27 Mayıs 2011 Cuma

Uçkuristan Cumhuriyeti'nde iki site daha kapatıldı


Uçkuristan Cumhuriyeti'nde birileri uçkurlarına sahip olamıyor, bu yüzden fatura tüm internet kullanıcılarına kesiliyor.

Rapidshare ve fileserve adlı paylaşım sitelerine de yasak geldi... Kaset skandalı yüzünden toplam yasaklı site sayısı 5'e çıktı...

Yahu kardeşim, bana ne senin adamlarının metreslerinden, imam nikâhlı eşlerinden... Senin poponun ve pipinin meraklısı da değiliz, yattığın kadının sarkık memesini görmekten de ...

Hem bu siteleri Türkiye'den yasaklamak kadar aptalca bir şey olabilir mi? Bu siteler zaten yurt dışında açık... İsteyen yeniden yükleme yapabilir bu sitelere ...

Ayrıca bu sitelere Türkiye'den basit bir DNS değişikliği ile zaten girilebiliniyor.

Kaset yüklemek isteyen birisi yurt dışından örneğin Amerika'dan, Almanya'dan ve tüm ülkelerden yeniden yükleme yapabilir...

Ayrıca DNS ayarlarını değiştiren bir kişi de yine Türkiye'den yükleme yapabilir...

Bu kadar teknolojiden yoksun, bilgisiz avukatlar ve mahkemeler de olunca... Kes faturayı abalıya misali, fatura hemen internet kullanıcılarına kesiliyor...

Nerdeyse kuş uçtu kapatın siteyi, ayak parmağı göründü kapatın siteyi, burnunu karıştırdı kapatın siteyi hale geldiler ...

Millet bu paylaşım sitelerinin çoğunu depolama için kullanıyor, buralara para ödüyor... Şimdi ne olacak bu sitelere para ödeyenlerin hali...

Böyle bir SANSÜR'leme ve KAPATMA mantığı hiçbir ülkede yok, olamaz da...

Bu teknoloji özürlüleri, yasaklamalarla internetle başa çıkamayacakları hiç anlayamayacaklar sanırım...

İnternette hiçbir şeyi yasaklamak çözüm değil... Millet teknolojiyi kullanarak ne yapar, ne eder yeniden girer gireceği sitelere ...

Bu gidişle bu zihniyet, önce interneti, sonra da bilgisayar kullanımını toptan yasaklatırlar ...

Yuh diyorum artık... Yuhhhhhhhhh ...

Yahu bırakın milletin internetiyle uğraşmayı, doğru düzgün adam olun ADAM... Seçim meydanlarında görüyoruz halinizi, elinize, dilinize sahip olamıyorsunuz, bari biraz BELİ'nize sahip olun da sizi ADAM sansınlar...

Bizim koyun misali her yapılan absürdlüğe sessiz kalan halka da sesleniyorum... "Yeter ulan" deyin artık ... "Bıktık !!!" deyin "Sizin pis siyasetinizden de, sizden de bıktık" deyin ... Önünüzde fırsat var... 12 Haziran'a şunun şurasında ne kaldı ... Ona göre gidin oyunuzu kullanın... Bu yasakları artık sona erdirin...

Yoksa yaşanamayacak hale gelecek bu canım ülke, yazık olacak saf ve yalnız halkıma...

Ertan Yurderi

26 Mayıs 2011 Perşembe

"Ne Şeriat, Ne Darbe, Kafası Güzel Türkiye"


"Ya ya ya, şa şa şa, Danıştay Danıştay çok yaşa !.."

"Ne Şeriat, Ne Darbe, Kafası Güzel Türkiye" ...
 
Yıllardır "Alkolik Tavır" ile tavırlanan gençler, Danıştay'ın bu kararı sonucu mücadelelerini kazandılar galiba ... Söylemleri neydi, bir kez daha kulak verelim seslerine ...


Geçtiğimiz dönemlerde yaşadığımız topraklarda yaratılan halüsyonik kutuplaşmada genç arkadaşlarımızın bir çoğunun soluğu "Cumhuriyet mitingleri"nde aldığı, bir kısmının da merkezde bulunan AKP'nin sözümona demokratik açılımının peşinde gittiğini gördük. 

Ülke o kadar gerildi ki "Ya ondansın ya da bundan" ikilemi ile bize ne kadar "Özgür ve demokratik" bir ortamda yaşadığımız hatırlatılmak istendi.

Farklı inançlara ve kimliklere tahammülsüzlük had safhadaydı.
  
Sonuç olarak halüsyonik şeriat paranoyası ve post-darbe destekçiliğinin karşısına bu atmosferi "ti"ye alan bir slogan ile YOL'a çıktık. "Kafası güzel Türkiye" diye.

Onun için "Tek yol alkol!.." diyoruz...

Evet gençler, burası gerçek Türkiye !.. ... Hem de kafası güzel insanların yaşadığı gerçek Türkiye ... Ne'yi neden yaptığını bilmeyen, kafalarındaki zihniyete göre yönetilen bir Türkiye ...

"Özgürlükler !!! " ve "İ-LE-Rİ demokrasi !!! " adına yapılan her türlü harekete tavırlanan Türkiye'nin gerçek aklıselimleri alkol yasağını ŞİMDİLİK durdurdu durdurmasına da; 12 Haziran sonrası Meclis'ten yeni yönetmelikler çıkar mı çıkmaz mı orası ise GERÇEKTEN muamma... 

Bu muammanın gölgesinde, sloganlarınıza bir fazla ses daha katkımız olsun... Bağırtılarınıza, bağırtılarımızla eşlik edelim: "Ne Şeriat, Ne Darbe, Kafası Güzel Türkiye" ... "Haydi kadehler havaya, şerefe !.." 

Ertan Yurderi

14 Mayıs 2011 Cumartesi

Muhabbet kuşları "Muhteşem Yüzyıl"a nasıl kondu?



Bugünkü konumuz siyasetten, ondan, bundan, şundan uzak olsun... Biz TV'lerimizde neler oluyor bitiyor, millet nasıl uyutuluyor ona bakalım biraz...

İzlediğimiz bazı TV dizilerindeki hatalar yüzünden insan gülmemek için kendini zor tutarken, bazen de saçını başını yoluyor...

"Bu kadar da cahillik olur mu? Olmaz elbet..." diyorsunuz kendi kendinize...
Ama bizim TV senaristlerine göre herşey olur ...

Kimsenin aklına araştırma yapmak gelmez ki zaten...
Nasılsa bu millet önüne hangi dizi konulursa konulsun, izliyor mu izliyor...
Reklam alıyor mu dizi, alıyor... Gerisini boşver... Hatalar da tuzu biberi olsun anlayışı hakim...

Geçen gün Show TV'de yayınlanan "Muhteşem Yüzyıl" dizisinde öyle bir sahneye imza attılar ki, bu kadarına da "çüşşş" dedim...

Kuş besleyenler, hele ki muhabbet kuşu besleyenler bilirler ki, bu kuşların anavatanı Avustralya'dır ...

Avustralya kıtası da ilk kez 1606 yılında Williem Jansz tarafından keşfedilmiş, 1770 yılında Kaptan James Cook’un, İngiltere Krallığı adına kıtanın batı kıyısına çıkması ve bölgeye “New South Wales” adını vermesiyle gündeme gelmiştir.

Demek ki biz Türkler, Avustralya'yı 100 yıl öncesi keşfetmişiz ve muhabbet kuşlarını saraya kadar getirmişiz Hürrem Sultan'a hediye etmişiz de bu keşiften ve kuşlardan dünyanın hiç haberi olmamış ...

Pes doğrusu...

Yahu Kanuni 1495-1566 yılları arasında yaşadığına göre, bu kuşların "Muhteşem Yüzyıl" dizisinde işi ne? O zamanlar nasıl getirmişler bu kuşları keşfedilmemiş Avustralya kıtasından...

Acaba gökten zembille inmiş olmasın?

Dizinin yapımcıları ve danışmanları bu tip ufak ayrıntılara dikkat ederse, dizi daha gerçekçi olur ... Böyle absürdlüklere de imza atılmamış olur...

Bakalım bu dizide daha ne komiklikler seyredeceğiz?

Neyse muhabbet kuşları ve Hürrem Sultan ile Kanuni birbirleriyle muhabbet ededursunlar... Ben bu akşam Fox TV'de oynayacak "Lale Devri"ni bekleyeyim en iyisi...

Dizideki Yeşim karakterinin bebeği birkaç bölümdür ultrasonda kocaman gözüküyor ancak karnının hiç büyümediğini görüyorum... Acaba nasıl gizliyor o koca bebeği karnında, onu çözmeye çalışayım jinekolog olan arkadaşımla ... İşin sırrını çözebilirsek, hamile kalmış kadın milletine bir faydamız dokunur değil mi?..

Ertan Yurderi

13 Mayıs 2011 Cuma

"Kolll" gibi Projeler Ülkesi ...


Gün geçmiyor ki, çılgın projelerle ilgili açıklamalar ardı sıra gelmesin...
Birileri de açıklanan bu projeleri yerlere göklere sığdıramasın...

"Uyan hemşerim... Adamlar sana kollll gibi" projeyle "sığdırmaya" geliyor diyeceğim, ama senin umurunda değil ki ... Tek derdin, makarna, bulgur ve yağ ...

Neyse sen bilirsin, benden söylemesi...

Bu ülkenin başında ben olsam var ya; sadece Su, Elektrik, Doğalgaz, köprü ve BENZİN ile bu memleketin kişi başına düşen GSMH'sını 10.000 $ (!!) değil, 20.000 $ (Reel) çıkartırdım diye düşünüyorum.

Devlet, Kurumlar Vergisi'nden bile benzinin yüzdeleriyle para toplayamıyorken ne gerek var zaten Kurumlar Vergisi'ne değil mi?...

Benzinin yanında bunların lafı mı olur, esamesini mi okunur.

Memur ve işçi kısmısı zaten hiçbir şeyi vergiden düşemediğinden dolayı maaşından kesintilerle babalar gibi ödüyor vergisini... Bırak kurumları, ne işin var kurumlarla senin... Sen devam et memurla, işçiyle, emekliyle... Nasılsa zavallılar bir yandan GSMH'leri yükselecek diye bekliyorlar, bir yandan da paket paket bulgur, makarna, un yolu gözlüyorlar...

Eskiden atalarımız: "Vergi kutsaldır"... "Verginizi mutlaka ödeyin" derlermiş...

Ayrıca cümlenin sonuna şu sözü de ilave ederlermiş:

"Vergilerinizi ödeyin, ödeyin kiiiii... Onlar bir gün size mutlaka Yol, Su, Elektrik ve Köprü olarak geri dönecektiiiirrrrr..."

Şimdiler de ise bırakın ödediğiniz kutsal vergiyi ve kutsal benzin katkısını, onlarla yapılanlar bile (Yol, Su, Elektrik ve köprü) bize tekrardan "Kol... böreği, Voyvoda Kazığı" olarak geri dönüyor vesselam.

Bari "hazır soyunmuşkene" şu cari açığı da kapatsak diyorum hani.

Ha gayret aslanlarım!.. Her gün, bol bol benzin alın, günde en az 3-4 kere köprü ve paralı yollardan geçin ne duruyorsunuz, haydi yollara ...

Alem FM'de Nihat Sırdar ve Sivrisinek "benzin fiyatlarını protesto için" bir ara flaşör yakma kampanyası yapıyorlardı ya yollarda, belli saatlerde... Siz onlara da bakmayın ne protestosu, neyin protestosu, bol bol benzin tüketin kardeşim... Bol bol benzin tüketin ...

Siz de katılın benim kampanyama... "Borç yiğidin kamçısıdır", "Türk'üz biz... Açıklarımızı her zaman kapatırız."

Cari açığımızı da kapatırız... Hatta biraz daha sıkarsak kemerlerimizi: Döt-dişimizi de...

"Hadi bir KOLLLL daha verin bana ya... Alıştık nasılsa..." dediğinizi duyar gibiyim aslanlarım!.. Sesiniz çok az çıkıyor ama, neyse varsın az çıksın... "Kolll gibi vergiler" nasılsa müstehak sana ...

Ertan Yurderi

12 Mayıs 2011 Perşembe

Bilim, Gelecek ve Beklenti: Her Şeyi Değiştirecek 12 Olgu




Bilim, evren ve insanların evrendeki konumları ile ilgili anlayışımızı değiştirdiği gibi, denetimimiz dışındaki değişimleri kavramamıza ve bu değişimlere ayak uydurmamıza da yardımcı olan bir daldır…
Görelilik, doğal seçilim, tohum kuramı, günmerkezlilik (helyosantrizm) ve doğal olgularla ilgili daha nice açıklamalar, insanların zekaya ilişkin ve kültürel anayışlarını yeniden biçimlendirmiştir. Aynı durum internet, biçimsel mantık, mimarlık ve tekerlek gibi farklı buluşlar için de geçerlidir…
Şöyle önümüzdeki yaşanacak olan 40 veya 50 yılı bir düşünelim… 2050 yılında yaşanması muhtemel olgulara ve bunların meydana gelme olasılıklarına bir göz atalım…
Bunlardan birkaçına neredeyse kesin, çoğuna olası, bir kısmına olası değil ve oldukça uzak bir olasılık gözüyle bakabiliriz…
Şimdi bunları gözden geçirelim isterseniz…
1- İnsanın klonlanması (olası)
1996 yılıda Dolly adlı koyunun dünyaya gelmesinden bu yana, insanın üreme amaçlı klonlanması da kaçınılmazmış gibi görünüyor. Ne var ki, öteki memelilerde elde edilen başarıya karşın, insanlarda bu sürecin çok daha zorlu olduğu su götürmez bir gerçek. Bir yumurta hücresinin çekirdeği yerine bir başka hücrenin çekirdeğini yerleştirmek suretiyle klonlar oluşturan bilim insanları bugüne dek çok sayıda insan dölütü klonlamış olmalarına karşın, bunların hiçbiri ilk aşamadan sonrasına geçmeyi başaramadı.
İnsan klonlama yaşama geçirilirse, bu uygulamanın “dünyanın kısıtlı bir bölgesinde” büyük olasılıkla varlıklı ve sıra dıı bir kişi üzerinde deneneceği düşünülüyor. Hiç kuşkusuz, yaşam yaratmanın yeni yollarını geliştirmek insanları böylesine engin bir bilimsel güçten yararlanılmasının beraberinde getireceği sorumlulukları da enine boyuna düşünmeye zorlayacak.
2- Ek boyutlar (% 50-50)
Kolunuzu uzayın dördüncü bir boyutuna uzatmak müthiş bir duygu olmaz mıydı? O zaman kendinizi sıradan geometrinin boyunduruğundan kurtarmış olurdunuz. Arapsaçına dönmüş elektrik kabloları kolayca çözülüverir, diş hekimleri dişinizi oymaya, hatta ağzınızı açmaya bile gerek duymadan kanal tedavisi yapabilirlerdi.
Yerçekiminin göreli güçsüzlüğünden görünürde birbirlerinden farklı parçacık ve güçler arasındaki yakın benzerliklere, çevremizdeki dünyanın çeşitli gizemleri bilinen evrenin daha yüksek boyutta bir gerçekliğin yalnızca gölgesiymiş izlenimini veriyor. Eğer gerçekten de öyle ise, Cenevre yakınındaki Büyük Hadron Çarpıştırıcısı’nın (LHC) parçacıkları dağıtarak onların üç boyutlu kalmalarına neden olan engelleri ortadan kaldırmaya yetecek enerjiyi salması ve o akıllara durgunluk veren alana girmemize olanak tanıması da işten değil.
Modern fizik kuramlarında ek boyutlarla ilgili temel gerekçe, tüm farklı parçacıkları tek bir grupta birletirmeyi hedefleyen, süper bakışımlılık kavramıdır. Süper bakışımlılık ancak uzay toplam 10 boyuta sahip olursa bu amaca ulaşabilir.
Ek boyutların keşfi yalnızca fiziği değil, ona bağlı disiplinleri de dönüştürebilir. Ek boyutlar kozmik ivme gibi gizemleri aydınlığa kavuşturabileceği gibi, boyutluluk kavramının yeniden ele alınması yönünde de bir ilk adım oluşturup, uzay ile zamanın uzamsız ve zamansız bir alanda tükendiği fiziksel ilkelerden ortaya çıktığı duygusunu daha da pekiştirebilir.
3- Dünyadışı zekâ (olası değil)
1960 yılında, 29 yaşında genç bir gökbilimci olan Frank Drake 26 metre genişliğinde bir radyo teleskobunu yakındaki iki yıldıza yönelterek oradaki olası uygurlıklardan gelebilecek yayınların izini sürmeye çalıştı. Bu çabası boşa gitmekle birlikte, Drake’in Ozma Projesi dünya  dışı zeka arayışı (SETI) girişimini başlatmış oldu.
Mayıs 2010’da 80 yaşına merdiven dayayan Drake, halen Carl Sagan Evrende Yaşam Araştırma Merkezi’ni yönetiyor. Bir zamanlar gökbilimsel aygıtlarla südürülen çalışmalar artık bu amaçla geliştirilmiş Allen Teleskop Dizgesi (ATA) gibi araçlarla yürütülüyor. Bugüne dek gerçekleştirilen en kapsamlı kampanyalardan biri olan ve dünyanın en büyük teleskoplarıyla yakın yıldızları araştıran Phoenix Projesi kapamında 9 yılda yaklaşık 800 yıldız incelendi. Samanyolu’nun yüzde birinin milyonda birinden azına eşit sayıdaki bu yıldızlardan bile sinir bozucu sayıda olası sinyal parametleri elde edildi. Bu parametreler, dünya üzerindeki radyo gibi frekans, zaman, modülasyon türü vb. bilgileri içeriyorlar.
Ne var ki, yeryüzü-benzeri dünyalarda bile teknolojik, radyo yayını yapan yaşam pek yaygın olmayabilir. Araştırmacılar mikrop ya da küf gibi daha basit yaşam biçimlerinin bulunması konusunda çok daha umutlular.
4- Nükleer Değiş Tokuş (olası değil)
Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve ABD, Rusya ve başka ülkelerin silahların denetlenmesi yönündeki girişimleri sonucunda küresel çapta nükleer yok oluş tehlikesi büyük ölçüde giderilmiş oldu. Ancak bozguncu uluslar ve bitmek bilmeyen gerilimler yerel nükleer silah değiş tokuşunu yaşamın bir gerçeği durumuna getiriyor.
Gelgelelim, örneğin Pakistan ve Hindistan arasında bir değiş tokuş olması durumunda söz konusu olabilecek, küreel çapta bir etki ancak düzinelerce bombanın patlamasıyla meydana gelebilir. Bilim insanları bu etkileri örneklemeye çalışırlarken söz konusu ulusların tüm silah depolarını boşalttıkları, böylece Hiroşima boyutunda 100 kadar bombanın patlatıldığı varsayımından yola çıkıyor. Böyle bir savaşta ölen 20 milyon insanın yanı sıra, çatışmanın dışında kalan çok sayıda insanın da üst hava küreye yayılan yaklaşık 5 milyon ton is ve duman nedeniyle zamanla yaşamlarını yitirecekleri öngörülüyor.
İklimsel etkilerle katı parçacıkların yaklaşık bir hafta içinde çevreye yayılacağı, iki ay içinde gezegeni kaplayacağı, kararan gökyüzü nedeniyle bitkilerin güneşten yoksun kalacakları ve bunun da besin zincirinde 10 yıllık bir etki yaratacağı, sonuçta yaklaşık bir milyar insanın açlıktan öleceği düşünülüyor.
Ancak dünyayı tümden değiştirecek böylesine iç karartıcı bir olgunun asla yaşanmaması insanların elinde ve de sorumluluğunda.
5- Asteroit çarpması (olası değil)
Yakın bir zamanda tarihi yeniden yazdırmaya aday bir asteroit yok gibi görünüyor. Ancak önümüzdeki 200 yıl içinde havakürede küçük bir uzay taşının bir kenti yerle bir edebileceği bir güçte patlaması olası.
Kısaca DYS olarak bilinen Dünyaya Yakın Cisimler, yörüngeleri günberi noktasında olup, gezegenimizin 195 milyon kilometre yakınına dek gelen asteroit ya da kuyruklu yıldızlardır. NASA çapı 1 kilometre ya da 1 kilometrenin üzerinde olan 940 DYC saptadı (bu boyuttaki toplam DYC’lerin %85 kadarı) ve bunların hiçbirisinin dünyaya çarpması beklenmiyor.
Ancak, Ulusal Araştırma Konseyi’nin bu yılın başlarında yayınladığı rapora göre, asıl büyük tehlikeyi daha küçük göktaşları oluşturuyor. Sayıları 100.000 kadar olan bu asteroit ya da kuyruklu yıldızların, dünyanın sonunu getiremeyecek denli küçük olsalar bile, 300 megaton TNT’nin yaratabileceğine denk bir etki yaratabileceklerine dikkat çekiliyor.
6- Ölümcül Salgın (% 50-50)
Yeni bir grip ya da herhangi bir hastalık virüsü, genç ve sağlıklı olanlar da dahil, milyonlarca kişinin ölümüne yol açabilir. Böylesi bir salgın durumunda büyük olasılıkla çok sayıda ülke sınır kapılarını kapatır. Bu da bireyler arasında ayrımcılığı, hükümetler arasında karşılıklı suçlamalara neden olur. Sonuçta uluslararası ticarette bir düşüş meydana gelir ve ülke ekonomileri ciddi ölçülede zarara uğrar.
Salgın hastalık tehlikesi ortaya çıkar çıkmaz, politikacılar ve başka meslek yöneticileri yalan yanlış ya da eksik bilgilerden yola çıkarak bir takım katı kararlar almak zorunda kalır. Hükümetler salgın hastalığın üstesinden gelmeye çabalarken temel insan hakları ciddi biçimde çiğnenebilir. Salgın kaynağı insan olduğunda, bunun toplum üzerinde yarattığı etki doğal bir afetin yarattığından çok daha kötü olur.
7- Yaşamın yaratılması (neredeyse kesin)
Günümüzde sentetik biyoloji mevcut organizmaların üzerinde oynamalar yapmakla ilgilidir. DNA üzerinde yapılan oynamalar yeni kimyasalların, yakıtların, hatta ilaçların üretilmesine yol açabilir. Bu alanda çalışan bilim insanları yaşamın yapı taşlarını sıfırdan oluşturup, bunları zaten canlı olan bir yapıya ekliyor ya da doğal yapıtaşlarının yerine yerleştiriyorlar.
Gerçekten de, sentetik biyoloji mühendisliğin büyük ölçekli ilkelerinin dirimbilimin alanına katılmasından ibaret. İlke olarak üretilen her şey dirimbilim ile üretilebilir. Bunun küçük ölçekli örneklerine şimdiden rastlanıyor. Yüksek sıcaklıktaki mikroplardan elde edilen ve yeniden işlemden geçirilerek soğuk suda yıkamaya elverişli çamaşır deterjanlarında kullanılan enzimler bunlardan biri.
Kimi bilim insanları yaşamın yeniden yaratılmasına çalışıyorlar. Nitekim J.Craig Venter Enstitüsü’nden Carole Lartigue, Hamilton Smith ve diğer araştırmacılar sıfırdan bakteri genomu oluşturmayı, hatta bir mikrop türünü başka bir türe dönüştürmeyi başardı. Başka bir yerde araştırmacılar sentetik biyolojide kullanılacak enzimlerin oluşturulması amacıyla yapay organeller yarattı. Öyle ki sıfırdan yaşamın yaratılması an meselesi.
8- Oda sıcaklığında süper iletkenler (% 50-50)
Normal sıcaklık ve basınçlarda işlev gören süper iletkenler gerçek anlamda küresel bir enerji kaynağı oluşturabilirler. Sahra güneşi Akdeniz’in tabanına yerleştirilen süper iletkenler aracılığıyla Batı Avrupa’ya güç sağlayabilir. Ne var ki, oda sıcaklığında süper iletkenin nasıl yapılacağı konusu ilk süper iletkenlerin oluşturulduğu 1986 yılından bu yana gizemini koruyor.
İki yıl önce tümden yeni bir süper iletken sınıfının bulunmuş olması araştırmacıların hedefe ulaşması konusunda daha umutlu olmalarını sağlasa da, bugüne dek çok büyük bir ilerleme kaydedilemediği belirtiliyor.
9- Makine farkındalığı (olası)
Yapay zeka araştırmacıları kendi kendilerini yenileyebilen, farklı koşullara kendi başlarına uyum sağlayabilen yüksek zeka düzeyli bilgisayar ve robotların dünyayı değiştirebileceğini inanıyor. Bunun ne zaman gerçekleşeceği, hangi sınırlara ulaşacağı ve insanların bu konuda neler yapabileceği ise henüz tam olarak bilinmiyor. Günümüzün akıllı makineleri bilinen koşullarda belirli görevleri yerine getirmek üzere tasarlanmış makineler. Ancak gelecekte bu tür makineler biraz daha özerklik kazanabilir.
10- Kutuplardaki erime (olası)
Bir buz kütlesinin erimesi yüzyıllar alabilir. Yine de, buzlardaki erimenin bilim insanlarının daha birkaç yıl önce umduklarından çok daha hızlı bir seyir izlendiği söylenebilir. Deniz yüzeyindeki yükselme yavaş olmakla birlikte, yıkıcı etkiler yaratan fırtına ve benzeri afetlerin meydana gelme olasılığı hızla artıyor.
Uzmanlar, sera gazlarında bir düşüş sağlansa bile, kutuplardaki erimenin önüne geçilmesinin son derece güç olacağına dikkat çekiyor. Buzulların erime hızı, iklimdeki genel değişim hızının gerisinde kalsa bile, buzullar tümden eridiğinde bunların yeniden oluşmalarının çok daha uzun ve zorlu bir süreç olacağına parmak basıyorlar. İnsanların çok daha sulu bir dünyaya nasıl ayak uyduracakları konusu ise henüz bilinmiyor.
11- Pasifik depremi (nerdeyse kesin)
San Andreas fay hattının büyük bir bölümünün bir defada kırılması 8.2 şiddetide bir depremin yaşanmasına neden olabilir. Kaliforniya’nın güneyinden başlayıp kuzeyde San Fransisco’ya (Bay Area) dek uzanan 1300 kilometrelik fay, Kuzey Amerika levhası ile Pasifik levhası arasındaki sınırı oluşturuyor.
Yerbilimsel kayıtlardan yola çıkan bilim insanları fayın genelde 150 yılda bir kırıldığına, son büyük kırılmanın yaklaşık 300 yıl önce gerçekleştiğine dikkat çekiyor.
Gelgelelim, kırılma olasılığı yüksek olan tek fay San Andreas değil. Kuzeybatı Pasifik levha sınırındaki bir kırılma 9.0 şiddetinde bir depreme neden olabilir. Böylesine büyük bir depremin tam olarak ne zaman meydana geleceğini önceden kestirmek olanaksız olsa da, yakın bir zamanda yaşanabileceğinin ayırdında olmak, olası zararı büyük ölçüde azaltabilir. En az 7.8 şiddetinde depreme dayanıklı çağdaş yapı teknikleri ve kamuoyu bilinçlendirme kampanyaları sayesinde depremler korkulu bir düş olmaktan çıkabilirler.
12- Füzyon Enerjisi (oldukça uzak bir olasılık)
Kuramsal açıdan ele alındığında, füzyon ya da nükleer kaynaşmaya dayalı enerji santralları dünyanın giderek artan enerji gereksinimi sorununa çözüm getirebilir. Sıradan deniz suyunda bulunan bir tür ağır hidrojen ile çalışacak bu santrallar kurumlu kirletici, nükleer atık ve sera gazı benzeri maddeleri üretmeyeceklerinden, çevreye de zarar vermeyecekler.
Ne var ki, uygulamada, füzyon dünyamız üzerinde fizikçilerin düşledikleri türde bir değişiklik yaratmayabilir. Füzyondan enerji kaynağı olarak yararlanılması için gerekli teknolojiye henüz sahip olaadığımız gibi, geliştirilecek ilk reaktörlerin içinde bulunduğumuz yüzyılda yaygın biçimde kullanılamayacak denli pahalı olacakları da su götürmez bir gerçek.
Kaynak: Scientific American – June 2010 – 12 EVENTS What the future holds that will change everything
http://www.scientificamerican.com/sciammag/?contents=2010-06
Çeviri: Rita Urgan (CBT 1217 / 8-9)


Modern Yaşamın Yeni Duyguları




Çağımızın altı temel duygusunu sayabilir misiniz desem bu konuda bir görüş birliğine varacağımızı zannetmiyorum… Çünkü bu konuda herkesin farklı düşünceleri olabilir…
Ancak ruhbilimciler altı temel duygu konusunda ortak bir görüşte birleşmişler: Neşe, Üzüntü, Öfke, Korku, Şaşkınlık ve Tiksinti.
Listeyi oluşturan bu Büyük Altılı, gerçekten de dünyanın neresinde olursanız olun insanların yüzlerine aynı biçimde yansıyan duyguları içerir…
İnsanların bir tür olarak yaşamlarını sürdürmelerinde önemli bir rol oynayan bu duygular, yarım yüzyılı aşkın bir süre boyunca yoğun araştırmalara konu olmuşlardır…
Atalarımız, düşmanlarından kaçmak ya da onların üstesinden gelmek için korku ve öfkeye, hastalıklardan kaçınmak için tiksinmeye gerek duyarlardı…
Fakat, zaman artık çok değişti. Şimdi daha başka duyguların öne çıktığı, çok daha incelikli bir dünyada yaşamaya başladık… Hırs, utanç, sıkıntı, gerginlik, kıskançlık ve sevgi, modern çağı simgeleyen duygular olabilir.
Tüm bunlara rağmen günümüzde giderek önem kazanan çok daha garip duygular da var…
Bu yazıda sizlere, 6 temel duygumuza yeni katılan modern çağın 5 duygusundan bahsetmek istiyorum… Bunlar sırasıyla; Yüceltme, İlgi, Şükran, Gurur ve Kafa Karışıklığı duygularıdır.
YÜCELTME (Moral Verici Duygu)
Virginia Üniversitesi’nden Jonathan Heidt’ın adını koyduğu Yüceltme duygusu, görünüşte evrensel bir duygu gibi görülüyor.
Ancak bu duygunun yaşamımızı sürdürmeye yarayan en temel duygular arasında yer alabilmesi için bir amaç içermesi, gelişmemizi sağlayacak edimleri devinime geçirmesi gerekiyor.
O halde, yüceltme ne işe yarıyor?
J. Heidt, önceleri bu duygunun bizleri daha soylu, ya da daha yüce gönüllü kıldığına inanıyordu. Ancak denekleri iki gruba ayırıp birine Ophrah dizisinden yüceltici bir sahne, ötekine de Seinfeld dizisinden yüceltici olmayan bir sahne izlettiği ve ardından onlara bir yabancıya yardım etme şansı tanıdığı araştırması sonucunda, her iki grup arasında herhangi bir fark göremedi.
Bunun üzerine, yüceltilen insanların bu deneyimlerini dile getirirken sıklıkla sözünü ettikleri tıkanma duygusunun oksitosin hormonuyla ilintili olabileceğini düşündü. Öğrencisi Jennifer Silvers’ın oksitosinin emziren annelerde süt akışını sağladığı görüşünden yola çıkan Heidt, bu kez aynı kayıtları emziren annelere izletti.
Sonuçta Ophrah izleyen annelerin, Seinfeld izleyenlere kıyasla, sütünde bir artış olduğu ve bebeklerini beslemeye ve kucaklamaya daha uzun zaman ayırdıkları görüldü. Oksitosin, insanların yabancılara yardım etmelerini sağlamak yerine, dokunma, kucaklaşma ve karşılıklı güven duygusu yaratma gibi arzuları körüklüyordu.
Görülen şu ki, yüceltmenin bir fizyolojik bir de güdüleyici etkisi var. Ancak, Büyük Altılı’nın tersine, yüze yansıyan belli bir göstergesi yok. Yüceltme aynı zamanda oldukça ender tanık olunan bir duygu. Kişiden kişiye büyük farklılıklar gösterse de, insanlar genelde bu duyguyu haftada bir kereden daha az yaşıyor. Heidt, yücelte duygusunun güven yaratma amacıyla kullanılabilmesi durumunda günümüz dünyasında kişisel ilişkilerin güçlenmesine ya da onarılmasına katkıda bulunabileceğine dikkat çekiyor…
İLGİ (Merak Uyandırıcı Duygu)
İlgi, korku ya da neşeye kıyasla insanın yüzünden çok daha güçlükle okunan bir duygu olmasına karşın, yine de kendine özgü bir yüz ifadesine sahip. İlginin de görünürde bir amacı var. Kuzey Carolina Üniversitesi ruhbilim uzmanlarından Paul Silvia bu duygunun insanlarda öğrenmeyi – para ya da başarı sağlamaktan çok, salt bilgi sahibi olmak amacıyla öğrenmeyi – körüklediğine inanıyor. Bu da ilginin neden günümüzde saygınlık kazandığı konusuna bir açıklık getirebilir. Bu durum alışkın olmadığımız deneyimlerle birlikte ortaya çıkan korku ve kaygı karşısında dengeleyici bir unsur olarak değerlendirilebilir.
İlgiden yoksunluk insanlarda genellikle sinir bozucu bir etki yaratan yeniliklerden ya da karmaşık koşullardan kaçınmamıza neden olur.
Silvia, bu durumun evrimsel tarih açısından ele alındığında son derece mantıklı olduğuna, ancak günümüz dünyasında entelektüel gelişmeyi önleyeceğinden feci sonuçlar doğurabileceğine dikkat çekiyor.
İlginin daha farklı bir konuma oturtulması gerektiğini savunan bir başka görüş de, bu duygu sonucunda işlerin ters de gidebileceği olasılığı.
Kimi ruhbilimcilerin temel duyguyu tanımlarken kullandıkları bir ölçüt, o duyguyla bağlantılı sapmaların ya da olumsuzlukların olmasıdır.
Örneğin, aşırdı düzeyde korku duyma panik ya da süreğen kaygıya neden olabilir. Benzer biçimde, aşırı ilgi de yinelemeli, tüketici ve zorlayıcı davranışlara yol açabilir.
O halde, ilginin duygular kümesindeki konumu nedir? Doğuştan meraklı yaratıklar olan insanlar günlük yaşamlarında sürekli ilgi duyarlar ve ilgi duydukları konulara epey zaman harcayıp, bunlar üzerinde kafa yorarlar. Yalnızca bu durum bile ilginin duygular arasında önemli bir yere sahip olmasını gerektirebilir. Ancak Silvia’ya göre, ilginin gerçek gücü, bizleri coşkulu ve çılgın yaşamlarımıza bağlı tutma yeteneğidir.
ŞÜKRAN (İlişkileri Güçlendiren Duygu)
Şükran duygusunun duygularla ilgili en katı ölçütleri karşılaması için daha epey bir yol kat etmesi gerekiyor. Bu duygunun insanlarda yarattığı sonuçlar kolaylıkla gözlenebilmekle birlikte – muhtemelen bir gülümseme ve başın öne eğilmesi – henüz nasıl bir yüz ifadesiyle dışavurulduğu tam olarak bilinmiyor. Dahası, şükran duygusu kültürel kökenleri olan bir duygu olabileceğinden, Batılı toplumlar dışındaki insanların da bu açıdan araştırılmaları gerekiyor. Şükran duygusunun hangi durumlarda ortaya çıktığı ile ilgili tartışmalar, kültürlere göre farklılıklar gösterebiliyor.
Söz gelimi, ABD’de garsonlar bahşiş alıncaya dek tepenizde dikilip dururlarken, Japonya’daki meslektaşları tabağa bırakılan para üstünü müşterilerine verebilmek için peşlerinden koşturuyorlar.
Ancak, tüm güçlü duygular gibi şükran duygusu da insanın bir iyilik ya da düşünceli davranış karşısında etkilenmesini ve bunun altında kalmayıp bir biçimde karşılığını vermesini sağlıyor.
Şükran duygusu ilk bakışta basit bir “al gülüm, ver gülüm” düzeneğiymiş gibi görünse de, uzmanlar bunun çok daha kapsamlı bir duygu olduğuna inanıyorlar.
Kuzey Carolina Üniversitesi uzmanlarından Sara Algoe’nun araştırması şükran duygusunun birlikte yaşanan çiftlerin kendilerini birbirlerine daha bağlı hissetmelerine yol açtığını ortaya koyuyor. Algoe’ya göre, gerçek anlamda düşünceli tavırlar “gönlümüzü kazanacak” kişiyi bulmamıza yardımcı oluyor.
Şükran duygusu gelecekte bir olasılıkla yanımızda olacağına inandığımız kişileri daha yakından tanımamız gerektiği yönünde bir uyarı niteliği kazanıyor. Öyle ki, bu duygu romantik ilişkilerde de bir yol gösterici işlevi görüyor.
Algoe, bu görüşlerinde haklı ise, o zaman şükran duygusunun geliştirilmesi suretiyle gruplar arasındaki toplumsal uyumun geliştirilmesi ve gönüllülüğün körüklenmesi de sağlanabilir.
GURUR (İki Yüzlü Duygu)
Küstah ve kibirli gurur duygusu oldum olası yedi ölümcül günahın en ölümcülü olarak bilinir.
Ne var ki, gurur kimi zaman son derece soylu bir duygu da olabilir. Bir işi başarmanın sonucunda yaşanan, insanın kendisini mutlu ve değerli hissetmesini sağlayan o duyguyu hepimiz tatmışızdır.
Gurur duygusuna odaklanan birkaç uzmandan biri olan British Columbia Üniversitesi ruhbilimcilerinden Jessica Tracy işte bu yüzden “kibirli gurur” ile “gerçek gurur” arasında bir ayrım yapıyor. Tracy, gurur duygusunun iki farklı biçimde ortaya çıkabileceğine, ancak dışa yansıyan görüntüsüne bakarak hangisi olduğuna karar verilemeyeceğine dikkat çekiyor. Her iki durumda da insanlar genellikle başlarını geriye itiyor ve omuzlarını gererek göze olabildiğince büyük görünmeye çalışıyorlar.
Charles Darwin’in “İnsan ve Hayvanlarda Duyguların Dışavurumu” adlı yapıtında da belirttiği gibi, gururlu insan “şişmiş ya da kabarmış” gibi bir görünüm sergiliyor. Öyle ki, gurur duygusunun tipik bir yüz ifadesi var, ama öteki temel duyguların tersine, bu duygunun dışa vurulmasında yüz yalnızca küçük bir rol oynuyor.
Gurur “özbilinçli” bir duygu olması açısından da Büyük Altılı’dan farklı bir özellik taşıyor. Utanç, suçluluk ve sıkılganlık gibi, gurur da benlik bilincini ve kendi kendini değerlendirme yetisini gerektiriyor.
Peki, gurur duygusunun amacı nedir ve görüntüleri aynı olmakla birlikte neden iki farklı biçimde kendini belli eder?
Genelde insanlar gurur duygusunun dışavurumuna tanık olduklarında bunu yüksek statüye bağlarlar. Öyle ki, gurur insanları saygınlık kazanmak amacıyla iyi bir şeyler yapmaya iter.
Ancak bunu yapmanın iki farklı yolu vardır.
İlki, üstünlük kurmaya dayalıdır ve genellikle insan olmayan primatlarda görülür. Bu nedenle, ötekilerin üstesinden gelebilecek ya da öldürebilecek daha iri ve daha güçlü bireylere saygı duyulur. Bunların insan türündeki özdeşleri oyun alanlarındaki kabadayılar ve her şeye burnunu sokan çokbilmiş patronlardır.
Statü edinmenin ikinci yolu ise saygınlıktır. Bu durumda bilgi ya da beceri yolu ile saygınlık ve güç kazanılır. Bu iki yol gururun iki farklı türünün tanımına tam tamına uyuyor. Birinde saldırganlık ve aşırı güven ağır basarken, ötekinde yoğun çalışma ve özgeci davranışla başarıya ulaşma arzusu devinime geçiriliyor.
KAFA KARIŞIKLIĞI (Değişim Zamanı Duygusu)
İster tiyatroda, ister sanat galerisinde ya da yabancısı olduğumuz bir kentte dolaşırken olsun, hepimiz bu duyguyu yaşamışızdır. Ne var ki, karışıklık tanımlanması güç bir duygudur.
Kaliforniya Üniversitesi’nden Dacher Keltner bunu “çevrenin yetersiz ya da çelişkili bilgi verdiği yönünde bir duygu” olarak betimliyor. Gelgelelim, kafa karışıklığı gerçekten de bir duygu mudur?
Kimi ruhbilim uzmanları bu görüşü son derece rezil bulurlarken, kimileri karışıklığı en aşırı uçlarda bir duygu olarak tanımlıyorlar. Bununla birlikte, Kuzey Carolina Üniversitesi ruhbilim uzmanlarından Paul Silvia, özellikle çatılan kaşlar, kısılan gözler, kimi zaman ısırılan dudaklar gibi yüz ifadeleriyle kolaylıkla saptanabilmesi özelliği nedeniyle karışıklığın temel bir duygu olarak değerlendirilmesi gerektiğine inanıyor.
Silvia’ya göre bu duygu, beynimizin bize işlerin düşündüğümüz biçimde yürümediğini, kafamızda yarattığımız dünya örneğinin yanlış ya da yetersiz olduğunu anlatmanın bir yolu. Bu duygu kimi zaman insanın kabuğuna çekilmesine neden olduğu gibi, kimi zaman da ilgisinin başka bir yere odaklanmasına ya da öğrenme yönteminde değişikliğe gitmesine yol açabiliyor.
Bu duyguyla ilintili bir görüş de, kafa karışıklığı izlenimini veren yüz ifadesinin başkalarında yardım etme isteğini uyandırdığı yönünde. Gerçekten öyle ise, o zaman kafa karışıklığı yeni bilgiler edinme ve toplumsal ilişkileri yüreklendirme işleviyle 21. yüzyılın en kusursuz duygusu olmayı hak edebilir.


3 Mayıs 2011 Salı

Yaşasın özgür ve bağımsız gazetecilik ...




Bugün tüm dünyada kutlandığı gibi ülkemizde de "Dünya Basın Özgürlüğü Günü"nü içimiz buruk bir şekilde kutlamaya çalışıyoruz...

Basın camiası içinde çalışmaya başladığım 1980 sonrasından bugüne kadar gazeteciler üzerindeki baskı ve yıldırma politikalarına hep şahit oldum... Taşeronlaşmalar ve sendikasızlaştırmalar yüzünden, tazminat ve yıpranma payları ödenmeden sokak önlerine konulan arkadaşlarımızın çektiklerine şahit oldum... Düşüncelerinden ve yazılarından ötürü hakkında dava açılan arkadaşlarımıza ve aralarından tutuklananlara şahit oldum... Gerçekleri tüm açıklığıyla ortaya çıkaran duayen gazeteci büyüklerimizin öldürüldüklerine şahit oldum... Ama bunlar bizi hiç yıldırmadı... Üzerimizdeki baskıya ve sansüre rağmen kamuoyunun bilinçlenmesi ve bilgilendirilmesi için hep mücadele ettik... Etmeye de devam ediyoruz...

Bizler; aşağıda imzasını okuyacağınız gazetecilik örgütlerinin üyeleri olarak ortak bir bildiri de yayınladık...

Bu bildiriyle;

3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü Günü dolayısıyla dünyanın dört bir yanında zor durumda olan ve basın özgürlüğü mücadelesi veren meslektaşlarımızla dayanışma içinde olduğumuzu ilân ederken, ülkemizdeki yetkilileri de basın özgürlüğüne darbe vuran girişimlerden kaçınmaya ve mevcut engelleri kaldırmaya çağırıyoruz.

Basın özgürlüğünü; gazetecilere özgü bir hak olduğu için değil, demokratik toplumların ve demokratikleşmenin “olmazsa olmaz”larından biri olduğu için önemsiyor ve talep ediyoruz.

2000’ler Türkiyesinde, bir yandan “Basın Yasası ile gazeteciler için hapis cezası tarih oldu” diyen hükümetin, öte yandan yeni Türk Ceza Kanunu ile ağır hapis cezaları getirmiş olmasını vahim bir hata olarak görüyoruz. Yeni TCK’nın değiştirilmeden yürürlüğe girmesiyle sansür ve otosansür günlerinin başlayacağını, “neyi nasıl yazarsam hapis cezası almam” diye endişeye kapılan gazetecilerin özgür habercilik yapamayacaklarını anımsatmak isteriz.

Haber, yorum ve karikatürlerinden dolayı gazeteciler hakkında davalar açılmasını eleştiri hakkına tahammülsüzlük olarak değerlendirirken; toplumsal olaylar sırasında atılan sloganları yayımlayan gazete hakkında dava açılmasını hayret ve endişeyle karşılıyor, ifade ve basın özgürlüğünün kullanımına bir müdahale sayıyoruz. Bu davanın görüldüğü tam da bugün, 3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü Günü’nde, hâlâ mahkemelerimizde yargılanan gazetecilerin olması Türkiye için utanç verici bir manzaradır. Karikatürler ve sloganlar için mahkemelere gitmenin yol olduğu bir ülkede demokratik yönetim anlayışının ağır bir yara aldığının kavranmasını umuyoruz.

Dünyada ise gazetecilerin sansür baskısını, işkence, hapis ve rehin almaları yaşadıkları çok sayıda ülke var... Geçtiğimiz yıl, tarihin en çok gazeteci öldürülen dönemi oldu. Irak’ta ABD güçlerinin doğrudan hedef alarak öldürdüğü gazetecilerin dosyalarının ciddi soruşturmalar yapılmadan kapatılmasını protesto ediyoruz.

Savaş bölgelerinde çalışan meslektaşlarımızın özel bir statüsü olmasını ve bu statünün bütün hükümetlerce tanınmasını istiyoruz.

Medya şirketlerini, savaş alanlarına gönderdiği gazeteciler için her türlü güvenlik önlemini almaya çağırıyoruz.

Medya sahiplerinin, ticari çıkarları her şeyin önünde tutan ve halkın haber alma hakkını bu çıkarlar yüzünden zedeleyen yaklaşımlara girmemelerini bekliyoruz.

Dünyanın pek çok yerinin bir yangın alanına döndüğü günümüzde, bütün meslektaşlarımızı her türlü şiddete karşı çıkarak, barış, demokrasi ve insan hakları için çalışmaya davet ediyoruz.

Mesleğin etik ilkelerine uymanın, ırkçı ve şoven bir dil kullanımından kaçınmanın bugün her zamankinden çok daha önemli olduğunu anımsatmak istiyoruz.

Yaşasın özgür ve bağımsız gazetecilik.

GAZETECİ ÖRGÜTLERİ PLATFORMU (G-9)

Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC), Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS), Çağdaş Gazeteciler Derneği (ÇGD), Parlamento Muhabirleri Derneği (PMD), Foto Muhabirleri Derneği (FMD), Ekonomi Muhabirleri Derneği (EMD), Diplomasi Muhabirleri Derneği (DMD), Profesyonel Haber Kameramanları Derneği (PHKD), Radyo Televizyon Gazetecileri Derneği (RTGD), Türkiye Spor Yazarları Derneği (TSYD) Ankara Şubesi, Avrupa Gazeteciler Birliği (AEJ) Türkiye Temsilciliği, Haber-Sen.

Ertan Yurderi