23 Kasım 2004 Salı

Nankördür derler kedilere ama...




Nankördür derler kedilere ama...
İyidirler ve sevdi mi tam severler...

Kedim, canım kedim... Şanslı... Dört ayaklı sarışın tekirim benim... Yakışıklı mı yakışıklı... Bitirim mi bitirim... Çapkın mı çapkın... Üçkağıtçı mı üçkağıtçı... Kendini insan zanneden kedi mi, yoksa bize insan olduğumuzu hissettiren kedi mi... Her ikisi de belki de yaşantımızın...

Evimi evi bildi... Beni, eşimi ve kızımı ailesi bildi... Sevdi mi sevdi, sevdi... Sevgisini herkese eşit mi veriyor? Hayır... Nabza göre şerbet misali...

Kızımı abla biliyor bilmesine de ama biraz kıskanarak seviyor ablasını, aslında kızım da onu kıskanıyor, bana sevgisini daha fazla verdiği için...

Eşimle ilişkilerine gelince... Ben yokken, eşimin peşinde "anneeaawww anneeawww" diye mırıldanarak dolaşan, eşimin annelik içgüdülerini okşayarak ona her istediğini yaptırtan, fırsatını bulduğunda da eşimin kucağını cennet yatağı belleyip üzerine atılıp orada doyasıya uyuyan...

Ben geldiğimde ise, annesine benim yanımda bir anne gibi terbiyeli davranan... Dedim ya, nerede ne zaman, nasıl hareket edeceğini bilen, sevgisini eşit paylaşmayı seven bir kedi...

Benimle ilişkilerine gelince... Beni kendine dost, arkadaş hatta ileri giderek eş bilen, her türlü cinsellik gücünü üzerimde tatbik etmeye kalkışan, istediğinde seven, istediğinde döven, istediğinde öpen, istediğinde de küsen bir ilişki tarzını seviyor... Akşamları eşimden ve kızımdan daha fazla beni camda ve kapıda bekleyen, ayakkabılarımı çıkartmama bile tahammül gösteremeden üzerime atlayıp, beni öpen bir kediden bahsediyorum...

Akşam iş dönüşü yediğim akşam yemeğinden sonra üzerime çöken rehavetle tv karşısına geçtiğimde kucağıma mırıldanarak gelip, bana çıkarttığı çeşitli nağmeli mırıldanmalarıyla şekerleme yaptırtan ve üzerimdeki günün yorgunluğunu çıkartan bir kedi...

Zaman zaman küseriz... Neden mi? Ona olan ilgimin biraz azalmasına şahit oldumuydu, döner kıçını oturur.. Hiç pas vermez... Suratını asar.. Yalvarsan dönüp bakmaz... O zaman alırım kucağıma başlarım ben onu sıkıştırmaya, gözgöze gelmek bile istemez... Kafasını çevirip durur, küser de çok kolay, barışmaz da kolay kolay... Yalvartır durur beni kedioğlukedi... Neyse sevdiği mamayı veya sevdiği oyuncağını önüne koydum mu, küslük biter, sevgisellik başlar...

Daha ne diyeyim... Neler edeyim... Neler anlatayım Şanslı'ya dair... Kedi mi, yoksa sevgi yumağı mı Yaradan'ınım bana bahşettiği Şanslım, dört ayaklı, bir kuyruklu, kaytan bıyıklı, bal gözlüm...

İyi ki var evimde ve yaşıyor bizlerle, kendilerini sevgi eksikliğine gardiyan tayin etmiş olanlara inat mı inat...

Ulan Şanslı... Ne Şanslı adamsın be... Bak senden bahsediyorum her an, her şekilde, her yerde... İyi ki VAR'sın be oğlum... Mutluyum, sevgiye dair seninle...

Babişkon... Mırrrrrrr.....

Ertan Yurderi

22 Kasım 2004 Pazartesi

Ben, Asimo



Dün derKi.com Genel Yayın Yönetmeni Hasan’la kurduğum telepatik iletişimde derKi’nin 380’inci sayısı yani 2037 senesinin ilk yeni yıl sayısı için neler vizyonlayıp gönderebileceğimi soruyordu... Ona kısa zamanda vizyonlarımı oluşturup gönderebileceğimi söyledim en yorgun ve yaşlı halimle...

Yıl 2036, 2037’ye sayılı günler kalan şu günlerde 77 yaşımın verdiği zihinsel yorgunlukla pek fazla aklımda düzgün şeyler vizyonlamayı beceremiyorum artık... Ama olsun, önümdeki eskilerden kalan kuvars kristalinden yapılmış ekranıma yeni vizyonlarımı yüklemeye başlayacağım sırada, iki torunum baş ucumda bitiverdi yine...

“- Dede ya, şu bizim 20. seri robotumuza bir baksan diyoruz, artık eskidi mi ne? Annem ve babam işe giderken onu bize Uzay Tarihi hakkında bilgi versin diye programlamışlardı, o bize kalkmış Felsefe Tarihi’ni anlatıyor...”

“- Evet çocuklar, ben anne ve babanıza söylemiştim değiştirin artık bu 20. seri robotu diye... Elalem nerdeyse 30. seriye geçecek biz hala bu 20. seri üretimi kullanıyoruz... Bilgi Destek ünitesinde bir arızası vardır muhakkak.. Neyse tamam tamam ben size bu seneki toplu emekli maaşımla 30. seri bir robot alırım..”  dedim torunlara ve;
 
“- Çocuklar Hasan ağabeyiniz yeni sayı için vizyon istedi, şunu kristal ekrana kaydedeceğim, biraz zaman istiyorum”  diyerek onlardan izin istedim...

Düşüncelerimi kristal ekranım üzerine kaydetmeden önce de kendi kendime söyleniyorum elbet... O kadar da çok söylemiştim ki kızım Müge’ye;

“- Kızım, bizim zamanımızda ve senin zamanında Robot mu vardı, bizler de sizin gibi okula gider, eğitimlerimizi oradan alırdık... Bu torunlar için de uzay okulları var... Bırakın şu asortikliği de şu çocukları adam gibi uzay okullarına gönderin, böyle robot hocalardan falan ders aldırmayın, hem daha pahalıya geliyor” artık dediysem de dinletemiyorum zıpıra...
 
Neyse biraz Reiki yapmak iyi gelecek bana, yapıp öyle başlayayım şu kaydıma..

Marduk gezegeni 2012’de gelip geçeli beri şu gençlere bir haller oldu, hiçbirine laf anlatamaz oldum ya... Gerçi farkındalıkları çok eski yıllara göre iyi açıldı ama... Yine de akılları bir karış havada...
 
Robot deyince aklıma 2004’lü seneler geldi birden, belki de bu ayki sayıda o yıllara ve o günlere geri dönüp ilk robot olan Asimo’yu gördüğüm zamanı ve o zamanda hissettiklerimi, Asimo’nun becerilerini yazabilirim diye düşünürken bir mırıltı duydum kulağımın dibinde...

Mırıltı mı?... Mırıltı değil bu, resmen miyavlama...

Yıl 2036 ... Ve Şanslı... Benim tekir kedim...

“- Ne işin var oğlum senin 2036 yılında?”

“- Allahhhh saat gecenin 02.00’si olmuş... TV açık kalmış, karşımda da G.O.R.A’nın da reklamı...” 
 
Gözlerimi oğuştururken, elimdeki TV kumandasıyla kanalları turluyorum... CNNTürk’te “Yetkililer İstanbul halkını uyarıyor... İstanbul’a yeni bir soğuk hava dalgası daha geliyor, kar yaşamı felç edebilir...” haberi...
 
Hay Allah!.. Ben bu akşam yemeğini fazla kaçırdım galiba, TV karşısında uyuyakalmışım yine... Gördüğüm bir rüyaymış meğerse, 2036 yılında falan değilmişim... Ortalıkta da ne benim torunlar var, ne de 20’nci seri robotumuz...
 
Bilgisayarım hâlâ açık, ekranım da kuvars kristalinden yapılmış ekran değil, düpedüz bir monitor... Gelip oturuyorum monitörümün karşısına... www.derki.com’a giriyorum.. Sayı: 6... Hâlâ 6. sayı... 379’uncu Aralık sayısı değil... Tamam kesin artık, sene 2004... 2004 yılındayım ben yahu...

Bir rüyadan uyanıp gerçek yaşama geriye dönüyorum elbet dönmesine de... Robot olayına da takıldım artık bir kere, bu konuda yazmam gerektiğini anlıyorum... Yazayım, yazıp paylaşayım artık robot Asimo’yu sizlerle...

Çalıştığım işyeri bir fuarcılık şirketi olduğu için bu yıl 10’uncusu düzenlenen Autoshow Fuarı’nda karşılaştım onunla ilk kez... Zaten günler öncesi hem TV’den hem de görsel basından takip ediyordum onu; Türkiye’ye ve Autoshow Fuarı’na geleceğini biliyordum bilmesine de yine de ilk kez onunla karşılaşacak olmanın vereceği mutluluğun heyecanını hissediyordum bedenimde...

İşte o gün gelmişti.. Fuarın ilk günlerinin yoğunluğundan onu gidip görememiştim... 22 Kasım günü son kez insanlarla kucaklaşması sırasında saat 13.30’daki izlencesinde karşılaştım onunla...

Sunucu kız, onunla ilgili kısa bir bilgi verdikten sonra onunla ilgili düzenlenen gösteri platformunun sol tarafında bulunan kapıdan çıkıp etkileyici bir müzikle yürümeye başladı Asimo...

Salon kalabalıktı... İlk sıraları ilkokul çocukları doldurmuştu öğretmenleriyle birlikte.. Arka sıralar, daha arka sıralar, platformun önü ve arkası Asimo’yu yakından görmek için gelenlerle doluydu...

Asimo yürürken sağ elini havaya kaldırmış el sallıyordu onu seyretmeye gelenlere... Çocuklar da, büyükler de ona el sallamaya başlamışlardı... Asimo başını her yana çevirerek selamına devam edip, tam gösteri platformunun ortasına kadar gelip duruverdi... Eğildi ve selam verdi...

O anı tarif edebilmem imkansız... TV’lerden seyredince insan bu kadar keyif alamaz belki de... Ama canlı seyredince içi biraz tuhaf oluyor nedense.. İnsanoğlu’nun başarısını görüyorsunuz... Yarattığı bir robotu... Belki de gelecekte bizlere hizmet edecek olan insansı robotların ilkini görüyorsunuz... İnsan olarak gururlanmamak elde değil...

Asimo en sevimli haliyle müziğe eşlik ediyor, tokalaşıyor, merdivenleri inip çıkıyordu... Her hünerini yapıyordu ve sonunda da alkış istiyordu... Bizler onu alkışladıkça sanki anlayıp daha çok marifetlerini gösteriyordu...

Gösteri yaklaşık 20 dakika sürdü, Asimo tüm hünerlerini yaparak tekrar geldiği kapıdan içeri girerek kayboldu ortalıktan...

Ve ben büyük bir hızla seyrettiğim yerden aşağıya inerek Asimo’nun yanına gittim... Onu yürüten, konuşturan ve hareket ettiren mühendislerden izin isteyerek onunla tokalaştım ve onu sevdim... Gözlerinin içindeki kocaman iki merceğinin ardında ve yüzündeki tebessümünün ardında yüzlerce sene sonrasının sevimliliği ve sevecenliği vardı...

Bana sanki “İşte senin geleceğinin 20’nci seri robotları, 30’uncu seri robotları olacağımdan emin olabilirsin.. Daha nice seri robotlar da siz insanlığa hizmet edecek” der gibiydi hali...

Asimo’yla ilgili bilgiye sahip olabilmek için hemen orada bulunan mühendislere sorular sorarak Asimo hakkında geniş bilgi elde ettim.

- Asimo nasıl bir hayalin ürünüdür ve nasıl doğmuştur?

- 1986 yılında, insanla mükemmel bir uyum içinde çalışabilen robotlar üretmek amacıyla çalışmalara başladık. Anahtar sözcükler “zeka ve hareketlilik”ti. Fabrikalarda rastladığımız spesifik işleri yapan robotlar yerine gündelik yaşamda kullanılabilecek yepyeni bir robot yaratmaya çalıştık.
 
Bir yıl boyunca sadece robotun sahip olması gereken temel özellikleri tespit etmek üzerine araştırmalar yaptık. Üreteceğimiz Robot, eşyalarla dolu bir odada yolunu bulabilmeli, merdiven inip çıkabilmeliydi. Bu amaçla prototipler geliştirildi ve üzerlerinde çalışıldı...

1986 (E-0 modeli)

İlk iki ayaklı yürüyüş mekanizması E0, adım başı 5 saniyede gerçekleşen statik bir yürüyüş hızına sahipti. Ancak bu yeterli değildi, engeli alanlarda yürümek için dinamik bir yürüyüş gerekliydi.

1987-1997 (E-1, E-2 ve E-3 modeli)

İnsanın nasıl yürüdüğüne dair bir araştırma yaptık. Dinamik bir yürüyüş için gerekli eklem bağlantılarını inceledik. Ve edinilen bilgiler doğrultusunda iki ayaklı yürüyüşün ilk simülasyonu E1’i ürettik. E1 daha sonra geliştirildi ve ilk dinamik yürüyüş yapabilen E2 yaratıldı, sonraki aşamada ise daha dengeli yürüyüş için gerekli aksamlar eklenerek E3 oluşturuldu.

1991-1993 (E-4 ve E-5 modeli)

Yürüyüş stabilizasyonu üzerinden araştırmalara devam ettik. E4 ile başlayan süreç, E5 ile merdiven ve eğimli alanlarda yürüyen bir mekanizmanın denenmesiyle sürdü, E6’da dinamik yürüyüş tüm aşamalarıyla tamamlanmıştı. Bu da biz mühendisleri mekanizmaya bir de vücut ekleyerek daha insansı bir robot geliştirmeye teşvik etti.

1993-1997 (P1, P2 ve P3 modeli)

İnsansı robotumuzun ilk prototipi P1,175 kg ağırlığındaydı. Bilgisayar ve güç kaynağını sırtına yerleştirmiştik. Işığı kapatıp açma hatta birtakım nesneleri taşıma özelliğine sahipti. P2 ise dünyanın ilk otomatik insansı robotu olarak tarihe geçti. 210 kg ağırlığındaydı. Bu modelin tüm mekanizması kablosuz olarak üretilmişti. Yürüyebiliyor, merdivenleri inip çıkabiliyor, hatta alışveriş sepetini itebiliyordu.

Tamamen otomatik iki ayaklı insansı robot P3, 1997 yılında tamamlandı. 130 kg ağırlığındaydı. Daha sofistike bir kontrol sistemiyle, yeni materyallerin eklenmesiyle mekanizması daha kompakt ve daha hafif bir hale getirilmişti.

- Peki ya Asimo? Asimo’yu nasıl ürettiniz?
 
- İşte Asimo yaklaşık 14 yıldır süren bu araştırmaların ışığında ve kendisinden önceki 10 prototipin sağladığı bilgiler sayesinde doğdu. Bu araştırmalar sonucunda sadece 52 kg ağırlığında, kompakt, rahat yürüyebilen, kollarını geniş bir açıda hareket ettirebilen ve insana yakın tasarımlı bir humanoid ortaya çıktı. Asimo adı ise İngilizce Yenilikçi Hareket Becerisinde İleri Adım kelimelerinin ilk harflerinden esinlenilerek yaratıldı. (Advanced, Step in, Innovaite, MObility) ...

- Peki Asimo neleri yapabiliyor?

Asimo’nun 1.20 cm’lik boyu insanların yaşadığı mekanlara en uygun yükseklikte yaratıldı. 52 kg ağırlığındaki Asimo, tıpkı bir çocuk gibi, küçük ve hafif, ama sevimli adımlar atıyor, hatta hoşlandığı bir müzik olursa dans bile ediyor. İşte Asimo’nun diğer yapabildikleri;

. Asimo şık ve kapıları açıp kapatabiliyor, masa veya tezgah üzerinde çalışabiliyor,

. Hareket kabiliyeti çok ileri düzeyde. Akıllı, gerçek zamanlı, esnek yürüyüş teknolojisi Asimo yön değiştirirken duraksamadan yürümeyi sürdürmesini ve ani hareketlerde dengesini korumasını sağlıyor. Hafızasında kayıtlı yürüyüş tarzlarının çeşitli kombinasyonlarıyla yürüyebilen Asimo köşelere geldiğinde kendiliğinden yön değiştirebiliyor, yürüyüş hızını azaltıp, çoğaltabiliyor.

. Asimo’nun tutma, el sallama, eğilme gibi pek çok hareket kabiliyeti var.

. Aynı zamanda çok iyi konuşan Asimo, 50’yi aşkın çağrı ve soruyu anlıyor, yanıtlıyor. 30 emri yerine getirebilen Asimo, kendine yaklaşan insanları tanıyor, takip ediyor, kendisine gösterilen yöne ilerliyor ve insan yüzlerini tanıyarak onlara isimleriyle hitap edebiliyor.

- Asimo gelecekte hangi işlerde kullanılmayı bekliyor?
 
- Bütün bu özellikleriyle Asimo ve benzerleri gelecekte ihtiyacı olan yaşlılara, yatalaklara ya da tekerlekli sandalye kullanan kişilere yardımcı olabilir. Asimo’yu ayrıca yangın söndürme ya da kimyasal madde kullanımı gibi tehlikeli görevlerde de kullanmak mümkün. Dolayısıyla Asimo insanlığın geleceği için yaratıldı denilebilir.

- Asimo’nun yeni modelleri ne zaman yapılacak? Bunlar ne zaman tanıtılacak?
 
- Asimo, yaklaşık iki yıldır dünyayı dolaşıyor. Örneğin ABD’nin çeşitli bilim müzelerini ve eğitim kurumlarını dolaşarak onları bilime özendirmek ve onları hayallerinin gerçek olabileceğine inandırmak üzere 67.000’i aşkın gençle tanıştı.

Bir zamanlar imkansız bir hayalden ibaret olan Asimo, kendisi gibi becerikli kardeşlerini hayata geçirecek gençleri desteklemek üzere bir yarışmaya da ev sahipliği yapıyor. Asimo 2005 senesinin Mart ayında Amerika’da ilköğretim okulları ve liseler arasındaki robot bilimi üzerine yapılan bir kompozisyon yarışmasının galibi olan ekibin okulunu ziyaret ederek, onlara robot biliminin geldiği noktayı gösterecek.

- Asimo’nun tanıştığı ünlülerin var olduğunu biliyorum bunlar kimler?
 
- Asimo’nun bir ilgi çekici özelliği de gittiği ülkelerde devlet başkanlarıyla bir araya gelmesi, onların elini sıkarak, iyi dileklerini sunması. Asimo’nun şimdiye kadar bir araya geldiği devlet başkanları arasında Almanya Başkanı Gerhard Schroeder ve İspanya Kralı Juan Carlos yeralıyor. 20 Kasım günü de sizin başbakanınız Türkiye’nin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’la tanıştı...

Bu verdiği bilgi için onu Türkiye’ye getiren mühendislere teşekkür edip, robotların mı bizi yöneteceği, bizim mi robotları yöneteceği bir dünyayı düşleyerek oradan ayrıldım...

Ertan Yurderi 


10 Kasım 2004 Çarşamba

"Gece Senfonisi..."



Ramazan ayı geldiğinde İstanbul'u çevre illerden hatta uzak illerden gelen davulcular basıyor... Bunu nerden mi biliyorum... Gelen bu davulcuların yüzüne baktığınızda hiçbirinde İstanbulluluk okunmuyor da ondan...

İstanbul'da davulcu yokluğundan kaynaklanıyordur bu herhalde diye düşünüyorum... Ramazan ayı geldiğinde müthiş bir davulcu sıkıntısı başgösterdiğinden olmalı ki tüm belediyeler davulcu ihtiyacını karşılamak için ilanlar verip, çevre illerden hatta uzak illerden böyle davulcuları İstanbul'a transfer eder hale geliyorlar... Her birine de yine ilgili belediyeler tarafından bir de tanıtım kartı verilip, İstanbul'u mahallemahalle, sokak sokak parselleyip mesleklerini icra ediyor bu zat-ı muhteremler... Buna bir diyeceğimiz yok, o adamcağızlar da para kazansınlar elbet...

Elin adamları uzaya giderken, uzayı araştırırken ve teknolojinin her nimetinden faydalanırken bizlerin her sahur zamanı davulla uyandırılması nostalji yerine işkence haline geldi bunu anlayan kalmadı sanırım...

Sahura kalkacak olanlar zaten elektronik saatlerini kuruyorlar... İstedikleri saat ve tam zamanında zaten sahura kalkabiliyorlar bu teknolojik araçlarıyla...

Davulcuların davul çalabilenlerinin yanında, bir de çalamayanları da var... Adamcağız kendince bir ritm tutturmuş ki, ne 3/4'lük ne 4/4'lük ne de 9/8'lik... Kendinden uydurduğu 5/18'lik ritmi bir türlü tutturamıyor sürekli kendince dörtlük aramak zorunda kalıyor... Gezinip duruyor davulun tokmağıyla davulun üzerinde... Eh durum böyle olunca bizler de gecenin en muhteşem zamanında uykumuzun en derin yerinde vaktinden evvel mecburen sahura kalkmak zorunda kalıyoruz ister istemez... Hani sahura yakın geçse davulcu amenna... Daha sahur zamanına 2 saat kala geçmesi sinirleri ayağa kaldırıyor...

Dedim ya elektronik çağda yaşıyoruz, uzay çağında yani... Üretilen her yeni arabada da en yeni alarm sistemleri var... Adamın arabasının değil üzerinden, yakınından bir sivrisinek geçtiğinde bile arabasının alarmı çalan alarm türleri de vardır bilirsiniz hani... Eh bu arabalar da bu davulcunun uygunsuz ritimleriyle sarsılınca başlıyor ötmeye gecenin en koyu saatlerinde... İşte o an pencereyi açıp, o davulcuya ve arabanın sahibine "uygun güzel sözler" söylemek istiyor adamın canı... Ama sizi engelleyen hane halkı sayesinde bozulan sinirlerinizle birlikte yeniden yatmak zorunda kalıyorsunuz, artık uyuyabilirseniz aşkolsun size...

Bir de bazen mahallenin ve sokakların gece el ayak çekildiğindeki asıl sahipleri olan köpeklerin de bu davulcunun verdiği enfes ritimsizlikteki davul konserine güzel havlama sesleriyle eşlik etmesi yok mu? Ortalık tam bir şenlik havasına bürünüyor... Bir yandan çalan arabaların alarm sesi, bir yandan davulcunun ritimsiz davul sesi, bir yandan mahallenin köpeklerinin havlama sesi hepsi birbirine karışıyor... Tam bir "Gece Senfonisi" ...

Bir de bu davulcular haftada bir gelip halinizi hatırınızı sormuyor mu işin komikliği burada başlıyor işte... "Ben sizin mahallenin davulcusuyum, bahşişimi istiyorum" diyor... Neyse ilk gelene bahşişinizi veriyorsunuz.. Daha aradan aradan yarım saat geçmeden bir başka davulcu daha gelip de o da aynı şeyi söylemiyor mu insanın tepesi o anda atıyor...

Gelen davulculara "Ulan artık karar verin, siz hangi mahallenin, hangi sokağın davulcususunuz" diyeceğiniz geliyor... Yine tutuyorsunuz veya hane halkı engelliyor sizi... Allah'tan şimdilerde hepsinin göğsünde hangi mahallede ve sokakta görev yaptığını belirten kartlar var da bu karışıklık olmuyor desek de, davulcu ahalisi tüm avanesiyle gezdiğinden bu kartları biri göğsüne takıp geliyor o bırakıyor, diğeri takıp geliyor...

Neyse şu ana kadar ben hiçbirine denk gelemedim.. Bizim hanım denk gelip, bahşişini vermiş bu mahalle davulcusuna...

Şimdi bayramda bu davulcu yine gelecek adım gibi eminim... Eh bayram zamanı biz de evde olacağız tabii ki de... "Abi bayramın kutlu olsun he he, ben sizin mahalle davulcusuyum he he, bahşiş he he" diyecek ya... O müthiş karşılaşma anını büyük sabırsızlıkla bekliyorum...

Davulcuya birlikte elindeki tokmakla o davulun üzerindeki gerili derinin üzerine vuruş denemeleri mi yaparız artık, yoksa o tokmağın başka işlevlerini mi anlatırım kendisine bilmiyorum...

Bunun benim ilk solo programım olacağından emin olabilirsiniz, davulcunun ise son solo programı olabilir belki de...

Ne demişler atalarımız, "son gülen iyi gülermiş"... He he he ...

Ertan Yurderi

8 Kasım 2004 Pazartesi

Goralılı'yım ben Goralı !..



Evet ben eski bir Goralı meraklısıyım... Biz taaaaa eskiden beri GORA'lının ne olduğunu çok iyi bilenlerdeniz yani... Hemen aklınıza Cem Yılmaz'ın GORA filmi gelmesin öyle... O filmdeki gibi Goralılı değilim yani... Goralılı olmak için pardon en iyi Goralı'yı yemek için öncelikle Fındıkzadeli olmak gerekir şu zamanda... Eh biz de 1965 yılından beri Fındıkzadeli olduğumuza göre... Goralı'yı iyi bilenlerden ve iyi yiyenlerden sayılırız...

Yıllar öncesine şöyle bir döndüğümde okul harçlıklarımızın kuruşlu olduğu dönemlerde sabah evden çıkmadan önce anne veya babalarımızdan aldığımız kuruşlarımızı gün boyu harcamaz, okuldan çıktıktan sonra Fındıkzade semtinin okullar ve yurtlar çevresinde pıtırcık gibi açılan Goralı dükkânlarına koşar dururduk...

Goralı yemek bir ayrıcalıktı bizim için... Daha Türkiye'de Fast-Food alışkanlığı yokken, yani midelerimiz ve ağızlarımız daha Amerikan Mcdonalds Hamburgeri'nin tadını bilmezken, bizler ilk fast-food alışkanlığımızı buralarda gideriyorduk... Sonra ilk hamburgerci olan Kızılkayalar Taksim'de büfe açtı da oralara gidip hamburger yeme alışkanlığına sahip olduk.. Neyse konuyu Kızılkayalar'ın hamburgerine getirmeden yeniden Goralı'ya dönelim... O da başka bir yazı konusu olsun...

1945 yılında Ankara'nın Sakarya semtinde açılan Goralı Ailesi'ne ait ilk dükkanda yıllarca porsiyon sosis satan Şefik Goralı günün birinde bu rutinten bıkınca, "Bir de sandviç'i deneyelim" demiş ve bugünkü Goralı'nın ilk temellerini atmış bu yıllarda...

Aynı yıllarda dükkanda yetişen kardeşi Ferit Goralı da askerlik yıllarının ardından İstanbul'a yerleşince bu aile markası İstanbul'a taşınmış... Daha sonra da Fındıkzade'de ilk Goralı dükkanını açmış... Ardından da pıtırcık gibi Goralı dükkanları açılmış.. Ancak şu an Fındıkzade'de tek, hakiki bir Goralı dükkanı kaldı o yıllardan bu yana...

Gora Makedonya'cadan gelme bir ad... Makedonya'da bir yaylanın adı...
Goralı da o yaylada yaşayanların ortak adı...

Neyse gelelim Goralı'nın sırrına... Goralı'nın nasıl bir sandviç olduğuna... Bunun sırrını Goralı ailesi pek vermek istemiyor yıllardır... Ancak yerken sandviç'i şöyle iki yana açtığınızda Goralı'nın içindeki malzemeyi görebiliyorsunuz.. Ne var ki içinde demeyin... Hemen söyleyelim... Öncelikle ailenin sır gibi tuttuğu bulgur, kıyma ve baharattan yapılma özel bir köfte... Sosis... Salatalık turşusu... Amerikan salata (bezelye hariç, yani havuç, patates, mayonez vb.) ile salam bu köfteyle birlikte mikserden geçirilerek püre haline getirilir. Sandvice önce sosis ardından bu püre konulur, üzerine turşu ilave edilir. Alın size müthiş lezzetli Goralı Sandviç... Yanında da içecek olarak isteğe bağlı olarak ya ayran içiyorsunuz, ya da kola...

Lise yıllarımda ben ve okul arkadaşlarım bu Goralı dükkanına uğrar aramızda "kaç tane Goralıyı bir anda yiyebileceğimiz" konusunda yarışmalar yapardık arada sırada... Bir keresinde hiç unutmam bir arkadaşım arka arkaya 11 adet Goralıyı yeme gafletinde bulunup, mide fesatına uğramıştı da, gülmekten kendimizi alamamıştık... Eh biz de onunla yarışacağız diye 5 - 6 adet Goralıyı da midemize indirmiştik elbette...

İşte yolunuz bir gün İstanbul'da Fındıkzade semtine düşerse, Kızılelma Caddesi üzerinde olan bu Goralıcıyı ziyaret edin mutlaka... Hem bu leziz Goralı'nın tadına bakmış olursunuz, hem de hayatta olan son Goralı ailesinin fertlerini de bu dükkanda tanıma fırsatını bulmuş olursunuz... Hepsi şen, neşeli ve Goralı yemekten tombul tombul olmuş çocuklar...

Belki de bir gün burada buluşup bir Goralı yeme yarışması bile yapabiliriz...

Hepinize bol Goralı, pardon bol afiyetli günler...

Ertan Yurderi