşımıza başka geleneklerden, başka inançtan biri çıkarsa onu kabul eder miyiz acaba? Ya yaşı yaşımıza, boyu boyumuza uygun değilse? Ya “güzel” değilse? Ya toplumsal ve “ahlaki” engeller varsa, mesela o evliyse, çocukları, torunları filan varsa?..

Eşruh olgusu, önümüze koyulmuş bir “evrensel aşk” örneği olarak, tarihin çeşitli sayfalarında yer alan ve genellikle sınır, kural, inanç tanımaksızın, tüm dünyasal tutsaklık zincirlerini kırarak birbirine çılgınca âşık olan çiftlerde ortaya çıkar. Böylesi bir ilişki, karşılıklı bir öğrenme ve öğretme deneyimi, sevgiye dayalı karşılıklı bir ruhsal alışveriş, evrensel bir amaç ya da armağandır.

Bir eşruh, Doğu öğretilerinde “Karma” sözcüğüyle açıklanan ve genellikle kolaylıkla çözülemeyen ve anlaşılamayan, neden-sonuç bağlantılarının (“karmik bağlar”ın) bir sonucu olarak biraraya geldiğiniz bir varlıktır. Bu “karmik bağ”ın nedeni nerede, ne zaman başlamıştır, bunu bilemezsiniz.

Bu dünyada mı, yoksa evrenin uzak köşesindeki bir başka dünyada mı?.. Ne zaman?.. Kaç on, yüz ya da bin yıl önce? Ama yalnızca şunu bilmek yeterlidir herhalde: Bir yerlerde sizin yolunuzu gözleyen, kalbi yalnızca sizin için atan bir eşruhunuz vardır.

Gerçekten de, asla hatırlayamayacağınız kadar uzun bir süre önce, günün birinde evrenin bir köşesinde buluşmaya dair verilmiş bir söz vardır. Ve siz onu bulmuşsunuzdur. Sonra ne olur? Sonra birlikte elele, ruhlar birbirinin içinde erimiş bir halde, yıldızların üzerinde bir yıldız olup parlamaya başlarsınız... Beatrice’ine sayısız dizeler armağan eden Dante, o Beatrice’in yüzünden şunu da yazmak zorunda kalmıştı: “Ötesine, ancak dönülmemek üzere gidilen o bölgesine ayak bastım ben hayatın.”

Peki eşruhumuzu nasıl buluruz? Bunun için birçok metodlar var elbette... Bunları madde başlıkları olarak sıralarsak;

1- Bilinçaltınızdaki gereksiz yükleri atacak bir yol bulun. Küskünlük, kırgınlık, başkalarına yönelik eski duygusal bağlar gibi... Ve öncelikle şu andaki durumunuzun, yaşamınızın bundan sonraki bölümü için hazır olduğunuzdan emin olun.

2- Ne istediğinizi bilmek, bu konuya ilişkin zorlukları ortadan kaldıracaktır. Neler istediğinizin ve neler verebileceğinizin bir listesini yapın. Bu listeyi elinizin altında tutun ve her gün gözden geçirin.

3- Kendinizi tanımayı ve sevmeyi öğrenin. Eğer kendinizi sevmezseniz, başka birinin de sizi sevmesini beklemeyin.

4- Sevginizi, adım adım, tuğla tuğla, bir duvar örer gibi yükseltin. Yüreğinizi, çevrenizdeki her şeye açın; arkadaşlarınıza, hayvanlara, bitkilere, taşlara, topraklara, her şeye... “Dünya’nın Ruhu”na açın. Sevgiyi hissettiğiniz zaman onu büyütün önce tüm bedeninize (mikrokozmosa) sonra dünyaya ve nihayet evrene (makrokozmosa) dağıtın.

5- Vermek! Her şeyinizi vermek ve dağıtmak... Bu, şu evrende bir yer işgal eden bir varlık olarak tüm evrensel kredinizi arttıracaktır.

6- Zihninizde eşruhunuzla konuşun. Özellikle de uyumadan önce ve uyanır uyanmaz.

7- Türlü biçimlerde bu evrensel sevgilinizi selamlayın. Ona aşk şarkıları söyleyin, müzik dinlerken, otomobil kullanırken, kitap okurken, yürürken, her yerde... Resim yapın, kendi kendinize törensel danslar yaratın. Kendinize özel bir yer yapın. Kendinize, çiçeklerle, tütsülerle, mumlarla dolu özel bir ortam yaratın. Orada eşruhunuza seslenebilir ve onu beklediğinizi söyleyebilirsiniz.

8- Kendinizi hiçbir önyargının etkisi altında kalmaksızın yeni tanışma ve iletişim olanaklarına açın.

9- Açıklık, temizlik ve saflık içerisinde inandığınız herhangi bir şeye, tapınırcasına en iyi dileklerinizi iletin.

10- İçinizdeki tüm kötü düşüncelerden arının. Güçlü olun ki eşruhunuz sizi görebilsin ve içinize girebilsin.

Tüm bunlardan hiçbir sonuç alamadınız mı? O zaman dönün kendi içinize bakın... Orada kendinizi bulacaksınız... Belki de kendi eşruhunuz yine kendinizsinizdir...

Ertan Yurderi


19 Mart 2007 Pazartesi

Baz İstasyonu'ndan Porno Bulaşır mı?



Dünkü Pazar gazetelerinin çoğunda olduğu gibi Hürriyet gazetesinde de çıkan "Baz istasyonundan porno bulaşır mı?" haberini okuyunca hınzırca gülümsedim...

Çünki aynı sorunu (ya da soruyu diyelim) yarın bizim hoca takımı da TV'lerdeki açık oturumlarda tartışmaya başlayabilirlerdi...

Hatta ve hatta daha da ileriye gidilip ellerde bir kameralı telefon ve içindeki çok özel porno görüntülerle milletin gözüne gözüne sokularak gizli kamera kullanılarak "SON DAKİKA" haberleriyle önümüze sunulup, kamuoyu oluşturulmaya başlanabilirdi...

Neymiş efendim sorun ya da sorumuz: "Baz istasyonundan porno bulaşır mı?" Sizin de yüzünüzde hınzırca gülümsemelerin oluştuğunu görür gibiyim... Doğru mu?..

Efendim aslında konu şu: İngiltere'de kilise ve katedraller için çok önemli bir gelir kaynağı olan baz istasyonları, "cep telefonundan pornografik sitelere erişim olması" nedeniyle yasaklanabilirmiş...

İki kilisenin baz istasyonu başvurusu, bu nedenle reddedilmiş... Karar, en üst başvuru makamı olan Archer Kilise Mahkemesi tarafından da onaylanırsa, ülke genelindeki bütün kiliselerde bulunan baz istasyonları sökülecekmiş...

Bizimkiler uyuyor bu arada tabii ki... Eh İngiltere'de en üst başvuru makamı olan Kilise Mahkemeleri tarafından onaylanırsa, bizimkilerin de elleri armut toplamayacak ya... Yarın öbür gün bizim de en üst yetkililerimizin alacağı kararlarla, tüm camilerin minareleri ya da kubbeleri üzerine monte edilmiş olan baz istasyonlarının ruhsatları iptal edilebilir diye düşünmeye başladım... Belki de başlamıştır bile bu haberden sonra diyeceğim ama, maalesef durum hiç de sizin sandığınız gibi değil... Satırlarımı okumaya devam ederseniz, bunun neden sandığınız gibi olmadığını göreceksiniz...

Tıpkı ülkemizde olduğu gibi İngiltere'nin yüzlerce kilisesinde baz istasyonları bulunuyormuş. Bir kilise yılda yaklaşık olarak bir baz istasyonundan 10 bin sterlin (yaklaşık 27 bin YTL eski deyimle 27 milyar Törkiş lira) kazanıyormuş...

Bizim cami hocalarının bu baz istasyonlarından ne kadar kazandığını pek bilemem ama, onlar da azımsanamayacak kadar para alıyorlardır herhalde GSM şirketlerinden şu sıralarda... Kulağıma fısıldayan kuşlardan duyduğuma göre bizimkiler de aylık 1 milyardan yılda 12 milyar lira kazanıyorlarmış... Tabii ki önemli mevkilerdeki camilerle ne kadara anlaşıyorlar GSM'ciler bunu bilemem...

Zaten camilere baz istasyonları kurulması konusu 2002'de gündeme gelmişti... O zamanlar yine Hürriyet'te çıkan şu haberde ( http://webarsiv.hurriyet.com.tr/2002/01/24/79517.asp ) Minareye baz istasyonu kurmanın bedeli 4 bin 500 dolar olarak açıklanmıştı...

Bu habere göre, GSM şirketleri, Diyanet İşleri Başkanlığı'na yıllık 4 bin 500 dolar ödeyerek minarelere baz istasyonu kurabilecekti. Minarelere baz istasyonu kurulması ve elde edilecek gelirin kullanımına ilişkin protokol, Maliye Bakanlığı Milli Emlak Genel Müdürlüğü ile Diyanet İşleri Başkanlığı arasında imzalanmıştı... Bu protokole göre de, baz istasyonu kurulacak camileri Diyanet İşleri Başkanlığı belirleyecek, tarihi camilere baz istasyonu kurulmasına izin verilmeyecekti. Elde edilecek gelir ise öncelikle mülkiyeti Hazine'ye ve Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne ait tarihi camilerin bakım, onarım, temizliği ve çevre düzenlemesinde kullanılacaktı...

2002 senesinde Türkiye'de 75 bini aşkın cami bulunurken, bunlardan 500'ünde baz istasyonu olduğu bildirilmişti... Baz istasyonu kurulması kararını Diyanet İşleri Başkanlığı verirken, Türkiye Diyanet Vakfı da kira kontratı, paranın tahsili, hukuki ve güvenlik sertifikasına ilişkin işlemleri yürütecekti...

2005'te yılında ise, Devlet Bakanı Mehmet Aydın camilerin ihtiyaçlarının karşılanabilmesi için buralara baz istasyonu kurulabileceğini belirtmiş ve "cep telefonu teknolojisine sahip olmak ve bunun getirdiği kolaylıklardan istifade edilmek isteniyorsa bu sistemin altyapısını oluşturacak baz istasyonlarının kurulmasının kaçınılmaz olduğunu" da bildirmişti...

Aynı bakanımız, firmaların baz istasyonu için yaptıkları başvurulara, camilerin bakım ve onarımı için gerekli mali kaynağın bir kısmının temin edilebileceği düşüncesiyle olumlu yaklaşıldığını belirtmiş, Diyanet İşleri Başkanlığı’nca, camilere baz istasyonu kurdurma görevinin Dini ve Sosyal Hizmetler Vakfı’na verildiğini ifade etmişti...

Bu arada da baz istasyonlarından yayılan elektromanyetik radyasyonun insan sağlığına etkisini değerlendirebilmek için bilimsel çalışmaların yakından takip edildiğini bildirmişti... Aydın, elektromanyetik radyasyon hakkında, kamuoyunda kavram kargaşası ve yanlış bilgilendirmeden kaynaklanan tepkiler olduğunu da ifade etmişti...

Yönetmeliğe uygun davranıldığını belirten Devlet Bakanı Aydın, baz istasyonlarının, başka ülkelerde meskun mahallerde bulunan çeşitli binalara monte edildiğini belirterek, cep telefonu teknolojisine sahip olmak ve bunun getirdiği kolaylıklardan istifade edilmek isteniyorsa bu sistemin altyapısını oluşturacak baz istasyonlarının kurulmasının kaçınılmaz olduğunu da bildirip, Dini ve Sosyal Hizmet Vakfı’nın, Telekomünikasyon Kurumu’nca yayımlanan baz istasyonlarına ilişkin yönetmeliğe uygun olarak çalışmalarını yürüttüğünü de belirtmişti...

O günden bu güne 75 bin caminin sayısı elbette 75 binde kalmadı... Artış gösterdi... Baz istasyonlarının sayısı da artış gösterdi... O günlerde 500 olan sayı, bugünlerde kimbilir kaç binleri buldu...

Yani hükümet eliyle sağlık terörü yaşatmışlar bugüne kadar bizlere de haberimiz yokmuş... Masum dedelerimiz ve ninelerimiz, ellerinde bastonlarla camilere gidip ibadetlerini huşu içinde gerçekleştirirken, aslında ruhlarının huzura kavuşması için ellerini Yaradan'a açarken, ebediyete kısa yoldan bilet de kesiyorlarmış haberleri yokmuş... Gidenlere yazık, kalanlar ise sağolsunlar... Amin diyelim...

Gelelim akıllı İngiliz GSM'cilere... Onlar biraz daha kurnazlık yapmış bizim GSM'cilerden... Kilisenin görüntüsünün bozulmaması için öyle taktikler geliştirmişler ki, o kilisenin üzerinde baz istasyonu olduğunu bir türlü anlayamıyormuşsunuz... Baz istasyonlarının görünüşünü gizlemek için birçok yöntem ve teknik geliştiriyorlarmış. Örneğin çarmıh biçiminde baz istasyonlarını düzenliyorlarmış. Üzerine bazen Hz. İsa figürü bile koyuyorlarmış...

Hemen bizim camilerin üstü gözümün önüne geldi... Bizim akıllı GSM'ciler de acaba camilerin üstüne huri yüzlü melek görüntüleri koyarlar mı koyalar valla ... Akıllı bir GSM'ci bu önerimi kaçırmaz... İlgilenenlere duyurulur bu arada... Gelsinler kendilerine bu konuda taktik verelim...

Neyse şaka bir yana, bizim GSM'ciler ise kabak gibi çanakları minarelerin üzerine ya da kubbelerin yanına dikiveriyorlar. Çirkin bir görüntü oluşturuyorlar elbette... Belki de hiç gizleme gereğini duymuyorlardır... Üstelik halk sağlığını tehdit ede de, insanların gözlerinin içine baka baka, alay edercesine bu çirkin şeyleri dikiyorlar her yere...

Daha çok değil geçenlerde (8 Mart'ta) Antalya'nın Santral Mahallesi'nde yaşayan aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu yaklaşık 50 kadar kişi, mahallerine bir GSM şirketine ait baz istasyonu kurulmasına tepki göstererek, Hacı İsmail Balcı Camii'nde protesto gösterisi düzenlemişti hatırlarsınız... O mahalleli adına açıklamada bulunan mahalle muhtarı Yavuz Karacan, "Mahallemizde 10 bini kişi yaşamaktadır. Çocuklarımızın baz istasyonunun yaydığı radyasyonun etkisi altında yaşamasını istemiyoruz. İbadet ettiğimiz camilerin ticarethane gibi kullanılmasına da karşıyız. Kimse bizim sağlığımızla oynayamaz" demişti... (http://www.kanalvip.com.tr/haber_detay.asp?ID=20606&baslik_id=1)

Eh bu mahalle muhtarımız insan sağlığı konusunda duyarlı bir muhtarmış... Muhtarlığın asli görevlerini de unutmayıp titiz davranmış... Gerçekten de baz istasyonları yaydığı elektromanyetik dalgalar ve radyasyon etkisiyle sağlığımıza çok zararlı olmaya devam ediyor.

Bu arada da Google'dan yaptığım araştırmalarda da GSM baz istasyonlarının elektromanyetik zararları konusunda bilinçlenen halkımız tepkilerini ortaya koymaya başladılar bile... Güzel yurdumun dört bir köşesinde baz istasyonları için gösteri, yürüyüş ve toplantılar yapıyorlar... Mahallelerine, okullarına, apartmanlarına ve camilerine baz istasyonları koydurtmama konusunda haklı olarak eylemlerine devam ediyorlar... (http://www.halkinsesi-tv.com/arsiv/2005/13Haziran2005.html)

Kısaca GSM'lerden trilyonlarca lira kazananlar, halkın sağlığını bozmaya devam ettikleri sürece de bu eylemler artarak sürecektir...

Ben aslında bu konuya çok önceleri takmıştım... Yıl 1998'di... GSM operatörleri daha yeni yeni her yere antenlerini dikmeye başlıyorlardı... Ben de boş durur muyum araştırıyordum bu konuyu...

Derken bir gün, Hürriyet yazarı Yalçın Bayer'in "Yeter Söz Milletin" köşesinde bir okurunun cep telefonlarının yaydığı elektromanyetik dalgalar ve radyasyon tehlikesi konusunda bilgi istemesi üzerine oturdum ve bir yazı kaleme aldım... Yalçın Bayer'in kendisine ulaştırdım.. O da sağolsun... Böylesi hassas bir konuda kendisi de hassas davranıp bu yazımı, köşesinin en baş haberi olarak geçmişti o yıllar... (http://webarsiv.hurriyet.com.tr/1998/08/02/58995.asp)

Bu haberimde o senelerde görevde bulunduğum derneğin Genel Sekreteri olarak açıklamalarda bulunmuştum...

Şimdi ve her zaman da aynı konuya dikkat çekeceğim...

Bu arada rahipler "baz istasyonlarından porno bulaşır mı bulaşmazmıyı tartışadursunlar" ben bu yazımı okuyan tüm dostlarımı cep telefonları ve GSM baz istasyonları konusunda hassas davranmaları için uyarıyorum... Yarın öbür gün Kilise Mahkemesi kararı alır ve bu olay İngiltere'nin gündemine oturursa bakalım bizim hoca takımı ne yapacaklar? O zaman camilerden baz istasyonlarını indirecekler mi.. Yoksa tatlı kazançlarına devam edecekler mi?

Bu arada da tüm dostlar, lütfen cep telefonlarınızı kullanırken dikkatli olunuz... Sağlığınız üzerindeki etkilerini gözardı etmeyiniz...

O gün de tekrarladığım gibi bugün de aynı şeyleri tekrarlıyorum...

Gerçekten de iletişimin bizi yakalayacağı ve hasta edeceği değil, bizim iletişimi bilinçli yakalayacağımız sağlıklı bir Türkiye umudumu yineliyorum...

Ertan Yurderi

Not: Bu satırlarımla tekrar Yalçın Bayer'e bir kez daha teşekkürlerimi sunuyorum. O günlerde bu konu üzerinde örnek bir gazetecilik tavrı sergilediği için... Yeter Söz Milletin - GSM'lerin insanlığa maliyeti


17 Mart 2007 Cumartesi

"Yeşil Sinek" Şifası (Maggot Terapi)



"Sülüklerin Efendisi" olur da, "Sineklerin Efendisi" olmaz mı? O da varmış meğersem... Dün gece internet denilen deryaya dalınca, onu da buldum... Zaten o deryanın içinde yok yok... Ne ararsanız onu bulabilmeniz her an mümkün...

Gerçi dün kulağıma vızıldayan pardon fısıldayan bir tıp üstadı dostumuz bana "Maggot Terapi" ile de ilgilenmemi salık vermişti... Eh ben de bu dostumun ricasını kırarmıyım hiç... Kırmadım elbette... Ancak ilk kez duyduğum bir terapi yöntemi olduğu için hemen araştırmaya koyuldum... Çünki bu ilginç konuda gerçekten hiç bilgim yoktu...

Türkiye'de pek fazla bilinmeyen bir yöntemmiş bu "Maggot Terapi"... Sadece 2005 senelerinde birkaç gün Türkiye'nin gündemini işgal etmiş ve öylece de kalmış... O tarihten sonra neler olmuş, neler bitmiş orasını bilemem ama, araştırmalarımdan elde ettiğim bilgiye göre bu yöntemin epey ilginç olduğu muhakkak... "Maggot Terapi" denilen şeyin, hani şu bildiğimiz yeşil sinek yumurtalarının, derin yaraları cerrahi müdahaleye gerek duymadan temizleyerek iyileştiren bir yöntem olduğunu söyleyebilirim...

Bu yöntemde; Ortalama 100-200 yeşil sinek larvasının üzerine konuldugu derin yaralar, 1-4 gün içerisinde larvalar tarafindan temizleniyormuş. Yara üstüne 2-3 milimetreyken konulan bu larvalardan her birinin antibiyotik salgıladığı ve 25 miligram ölü dokuyu yiyerek, 1 gün içerisinde 1 santimetreye ulaştığı gözleniyormuş... Larvaların, antibiyotiğin dışında başka bir sıvı da (Allantoin/Urea) salgılayarak, yaranın kapanmasına yardımcı oluyormuş...

Bu tedavi yöntemini Türkiye'ye taşıyan Uluslararası Biyoterapi Derneği Genel Başkanı ve Israil Hebrew Üniversitesi Hadassah Tıp Fakültesi Parazitoloji Ana Bilim Dalı Ögretim Üyesi Prof. Dr. Kosta Y. Mumcuoglu'ymuş...

Mumcuoğlu'dan öğrendiğimize göre; Maggot Terapi adı verilen bu yöntem ilk kez 16. yüzyılda uygulanmaya başlamış... Daha sonra uzun yıllar ara verilen bu yöntem, 1990 yılından itibaren tekrar hayata geçirilmiş... Şu an başta ABD, Ingiltere, Almanya ve Israil olmak üzere 20 ülkede uygulanıyormuş...

ABD Sağlık Bakanlığı bu yöntemi 2003 yılında kabul etmiş. Bu yöntem Türkiye'de ilk kez Gülhane Askeri Tip Akademisi'nde (GATA) uygulamaya başlanmış... .

Aslında "Lucilia Sericata" denilen ve halk arasında da "Yeşil Sinek" olarak bilinen sinek larvalarının mayın patlaması ve bombalama olayları sonrasında oluşan derin yaralar başta olmak üzere her türlü yaranın bu yöntemle tedavi edilebileceğini söyleyen Prof. Dr. Mumcuoğlu, özel laboratuvarlarda
"Yeşil Sinek larvası" ürettiklerini belirterek, “Öncelikle ürettiğimiz larvaları sterilize ediyoruz. İstediğimiz miktarda, ortalama 100-200 larvayı yaranın üstüne koyuyoruz. Larvalar yara üzerinde antibiyotik üreterek, ölü hücreleri yiyor ve başka bir madde salgılayarak, yaranın kapanmasına yardımcı oluyor. Yaşayan sağlam dokuya asla zarar vermiyorlar. Bu yöntemin başarı oranı, yüzde 80. 1-4 gün içerisinde yaralar temizlenmiş oluyor. Daha sonra pansuman yapıyoruz. Yaranın tamamen iyileşip kapanması için zaman gerekiyor. Diyabet hastalarında, yatalak hastalarda, hemen hemen her türlü yaralanmalarda bu yöntemi uyguluyoruz” açıklamasında bulunmuş...

Bu arada bal arılarının da zehirlerindeki değişik bir maddenin ağrılı hastalıklara iyi geldiğinin görüldüğünü ve arı zehrinin antibiyotik olarak kullanıldığını, bu yöntemin canlı arının ağrılı bölgeyi sokması ve zehrini akıtmasıyla bazı ağrıların tedavisinin mümkün olabileceğini Mumcuoğlu'nun açıklamalarından öğrendim...

Evet eski insanlar, modern tıp gelişene kadar şifayı hep doğadan aramışlar yıllar boyu. Bu şifacılar ya bir sülük olmuş, ya da bir sinek olmuş ya da bir ot olmuş, ya da bir arı... Bu ne fark eder... Sonuçta bir inanç meselesi bu. İnsanlar çaresiz kalınca, hep doğaya koşmuşlar dertlerine derman bulabilmek için...

Bir yanda doğuda binlerce yıldır uygulanan alternatif tıp yöntemleri, öte yanda yüksek teknoloji ile donatılmış modern tıp!

Günümüzde modern tıpla alternatif tıp arasında bir mücadele görülmekte her yerde. Modern tıpla uğraşan ve pozitif bilimi savunan uzmanlar, alternatif tedavilerde sağlanan başarıları, bu tür tedavilerin bilimsel temellere dayanmadığını söyleyerek küçümsemektedirler.

Eğer sorun sadece bilimsel kanıt yetersizliği ise, alternatif tedavi metodlarını kendi haline bırakmak yerine, neden üniversite ve hastahanelerde bu metodların doğruluğunu araştırmazlar bilemiyorum...

Elbet ki sorunun sadece bu olduğunu düşünmüyorum... Sorun sanırım, "pazar sorunu"dur. Çünkü bugün dünyada alternatif tedavi metodlarına harcanan para milyarlarca doları bulmaktadır. Dolayısıyla konuyu sadece "bilimsel kaygılara" dayandırmak insana pek inandırıcı gelmiyor doğrusu!

Asıl önemli olan insanın sağlığına kavuşturulması değil midir? Tedavisi mümkün olmayan bir hastalığa çözüm sunabilmek, "hekimlik andının" gereğidir. Dolayısı ile alternatif tedavi metodlarıyla insanlara yeni umutlar sunmak gerekmez mi?

Modern tıpla uğraşan uzmanlar, alternatif tıpla uğraşan uzmanları bir tehdit unsuru olarak görmek yerine, neden onlarla el ele verip birlikte çalışmazlar?

Her alanda olduğu gibi bu alanda da artık bir uzlaşmaya gerek olduğunu düşünüyorum... Alternatif tıbbı önemsemek, etkinliğini kabullenmek ille de yanlış mı olur?

Eğer modern tıp, alternatif tıbba gerekli anlayışı ve hoşgörüyü gösterirse ve birlikte çalışabilirlerse, bu hem modern tıpçının, hem alternatif tıpçının, en önemlisi "insanın" yararına olacağını düşünüyorum...

Efendiler, efendilerimiz, kafalarını gömdükleri kumdan kafalarını biraz dışarı çıkarabilmeyi becerebilirlerse, insan sağlığı konusuna da el atarlar... Yoksa millet şifayı ottan, kuştan, sülükten, sinekten arar halde kalacaklar, kendilerine yeni yeni yöntemler bulacaklardır...

Ertan Yurderi

16 Mart 2007 Cuma

Sülüklerin efendisi...



İnsanoğlu bu... Her şeyin efendisi olmak ister... Yüzyıllar boyu da her şeyi egemenliği altına alarak "efendi" olmayı şiar edinmişlerdir kendilerine... Ben genelden bahsetmeyeceğim ancak "Sülüklerin Efendisi" olmayı yeğleyen bir uyanık doktorumuzdan bahsedeceğim...

Efendim, Latince’de “Sülükle Tedavi” anlamına gelen Hirudoterapi, MÖ 15. yüzyılda Babil yazılı kayıtlarına kadar uzanan kadim bir tedavi yöntemiymiş...

Yani antik dönem Mısır ve Hint tıbbı kayıtlarında da bu tedavi uygulanmaktaymış... O zamanların ünlü hekimlerden Nikandros, Galen, Pliniy ve İbn-i Sina da sülüğü bir tedavi aracı olarak kullanmışlar ve öğrencilerine bu konuda eğitim vermişler...

Zamanla Avrupa’da da yaygınlaşmış olan Hirudoterapi, bir dönem kilisenin “kan aldırmayı günah saymasıyla” yasaklanmış ancak Rönesans’la birlikte tekrar yükselişe geçmiştir. Şu anda başta Almanya, Fransa, İngiltere olmak üzere tüm Avrupa’da, Amerika ve Rusya’da hekimler tarafından kullanılan bir yöntem olarak kullanılan Hirudoterapi, Amerika Gıda ve İlaç Dairesi (FDA), 2004 yılında sülüğün bilimsel bir tedavi yöntemi olduğunu onaylamış ve diğer ülkelerde olduğu gibi eczanelerde satılmasına izin vermiştir.

Eee durum böyle olunca bizim "Sülüklerin Efendisi" olma yolunda çalışmalarına başlayan Manisa Doğal Hayat Polikliniği'nin çocuk doktoru Suat Arusan da, bu yöntem ile görme bozukluklarını tedavi ettiğini ileri sürerek ortaya çıkmış, böylece de, sağlık alanında ve kamuoyunda büyük bir tartışma yaratmış... 

Daha sonra da, gazeteler ve televizyonlarda sülükle tedaviyle ilgili haberlerin yer alması üzerine harekete geçen Sağlık Bakanlığı Temel Sağlık Hizmetleri Genel Müdürlüğü, 27 Şubat 2007 tarihinde aldığı kararla, "Hirudoterapi"nin (sülük tedavisi) hangi hastalıklarda uygulanabileceğinin, tedavisinin modern, alternatif, tamamlayıcı tıp kategorilerinden hangisine girdiğinin değerlendirmesi yapılıncaya kadar men edilmesini kararlaştırmış...

Kararda ayrıca, sülük tedavisinin halk sağlığını tehdit eden olası boyutları konusunda Danıştay’ın bir işlem yapabilmesi için "açıkça izin verilmiş olması şartı aranacağı" da belirtilerek, gerekli mevzuat oluşturuluncaya kadar, bu tedaviyi uygulayan merkezdeki tüm materyallerin ve odaların mühürlenmesi de istenmiş...

Sağlık Bakanlığı’nın kararı üzerine harekete geçen Manisa İl Sağlık Müdürlüğü de, kentteki Özel Doğal Hayat Polikliniği’nin sülük tedavisi yapılan iki odasını ve kullanılan araç gereçleri önceki hafta mühürlemiş...

Buraya kadar her şey normal görünüyor. Çünki kanuni bir süreç başlamış... Olayı Sağlık Bakanlığı yetkilileri araştıracak, inceleyecek ve sonuçta bir karar verecekler...

Bu arada da Doğal Hayat Özel Sağlık Hizmetleri Merkezi sahibi Suat Arusan, "Objektif" programında kendisine "Şarlatanlık yapmayın. İnsanların duygularıyla oynamayın. Gözümün sülükle açılabileceğini bilsem, dünyanın öbür ucundan milyonlarca sülük getirtirdim" diyen Metin Şentürk aleyhine 500 bin YTL’lik tazminat davası açmış... Ayrıca yine programda tartıştığı Türkiye Körler Federasyonu Başkanı Hasan Tatar’a da tazminat davası açmış... Bunun miktarı konusunda bilgimiz yok.

Bu arada da sanatçı Metin Şentürk de doktordan aşağı kalır mı, kalmaz elbette... O da;

"Tamam, ben 500 bin YTL vereyim ama gözlerim açılmazsa 1 milyon YTL’sini ve sahibi olduğu sağlık merkezini alır, onu da sülüklerle arkadaş yaparım, benden söylemesi. O olsa olsa sülüklerin efendisi olur, kimin gözünü açacak kardeşim. Göz sinirleri kurumuş hastaları sülükle tedavi edebilir mi, onu söylesin önce. Bunun tehlikeli sonuçları olur. Yüzlerce insanı boşu boşuna hayale kaptırırsınız. Bir hekimin daha dikkatli konuşması lazım. Bana dava açmış. O zaman benim gözlerimi açacak kardeşim. Açmazsa ben ona 1 milyon YTL’lik dava açıyorum. Hodri meydan, kimsenin kimseyi kandırmaya hakkı yok. Bu, insanların duygularıyla oynamaktır, umutlarıyla oynamaktır. Bu tür şeylerin sonuç vermeyeceğini biliyoruz. Bu bir çeşit üfürükçülüktür. İnsanları kandırmaya kimsenin hakkı yok. Bu adam insanlara daha fazla zarar verip onların umutlarıyla oynamaya devam ederse, hukuki anlamda harekete geçeceğim..." demiş..

Tamam onlar böyle kavga ededursunlar, benim aklım o minik yaratıklarda şimdi... O minik yaratıklar Türkiye'nin medarı iftiharları haline geldiler bir anda... Ancak tüm bu dava ve tazminat beklentisi içinde olan insanların beklentileri devam ederken, onlar açlık çekecekler... Çünki malum o sülükler insanın kanını emerek yaşamlarını sürdürüyorlar...

Tıp alemi bunlarla mücadele ededursun, peki ya devleti yiyip bitiren, "Sülüklerin Efendisi" olma yolunda servetlerine servet katan o sülükleri ne yapacağız? Halk bunlardan nasıl kurtulacak? Bunu da bir bilene sormak lazım... O "bir bileni" de nereden bulacağız orası da muamma... Elbet yarın öbür gün birisi çıkar da bize bunu anlatır nasılsa...

Ertan Yurderi

"Kötüyüm ben kötüyüm..."



Evin yemek saati…

Eşim bugün en sevdiğim kuru fasulye ve pilavı yapmış… Yanına kendi kurduğu karışık turşuyu da eklemiş… Bir de bunun yanına “bir baş soğan”ı da katınca, bugünkü yemeğimiz “yeme de yanında yat” misali oldu… Nasıl da karnım acıkmış… O vaziyette yemek masasının başına oturdum büyük bir iştahla… Karşımda da TV açık… Haberlere az kaldı, haber öncesi ise bitmez tükenmez “Reklamlar”ı izliyoruz birlikte…

Tam o sırada mikrobun biri TV’ye çıkmış, kendi ürününün reklamını yapmaz mı?..

“Kötüyüm ben kötüyüm, kötüyüm. Herkesi hasta ederim… Gırrrr… İshal yapar, kustururum, bezdiririm…”



Oldu mu bu şimdi ya… Tam yemek sırası bu oldu mu? Daha doğru dürüst fasulyemi yiyemeden gaz yapmaya başladı işte şimdi midemde… Sen neden kötüsün be mikrop herif, neden hasta edersin. Neden ishal yapar, kusturur, bezdirirsin… Yemek zevkimin de içine edersin… Hay ben senin gibi mikrobun diyeceğim, diyeceğim de…

“Yaratık mikrop şirin amaaa” dediğinizi duyar gibi oldum da kestim söylemimi… Yanlış mı duydum yoksa… Olmaz olsaydı da, yemek zevkimin içine etmeseydi. Üstelik de şirinmiş… Onun şirinliği batsın. Neresi şirin? Tam evlere şenlik türünden bir hilkat garibesi… Bebeler de TV’den seyrederken ürküyormuş bu mikroptan… Nasıl ürkmesin arkadaş, ben bile ürktüm şimdi…

Mikrobu şirin göstersinler diye Okan Baygülgen’e seslendirtmişler… Film aslen İngiliz yapımıymış… Reklam filmi, İngilizlerinkiyle karşılaştırınca Okan Bayülgen'in seslendirmede çok daha başarılı olduğu aşikarmış. Melodi de zaten çok tanıdık geliyor bizlere… Bir çocuk şarkısı. "London Bridge is falling down"… Yine de ağzıma: “Yahu Okan, senin işin gücün yok muydu be evlat… Öyle eften püften ve boktan işlerle uğraşıyorsun” diyesi geliyor… Görsem kendisini söyleyeceğim tabii ki de…



Bu arada genellikle mikrop figürlü hilkat garibeleri bağıra çağıra, çığlıklar atılarak öldürülür bu tür filmlerde… İzleyici de mikroba adeta acımaya başlarlar… Bu sefer öyle olmamış, ürünün etkinliği ön plana çıkarılarak, mikrop kaçamadan ya da bağıramadan bir anda yok edilmiş. Üstelik de acı macı bizlere gösterilmiyor. Sanki o ucubet şey bir anda ışınlanıp, yok oluyor… Böylece de ürünün hem güçlü, hem de insaflı olduğu ön plana çıkıyormuş… Bana ne bundan?

Gerçekten de bana ne bundan… Bana ürünü böyle mi tanıtmaları lazım. İştahımın en azdığı zamanda mı görmem lazımdı bu reklamı… Zaten kumandayı bulup, reklamı değiştirme fırsatını bulamadan, reklam bitiverdi… Ancak benim midem kalkıverdi… Sofradan da bir hışımla ve söylenerek kalkıverdim.

Hanım da hemen üzerine alındı, söylenerek kalkmamı…

“- Bey, beyy… Beğenmedin mi yoksa fasulyemi? Senin istediğin gibi pişirmiştim oysa…”

“- Yok be hayatım, sen ne zaman pişirsen ben zaten afiyetle mideme indirmiyor muyum… Ne alakası var beğenip beğenmemekle… Görmüyor musun TV’deki o mikrobu… Bu mikrop var ya bu mikrop, midemi bulandırdı” deyiverdim kadına avaz avaz avazlanarak…

Evet… Sofrada olduğumuz zamanlara rastlayan bu reklamı gerçekten de protesto ediyorum… El insaf yahu… Kim yemek vakti, ishal olmaktan ve kusmaktan bahsedilmesinden hoşlanır ki…

Gerçi Avrupa kanallarında buna benzer bir reklamı görmüştüm, o böyle tiksinç değildi… Mide falan da bulandırmıyordu… Gerçi ne konuştuklarını anlamıyordum… Bu film biraz aşırma olmuş gibi geldi bana…

Tamam şimdi hemen bu tekerleme de gençler arasında hızla yayılır… Dillere pelesenk olur… Espri malzemesi olarak kullanılır…Reklamı anladık, birilerinin bir şekilde aklına gelmiş… Çekmişler, hede höde… Hadi gel de şimdi verilen mesajı, bizim bebelere anlat, anlatabilirsen… İyi ki çocuğum büyük… Ona bunu nasıl anlatacaktım… Anlatmaktan vazgeçtim, onu tuvalete nasıl oturtacaktım…

Gerçi bu film sonrası ben de kıllanmadım değil hani… Bizler biraz eski kuşağız… Hepimiz alaturka tuvalet terbiyesi alarak büyüdük, sonra alafraganlaştık… Gerçi canım Türkiyemizde daha alafranganlaştıramadıklarımız da var…

Daha küçük bir çocukken alaturka tuvaletlerimiz devhülasa geliyordu bana… Hep geriye doğru düşüp, popomun kuburun içinde kalacağını ve kaldıktan sonra da fareler tarafından ısırılacağını düşündüğümden dolayıdır ki, bir türlü def-i hacetimi gideremiyordum… Bu yüzden de kabızlık çektiğim çok zamanlar oluyordu… O zamanlar annem baktı ki bu böyle olmayacak, beni lazımlık denen şu malum yuvarlak kaplara oturtmaya başlamıştı… Eh bu dört beş yaşına kadar böyle devam etti… Sonra ise yine malum alaturka tuvaletlerin müdavimleri olduk…

Eski zamanlarda evlerimiz de eski olduğundan dolayı, hep o tuvaletlerin ağzını büyük tahta kazıklarla kapatırdık… Hani içinden böcek möcek, fare mare çıkmasın diye… O zamanlar şehir kanalizasyonları da eskiydi… İçinde de hem fare irisi hem de yaşlısı olan keme ya da cerun denilen fareler yaşardı… Alimallah mabadınızı bir kaptılar mı, “yandık gülüm ketenhelva” misali oluverirdiniz... 12 adet tekmili birden tetanos iğnesi de cabası…

“- Heyhat Ertan Bey… Tüm bunlara vasıl olan biri olarak şimdi bir mikroptan mı ürküyorsunuz” dediğinizi de duyar gibiyim…


 
Tamam ürkmememiz lazım da… Bunu gel de bilinçaltıma anlat anlatabilirsen… O zamanlardan bu yana bilinçaltımıza yerleştirdiğimiz bu durum sebebiyle, oturduğumuz alafranga tuvaletlerde de mabadlarımız "bir tavşan ürkekliğinde" hal gidermeye devam etmiştir her zaman…

Hal böyleyken o mini mini bebeler nasıl ürkmesinler o yaratığı görünce… Bence onlar da hayatları boyunca alafranga tuvalete oturamazlar bir daha… Otursalar bile benim gibi bilinçaltına yerleştirdikleri o sevimsiz mahlukatın hayaliyle, “Acaba benim popomu da gelip ham yapar mı?” diye düşünmeden de edemezler…

Bence böyle animasyonlar yerine ürünü daha başka türde tanıtamazlar mıydı? diye düşünüyorum... Bu arada da reklam amacına ulaştı mı ulaşmadı mı bilmiyorum… Bu ürünü kullananlara sormak lazım… Şayet ulaşmamışsa, satın almayı büyük ölçüde etkileyen mesajlarla dolu olan bu filme bağlıyorum… Çocuklarının o reklamdan dolayı etkilenmiş ailelerin kızgınlığıdır bu bir bakıma da… Şimdi bu reklam filmi gösterime devam edecekse, küçük çocukları korumak adına TV’deki diziler gibi + ‘lı yaş engellemeleri konulmalı kanımca…

Neyse bir reklam filmi yüzünden canım kurufasulye ve pilav güme gitti… Bilinçaltımızdaki düşünceler de yeniden alevlendi… Tüm bunların müsebbibi de o hilkat garibesi mikrop…
 

 
Aradan biraz zaman geçti… Bu sefer de hanım içerden seslendi:

“- Tamam bey gel, tuvalet tertemiz oldu bak… Gönül rahatlığıyla rahatlayabilirsin…” dedi…

Gittim baktım, hakikaten de tuvalet pırıl pırıldı… Hanımın elinde de o ürün vardı… Ben de uzak mesafe yolculuğuna çıkan turistler gibi hazırlanarak, kültürümü artıran gazetemi de yanıma katarak def-i hacet yolculuğuma başladım…

Ancak yine de "popomun ısırılması korkusu" bilinçaltımdaki yerini hâlâ muhafaza ediyordu…

Ertan Yurderi