2 Kasım 2005 Çarşamba

Çisil Çisil Çisel'iyordu zaman...



Çisil çisil Çisel'iyordu zaman...

Yüzü akşamla örtüktü... Başucunda beklerdi ruhu, kanatsız bir karga şaşkınlığı içinde...

Yüzü; durmadan yaprak döken rüzgarlı bir yüzdü kuytuda... Nerden kopup geldiği belli olmayan kimin küskün yüzüydü bu acaba? Durmadan yaprak döküp yer yer karartırdı gündüzünü... Varlığından yansıyan bir gölge yoktu durgun suyunda...

Çisil çisil Çisel'iyordu zaman...

İncecik, rüzgarlı bir yüzdü bu tükenmez kargaşada, durmadan "yağmakla" yenmişti belki kör bir korkuyu... Durmadan, hiç durmadan "yağdıkça" ürpertiyordu suyu; kimsesiz bir kente yaprak yağdırandı o baştan başa...

Çisil çisil Çisel'iyordu zaman...

Terkedilmiş bir sarayda, kimler bırakmıştı onu, yok ki bir bilen... Gizli bir yüz belki... Bir yığın yaprakla örtülüydü VAR'lığı... Anlaşılmaz seslerin dört bir yanından sardığı... Bir yığın ki, yaprak döküp güçlükle ancak eksilendi...

Çisil Çisil Çisel'iyordu zaman...

Karşıdan gelen çılgın çığlıklar neydi çığlık çığlığı üstüne... Bir sönen bir parlayan gözler kuşatmıştı çevresini... Yüzü; durmadan yaprak döken rüzgarlı bir yüzken kuytuda.. Bir AN, gölgesinden tek satır yansıtmayıp durgun suya bırakmıştı kendini...

Derken sıyrılıp düştü "yağmakla" yeniden suya... Ses verdi, kendi çığlığına... Hep yağan bir yüz olmaya ve yağdıkça örten her şeyi olmaya yeniden karar verdi...

Çünki; Çisil Çisil Çisel'iyordu zaman...

Ertan Yurderi

15 Ekim 2005 Cumartesi

Tepkisizliğimize tepkiselliğim...



Ne güzeldir değil mi? Dalgalanan denizde, fırtınanın veya kasırganın allak bullak ettiği sularda, karadan birinin didinmesine bakarak, sessiz kalmak...

Bir kıvanç değil bu, başkasının acısına duyulan üzüntüden uzaklığın verdiği duygudur, elbet...

Ne güzeldir değil mi? Ölüm ve öldürülmek korkusundan uzak, azgın savaşların kudurmuşluğunu görmek ve keyiflenmek bir TV'nin beyazcamı ardında, içerken sıcak çaylarımızı, kedimizi de kucağımıza katarak...

Ne güzeldir değil mi? Bilgelerin öğretisini güvenli yüceliklere çıkaran bir tapınağa sığınmak...

Oradan da bakabilirsin sessizce; çabalarına ve yanılgılarına başkalarının...

Yaşamın dar yolunu aramalarına...
Yorgun, boş dolaşmalarına, gülümsersin...

Kendini beğenmişliğe, çekişmeye, yükselmeye, yönetmeye, didinmeye ve vesaire vesaire vesaire'sine erinir ve yerinirsin...

Ne güzeldir değil mi? Gövdemizin yapısına uygun, tüm acılardan uzak kalmak... Pek az bir duruş gerekmekte ayakta kalmak için yaşam süremizde.

Yine de tatlı günler geçirmek istenebilir. Ancak doğanın büyük konakları bile, bir eğilim duyabilir yeryüzü katmanlarına...

Kırılıp yok olmak ister bir deprem sarsıntısıyla binlerce kilometre uzaklardan sokulurken yakınlarına...

Sadece beş sütuna atılan bir manşet haber olarak kalır, çıkar gider hafızalarımızdan daha sonra...

Hiç izledik mi bir boy aynasında kendimizi?..

Ne korkunç, ne karanlık gece ve gündüzler içinde geçip gitmekte şu kısa yaşam yüzümüz ve yüzümüzdeki kırışıklıklar...

Bilinmez mi hiç, doğanın gövdesel acılarından uzaklığı gibi, ruhumuzun korkularından, kuşkularından, endişelerinden ve öfkelerinden sıyrılmış bir şekilde, sevinçle; mutlu, huzurlu ve sevgi içinde yaşamak isteğimiz...

Ne oldu, neler oluyor bizlere?..

İşte bu nedenledir ki; düşüncelerimin karmaşıklığında, tepkisizliğimize tepkiselliğim depreşiyor ve bu satırlarla bir kez daha paylaşıyorum sizlerle...

Bu yaşama suskunluğunuz ve tepkisizliğiniz niye?

Susmayın ve susturmayın hiçbir zaman gönüllerinizi, konuşun, konuşturun klavyeler ardından kalem tutan yüreklerinizi...

Güneş doğum sancısı çekerken gebeliğinin, sabahın en er saatini belirliyor duvar saatimin tiktakları...

Yeni bir günle birlikte, yine kendimle birlikteyim...

Ertan Yurderi

14 Ekim 2005 Cuma

İtlaf Edilenlere İthaftır ...



Dün son kez yine gördüm onu, bir camın ardında...
Dönüyordu kaderine raks ederek yavaş yavaş...

Kaderine dönüyordu, ısıtarak içini...
Isındıkça eriyor, eridikçe tatlandırıyordu bedenini...

Kaderinin son dönüşüydü bu ne yazık ki...
Sesi yakınlardan da gelmiyordu uzun süredir...

Kendini betonlaşmış şehrin sokaklarından uzaklaştırmıştı çok önceleri... Ara sıra bulsa da kendine sığınacak ufak bir sığınma evi, camlar ardındaki donuk ten rengiyle bu raksı hiç mi hiç değişmeyecekti...

Yine kaderine dönecekti, yine ısıtarak ve yakarak içini...
Direnirken son kez yaşama diğerleri gibi, değince bedenine ölümün soğuk rengi, gözünün önünde oluşan sis perdesinin ardında, çocukluğunu ve büyüdüğü yerleri hatırladı...

Yemyeşil bahçede neşe içinde koşuşturuyordu çığlık çığlığa, etrafında da sevdikleri... Esen her meltemin kokusunda kollarını açıp solukluyordu yaşamını biteviye, yetişkinliğe ulaştırıyordu kendini doyasıya...

Taa ki o gün, o kara büyük araba gelince evlerinin önüne, anlamıştı o, başına gelecekleri... Küçüklüğünden bu yana onu gözeten, büyüten ve genç bir yetişkin yapan eller, şimdi onu bambaşka yabancı ellere hediye gibi sunuyordu adeta...



Sönerken gözündeki yaşamın son feri, onu aydınlatan ışığa son kez bakarak gülümsedi... Konarken buz gibi bir odaya bedenleri parçalara ayrılanlarla birlikte, ayrılmadığına da seviniyordu tümünden...

Onu bekleyen koskoca şehrin bir caddesinde neon ışıklarıyla süslü bir dükkanın içindeki sıcak bir odaya koydular soğuk bir demirden şişi içinden geçirerek...

Dönmeye başladı kaderiyle raks ederek... 
Kaderine dönüyordu, ısıtarak içini...
Isındıkça eriyor, eridikçe tatlandırıyordu bedenini...
Kaderinin son dönüşüydü bu ne yazık ki...

Ham’dı, pişti ve zaman doldu işte... İnce bir jelatin kağıdına sarmalladılar ısınmış bedenini, bir ev sıcaklığına yolcu ettiler... Bir tabağın içinden üleşildi, bütünleşti onlarla da... Evin minik kedisinin midesi bile nasiplendi bu üleşilmeden...



Ardında kalan üç beş kemik parçası ve birkaç deri parçası bir poşete kondu, şehrin uzaklarındaki çöp yığınlarının içinde kaybolmaya gönderildi, diğer yitip gidenlerle birlikte... Orada da nasiplendirildi mi birilerine bilinmez burası ise bir muamma...

Bugünlerde ise, garip isimli bir virüs uğruna, çuvallar içine konarak itlaf makinesinin içinde yaşamları sona erdiriliyor çoğunun...

Bu yazgısal son ne tuhaftır, bu yazı da itlaf edilen binlercesine bir ithaftır...

Ertan YURDERİ

27 Haziran 2005 Pazartesi

Zugaşi Berepe (Denizin Çocukları) ve Çernobil




"Sultan Makamı" TV dizisinin müziğiyle ilk kez tanıdım Kazım Koyuncu ismini... Balat-Fener semti arasına sıkışıp kalan hayatları anlatan güzel bir diziydi seyrettiğim... Her "Sultan Makamı" müziği çaldığında içimden bir şeyler kopup gidiyordu sanki...

Senaryo yazarının hayalinin içine
"Sultan Makamı"nın müziğiyle dalıveriyor, yaşıyordum o hayatları... Kazım Koyuncu, müziğinin ezgileriyle, yaşanan o hayatları çok güzel hissettiriyordu bana...

Evet Kazım Koyuncu'nun aramızdan ayrılmasına hepimiz çok üzülüyoruz onu her düşündüğümüzde... Yaptığı "Laz Rock" müziği o kadar etkiliyordu ki dinlerken beni... Onu dinlerken Karadeniz'in kokusunu, Karadeniz insanının yüreğini hissediyordum gitarından çıkan her ezginin tel nağmesinde...

Bundan böyle ulus olarak, oralarda, o bölgelerde ve diğerlerinde yitip giden, genciyle, yaşlısıyla tüm insanlari hatırlayıp duracağız, gözyaşlarımızı yanaklarımızda kurutarak...

Sebebi ise belli... Çernobil denilen felaket yüzünden elbet...


Yıl 1986, Nisan ayının 26'sıydı... Çernobil santralinin dördüncü ünitesinde yapılan bir deney sırasında meydana gelen kaza, yüzyılın en büyük nükleer faciası olarak tarihe geçmişti.

O gün o faciada 31 kişi hayatını kaybetti, ancak radyoaktif maddeler uzun yıllar içinde etkisini gösterdiği için kazadan tam olarak kaç kişinin etkilendiği net olarak bilinmiyor hala günümüzde de.

Çernobil'i lanetliyorum, bir kez daha yeniden ve yine yine her hatırladıkça...

Bir o kadar da o günlerdeki siyasileri de...






Hatta o günlerde devlet TV'sinde "Çay içmek faydalıdır" deyip höpürdete höpürdete çay içen o günlerin popüler bakanı Cahit Aral'ı da iyi duygularla hatirlayacağımı kimse söyleyemez...

Çernobil gerçekten de o günlerde hem patladığı o ülke topraklarını ve insanlarını, hem de ülkemiz topraklarını ve insanlarını çok kötü vurdu...

Kazanın ardından Doğu Karadeniz'de kanser vakaları artış gösterdi. Uzmanlar ise, kanser vakalarının kazayla ilgili olup olmadığının bilinmediğini söylemekle yetiniyorlar... Ancak bölgede hala kaybolmamış radyasyon nedeniyle kadınlarda en çok meme, erkeklerde ise akciğer kanserine rastlanıyor.

Ülkemizde o zamanlarda hiçbir önlem alınmadığı için ve halkımız da radyasyon konusunda hiç bilinçlendirilmediği için normal yaşantısına devam etti "Bize bir şey olmaz" edasıyla... Suyunu içti, sütünü içti, sebzesini ve meyvesini yedi... Tonlarca çayını topladı, onları içti veya onları ülkemizin birçok yerine dağıttı... Hatta belki de şu anda içtiğimiz çoğu çaylarda bile o günlerden izler vardır...

Çernobil'in radyasyon etkisi bilmem kaç yüz sene bu topraklar üzerinden hiç geçmeyecek... Ancak o zamanlar çok tartışılan bu konu şimdilerde ise unutulup gitti... Yaşam sanki normalmiş gibi o bölgedeki tüm insanlar gibi bizler de yaşamlarımızı sürdürüyoruz maalesef... Evet bir vurdumduymazlik misaliyle hayat yaşanıyor, yaşanmaya devam ediyor ve edecek de çaresiz...

Oysa ülkemizdeki tüm hastaneler, hastanelerin tüm bölümleri Çernobil kazazedeleri ile dolup taşıyor her gün... Dertlerine derman arayan onlarca, yüzlerce, binlerce hasta ve hasta yakınları çare bulabilir miyiz umuduyla o ilden bu ile hastane hastane, doktor doktor koşup duruyor hala umutla...

Genç-yaşlı demeden çoluğuyla çocuğuyla o bölgede her gün bu sebepten yitip giden çokça da beden var bu ülkede... Artık bu tür ölümlere normal sıradan ölümmüş gibi bakıverir olmuşuz, hiç kimsede tek bir tık yok, tepki vs. yok... Acılarımızı da içimize gömük bir vaziyette yaşar olmuşuz... İçimiz yanmakta ama sesimiz soluğumuz çıkmaz vaziyetteyiz hepimiz...

Konuşmuyoruz, konuşamıyoruz bile... Konuşsak bile dönüp gelecekler mi yitip gidenler...

Ancak, arada bir o bölge insanından ünlü bir işadamı veya ne bileyim bir sanatçı vs. ölümüyle hatırlıyoruz o bölge insanlarının çektiklerini, üzüntülerini... Oysa diğer yitip gidenler gibi şu an hastalıklarıyla ölümüne boğuşanlar, onlar da bizim canımız, ciğerimiz... Bu ulusun evlatları herkes...

Aradan birkaç gün daha geçecek ve biz nicelerini unuttugumuz gibi Kazım Koyuncu'ları da unutacağız, Ayşeleri de, Fatmaları da, oralarda daha yeni dogmus Çernobil hastalıklı bebelerin isimlerini de...

Ya arkadaşlar, içim çok yanıyor... Gözyaşlarım bile ıslanmıyor artık pınarlarında... Boğazım ise düğüm düğüm oluyor...

 
Kulaklarımda ise; Karadeniz'in o yemyeşil çay kokulu yüksek yaylalarında, elele tutuşup kemençe sesinin nagmeleriyle yaşamlarını yitirip giderken bile halay çeke çeke gökyüzüne yükselen Zugaşi Berepelerin (Denizin Çocuklarının) seslerini duyar gibi oluyorum... Hepsi bizlere yüzlerindeki gülümsemeyle o gittikleri yerden sesleniveriyorlar:

"İşte geldik gidiyoruz... Hoşça kalın, ey halkımız... Unutmayın bizi..."

Ertan Yurderi

2 Haziran 2005 Perşembe

Yerim böyle İngilazca'yı ...



Dün akşam Kadriye'nin "Kumkapı Balıkçısı"nda fenerimizi söndürürken, bir İngiliz benimle kafa bulma zahmetinde bulundu... 

Bana dedi ki; "Söyle bakalım İrrrtınnnn.. (Adama adımın Ertannnnn olduğunu anlatamadım...) Üç cadı üç swatch saate bakıyorlar. Hangi cadı hangi saate bakıyor?"

İçimden adama dedim ki;

"Oğlum kafam rakılı... Başlarım üç cadına da, saatına da sana da"... Tabii ki Ser'de Türklük var, İngilizca'yı da az buçuk çakma durumumuz var, rahmetli Peder'den yadigâr... Azbuçuk da İngilazca'yı Lise'de yaladık yuttuk kopyaylan... Çevirdim çevirmesine de, bu çıktı be... "Yerim ulan ben böyle İngilazca'yı..."

"Three witches watch three swatch watches. Which witch watch which swatch watch?" Hay ebeninki... 

"Okey Okey" dedi Johnny yan masadan sırıtarak... "Temam Temam..." da... Yanındaki hatun da ekledi: "Bunu da bil, içkiler bizden.."

Eh hadi söyleyin dedim...

"Üç travesti cadı üç Swatch saatin butonuna bakıyorlar. Hangi cadi hangi Swatch saatin butonuna bakıyor?"

Şöyle diyaframimi genişleterek; "Ohaaaa çüşşşşşş, basacam buuu tonuna" diyesim geldi, tuttum kendimi. Kibarca sadece "Çojjjkkk iiiiiziiii" dedim muzır halimle...

"Three switched witches watch three Swacth watch switches. Which switched witch watch which Swatch watch switch?"

Johnny bu sefer bana "imposible hay anani irrrrtınnnnn" diyecekken, ben de şef garsona içkileri söylemiştim bile... 

Var mı ulan biz Türklerle İngilazca konusunda alay etmek? Biz İngilizca'nın HAS'ını biliriz HAS'ını... 

Sevgiyle paylaşayım dedim...

İiirtınnnnn pardon ya Ertan

Ertan Yurderi

Not: Bu yazı, bir fıkranın gönlümdeki izdüşümüdür...

12 Mayıs 2005 Perşembe

Parazit Varlık Thomas ve Öğretisi


Yaw, ne enterasan bir olaydır ki, gün geçmiyor, yeni yeni “Kİ”ler, yeni yeni “ENERJİ”ler açığa çıkmasın… Tabii yüzümdeki gülümseme, kahkahaya dönüşüveriyor…

Heboiki’nin saf, temiz, yumuşacık kar beyazı enerjisi artık bedenimin en ücra köşelerine kadar öyle sarmış ki beni, her olumlu, her yeni öğretiye gülümser ve hatta kahkahalar atar oldum.. Herhalde enerjilerin güzelliğinden bu olsa gerek… Neyse sözü fazla uzatmayalım, girelim öykümüze…

Geçenlerde Herderdeva’nız olarak bir Heboiki uyumlamasından sonra grup öğrencilerimle yaptığım meditasyon çalışması sırasında “Gizli Şefler”den rehber Thomas adlı varlık, tam meditasyonun orta yerinde ortaya çıkmaz mı?.. Bakın şu işe…
“Ulan benim adım Thomas, aklınıza koymazsam olmaz” cümlesiyle sözüne başlayarak, “İçinizden birinizin aklına, bulunduğumuz planlarlardan yeni bilgiler koymaya geldim, hanginiz gönüllüydünüz efeeeemmmmm?” demez mi? 
Ahhaaa tam o sırada Herderdedeva olarak tabii ki duruma el koyma gereğini hissettim… Aramızda daha Heboiki’yi yeni özümsemiş evli-dul bayanlar, evli-bakir erkekler, tüyü yeni bitmiş genç toy delikanlılar ve çıtırlar ve vesairesi vardı.. Hepsi de gözlerini faltaşı gibi açıp bana bakarak: “Hocam noluyor burda”casına söylenmeye başladılar… Ben de gayet sakin ve hiç istifimi bozmadan Parazit Thomas’a dönerek dedim ki;
“Oğlum Thomas efendi, rehber parazitlerin şahı. Na’ber lan? Ne işin var burda? Melek gibi görünüyorsun maşallah anladık da? Şimdi durup dururken neden meditasyonun içine ettin?” dercesine bir soru sordum…
Parazit Thomas da, meditasyonumuzu bölmüş olmanın keyfini çıkarcasına, sırıtarak;
“Yaw biliyorsun ölümsüzlüğe geçiş yapmadan önce tüm yaşamımı zevk ve hazlar peşinde geçiren bir insan idim. Ve tüm psişik kişiliğimi ölümden sonra da sürdürmeye yeminliydim… Aynı eskisi gibi zevk düşkünü halimi sürdürecek yeni bedenler ve zihinler aramaya geldim… Dediler ki, ‘Git Lokman Üstad şu an Heboiki’yi yeni uyulmadığı öğrencilerine meditasyon yaptırıyor. Bu eğlenceye sen de katıl, hem yeni bilgilerle donatacağın körpe ve taze beyinler de var orada… Dünyadaki o eski haz ve eğlence dolu yerlere dönmeye çalışırsın böylelikle’ denilince, dayanamayıp geldim işte. Ne var bunda şaşıracak?” dedi…
Ben de “hasssssstiiiiiiiiiir, bula bula bizi mi buldun, bizden başka Ki grubu yokmuydu lan köftehor” deyivermişim istemeyerek…
O sırada buna şahit olan öğrencilerim arasında ağlayanlar, sızlayanlar, korkanlar, çığlık atıp ortalığı birbirine katanlar yetmiyormuş gibi, oradan tüm uyumlanma ve meditasyon sırasında hiç sesini çıkartmamış uysal uysal koyun gibi oturan bir genç ayağa kalkarak;
“Üstad rehber Thomas, senin bilgilerin bana lazım… Ben almaya hazırım, kendini benim yerime koyabilirsin. Ben o bilgileri ver” demez mi… Bak keratanın yaptığına…
Hadiiii şimdi çık işin içinden… Ben milleti sakinleştirmeye çabalarken, yezitin yediği naneye bak… Neyse zaten bu çocuğu taaa toplantıya geldiğinden beri gözüm pek tutmamıştı… Adı ve soyadı da çok uyuzuma gitmişti zaten… Uyankurt Uyansafdağlı…
Neyse bizim Uyankurt Uyansafdağlı’yla daha önce Heboiki uyumlanması için bana açtığı telefonda yaptığım bir konuşmada Heboiki’ye uyumlanmak istemesinin sebebini, “Çok ağır bir stres dönemi içinde olduğunu, bu stresten kurtulmak için ve kendini sakinleşmek için uyuşturucu ve alkol aldığını, artık buna son vermek için bir Kİ olsun da ne olursa olsun… En iyisi Heboiki olsun” diyerek araştırıp aradığını söylemişti… Bu konuşmaları hatırlayınca “Aha dedim”, “İşte bizim parazit Thomas için ideal bir insan bu Uyankurt” …
Ortalığı zar zor sakinleştirdikten sonra, Thomas’a doğru ilerleyen Uyankurt’u bu arzusundan vazgeçmesi için çok zorlayıcı sözler söylemeye başladım… Ama nafile… Ben söyledikçe büyülenmiş gibi Thomas’ın üzerine üzerine gitmeye başlamıştı bile…
Halbuki meditasyondan önce gruba;
“Düşünce, beden ve ruhun dengenizi sağlayın… Ruhsal, zihinsel ve fiziksel enerjilerinizi en üst noktalarda muhafaza edin. Kendinizi bedensel faaliyetlerin yanında en az birkaç dakika duaya ya da düşünceye yoğunlaştırın. Yeterli ölçülerde dinnlenmeye ve sakin olmaya çalışın. Hevesli bir parazit varlığı kendine çeken, duygusal ve fiziksel yorgunluğun sebep olduğu moralsizliklere izin vermeyin. Altın kuralı uygulayın. Küçük hareketleri ve aşağılamaları bertaraf etmeyi öğrenin. İntikam düşünceleri sizi etkisi altına almasın. Kelimelerinizin gücünü unutmayın. Kaba, acımasız ve küfür dolu ifadeler, o enerjinin size geri dönmesine sebep olabilir. Başkalarını yargılamayın ve hoşgörüsüz olmayın. Her şeyde ılımlılığı ve dengeyi kurun. Gün boyunca pozitif kalın… Deprasyonlardan, moralsizlikten ve negatif düşüncelerden uzak durun. Hayatın hep iyi yanını görmeye çalışın. Hüzünlü olduğunuz anlarda neşe veren parçalar dinleyin” demekten dilimde tüy bitmişti oysa…
Eh bizim Parazit Thomas da diğer parazit varlıklar gibi, kendilerine aşırı derecede düşkün insanlar görmeyi sevdikleri için, hele de alkol ve uyuşturucu bağımlısı olanları kişileri daha tercih ettikleri için kimyasal etki altında şuur düzeyleri değişenlere daha kolay yaklaşabiliyorlar… Çünki Thomas gibilerinin kurbanları, güçsüz, direnemeyecek kadar zayıf ve yardıma muhtaç, seçici olmayan, kolay aldanan her yeni düşünceyi ve felsefeyi kabul eden insanlardır…
Bu birleşmeye ne yaptımsa engel olamadım, bizim Uyankurt Uyansafdağlı gitti Thomas’ın kucağına pardon içine oturdu… Thomas içeri cumburlop dalıverdi, Uyankurt dışarı kaçıverdi. Onlar bu halvet içine giredursunlar… Biz gördüklerimizi ve işittiklerimizi anlatalım…
Aralarında ilginç diyaloglar geçiyordu… Uyankurt’a çeşitli bilgileri sanki download ediyordu… Bps hızını sormayın ki gitsin… Siz deyin 1 MB’lik bir hız, ben diyeyim ne bileyim? Düşünün artık o hızı… :))
Thomas’ın bu verdiği yeni enerjinin ismi “İKİZKENAR YAMUK” enerjisiymiş… Dört ikizkenar yamuk enerji birleştirilince bir  piramit’in yan yüzlerini oluşturuyormuş… Eee diyeceksiniz ki üstü boş kalıyor bu nasıl piramit oluyor… Acele etmeyin anlatıyoruz
işte… Üst piramit ise, dört yan yüz birleştikten sonra üstte boş kalan piramiti de Thomas tamamlıyormuş… Dolduruyormuş… Anladınız mı? Anlamadınızsa paragraf başına dönüp bir daha okuyunuz…
Bu enerjiyi uygulamak çok basitmiş… Şöyle yapıyormuşsun bu çalışmayı…
Bu enerjiyi uygulayacağın kişiyi karşına alıp;
“Hadi İkizkenar Yamuk, Hemen Beni Yamult” deyiverince, enerji ellerden akmaya başlıyor, bir mastırbatörün elindeki mastırbatör aleti gibi vibrasyona giriyor ve karşısındakini yamultmaya başlıyormuş… Böylece karşısındakinin ruhsal gelişimi hızlanıyor ve kolaylaşmaya başlıyormuş…
Bunları duyunca “Ulan Lokman Herderdedeva” dedim kendi kendime… “Bizim yıllardır yapamadığımızı bu ‘İkizkenar Yamuk’ enerjisi yapmaya başlıyormuş, kıyak bir enerji ha… Zaten bizim Heboiki’ye de benzerliği yok değil hani… Bizde mi öğrensek” falan düşüncesine tam kendimi bu vibratördeki vibrasyon gibi kaptırmışken.. Thomas oturduğu yerden STOP işareti yaparak;
“Ulan Lokman, yok mu oğlum senden başka DERMAN’ım olacak insan? Hastir işine, dön Heboiki’ne” demez mi? Biraz bozuldum ama neyse… Nasılsa bizim bu Uyankurt Uyansafdağlı bu enerjiye “Thomas, adama koymaz”dan sahip oldu, biz nasıl olsa araklarız falan dedim… Köşe möşe oluruz… Heboiki 3’ten sonra Bir de “İkizkenar Yamuk” enerjiyi de kattık mı işin içine.. Offfff, demeyin benim keyfime
düşüncelerindeyim ben hala…
Neyse sonuçta ne olduğunu anlatayım… Şimdi bizim Uyankurt Uyansafdağlı bu enerjiye de uyumlanmış oldu… Ortalıklarda “İkizkenar Yamuk, Hemen Beni Yamult” diyecek saf-u saf insanların peşine düştü…
Bu arada bizim Heboiki’de işi de devam ediyor… Kurs almak isteyenlerin cep telefonumu aramamalarını, www.heboiki.com’a girip oradan linkle www.enbuyukgrandmasterbizimmaster.com’a linklenip, oradan da www.lokmanherderdedeva.com’a gidip üyelik şartlarını okumalarını ve formu doldurmaları gerekmektedir…
Saygılarımla…
Enbüyük Grandmaster’iniz
Lokman Herderdedeva’nız
Not: Thomas’a not (Bu kısmı Thomas harici siz okumasanız da olur…) “Ulan oğlum Thomas… Hayırsız herif… Nerdesin? Hani uyumlanmadan sonra vaatettiğin yemek? Çabuk gel… O kadar aracı olduk…”


10 Mayıs 2005 Salı

“Hummo da Mumba” Kİ’siii…


Yaw, Heboiki’ye inisiye olan müritlerimden, çok pardon inisiyemlerimden gelen sorular karşısında bu açıklamayı yapmayı bir borç bilirim tabiikine de…

Hadi yine iyisiniz, tam da Herderdedeva hocanızın en müsait gününe denk geldiniz… Açıklayayım, açıklayayım … Aydınlanın, aydınlatın… Çok bilinmeyenli denklem, değil bizimkisi…

Bir gün bir mürit pardon bir öğrencim;
“Lokman Hocam, ‘Hummo da Mumba Heboi’ diye sizin öğretinizden daha iyi bir öğretiye de inisiye türü varmış… Hocası da iyiymiş… Tibet’ten gelip, Heboiki’ye meraklı olanlara inisiye etmeye başlamış” dediler… “Anlamadım” dedim ilk önce… Heboiki’ye inisiye olanlara mı “Hummo da Mumba Heboi”yi düdükleyecekler, yoksa sadece Heboiki meraklılarına mı diye tam düşüncelerime dalmışkenkene (Hadi sadece Heboiki meraklıları olsa iyi, bir de Heboiki inisiyelerini kancayı takmışlar) bir öğrencimin şu sesiyle uyumuş olduğum uykumdan uyandım…
“- Hocammmmm, siz Üstad Eritinato Yokiyama hocanızla bir irtibata geçseniz de bize bu işin bir aslını şeyyy etseniz” dedi..
“Ulan bu saatte de olur mu dedim” kendi kendime… Saate baktım, eh yollucadan iyice bir saat….
Yükseltilmiş Büyük Üstat olan Eritinato ile tam contact kurma zamanı… Neyse önce bir connect olalım dedim, sonra da contact kuralı mı deneriz.. Nasılsa yukarıda buradaki gibi bir türlü bağlanamayan hatlar, adsl sistemleri ne bileyim uydu linkleri falan feşmekan yok.. “Zınk” diye düşünüp, “Zank” diye “Connect” oluyorsun… “Disconnet olamıyorsun” (resmen mı..tın yani…)
Connect olduktan sonra da; “Hoca Üstat, hoca Üstad… Hadi gel de bana tak tak” deyince Yüksek’lerden gelen hızla contacta geçiyorsun falan… Daha dünyamın güzel insanları bu sisteme geçmedi ama yakındır, yakındır… Değer tüm bunlar… Değer bu can-ı değer insanlara…
Neyse biz de aynısını yaptık, “Zınk” diye düşünüp, “Zank” diye Connect olduk ana sisteme… Ardından da; bizim Yükseltilmiş Heboiki Üstadı Eritinato üstadı çağırmaya sıra geldi…
“Hoca Üstad, hoca Üstad… Hadi gel de bana tak tak” dedik üç kere… Ses yok.. Yine denedik, yine ses yok… Alt katmanlardan bir Varlık gelip dedi ki;
“Şu anda Hoca Üstad hacet gideriyor, az sonra gelecek…” Hay dedim, ya… Orada da bu iş devam ediyor mu hala?… Yok mu bunun çaresi be oralarda falan oldum yani…
Neyse ben connect vaziyette beklerkene; bir sürü contact kurmak isteyen varlıklar da gelip gitti, gelip gitti… Kimisi “hiiii, hiiii”, diye gülüp gitti, kimisi “Ne işin var lan buralarda” falan deyip gitti… Ne de olsa yukarıdaki sistemin buradan pek fazla farkı yok… Eh bu sisteme böyle “zank” diye bağlanırsan bu sistemde karşına alttakiler de çıkar, üstkattakiler dee… Kime denk geleceğin belli olmaz…
Allah’tan bizim Yükseltilmiş Heboiki Üstadın kendine has bir gelişi var ki, onu tanımamak imkansızdır.. Neyse, baktım az sonra Yükseltilmiş Heboiki Üstadı Eritinato hocam geldi… Arkasından da bir sürü peçeteler ardından sürükleniyordu…
“Ulan Lokman, burada da rahat bırakmıyorsun beni be… Bi güzel sı..tırtmadın bana… Ne var ne istiyon?” Sesi hiddetliydi tabii.. Eh kim olsa böyle bir durumdayken gelmek istemez…
“- Şeyyyyy hocam, bir şey sorcem, yardım şeyyyyetseniz” diyecek oldum ürkerek…
“- Tamam oğlum Lokman, keyfimin en güzel yerine ettin ama neyse neymiş bakalım söyle hacetini?” dedi… Sesi yumuşacıktı… Korkum geçti gitti..
“Yaw Yükseltilmişim, Aslanım Eritinatom” dedim.. “Sen bize Heboiki’den sonra Hummo da Mumbokİ’yi neden vermedin? Baksana ortalıkta bir zat-ı muhterem çıktı… Bunu Heboiki’ye inisiye olanlara dağıtmaya başladı… Söyle usta, sen ne düşünüyorsun bu hususta… Nerden çıktı şimdi bu?” dedim…
Gülümsedi ve dedi ki;
“Oğlum Herderdedevam… Bunlar Veşekilen, Veşekilen, Veşekilen”… Önce anlayamadım… Sonra jeton düştü… “Bunlar suretin sureti, bunlar vesaire şeyler” demek istemiş…
Çünkü Heboiki’yle uçmaya başladığınızda ulaştığınız noktada öyle enerjiler varmış ki, bunun ucu bucağı, sonu kıçı yokmuş…
Ya güzel bir seviyeye denk gelir, burada kayan frekansını düzeltirler, ya da yanlışlıkla boktan bir seviyeye gelir, façayı çizdirip, aşağıya en aşağılara çekerlermiş seni… Sonrası, sonrası malum… Ortalıklarda dolaşan bir sürü “Ben neydim, noldum, Darmadağın oldum, Yandım, Bittim, kül oldum” diyenlerden olurlarmış…
“Valla” dedi, “Sen bilirsin Lokman’ım, Herderdedeva koçççum benim…” “Sen öğretine devam et, biz buradakiler onlara buradan bir ayar çekeriz”… dedi… Tekrar, yaptığı işi devam etmeye gitti…
Biz de “Disconnet” olup çıktık sistemden…
İçim bir rahatlamıştı artık, ohhhhhh… Bunu hemen bizim müritlere, pardon öğrencilere de aktarayım dedim…
Kısacadan hallice: “Siz, siz olun, içinizdeki Yaradan’ın Ki’sine güvenin… O en yüce kaynaktır… Onun enerjisi tüm evreni çevreler… O’ndan izinsiz ve habersiz hiçbir şey olmaz… O size çok yakındır…”
Büyük Üstat, Grandmasterlerın masterı,
Yükseltileceklerden
Lokman Herderdedeva Hoca’nız…
Kaynak: www.heboikiturkey.com,
www.enbuyukmasterbizimmaster.com,
www.lokmanherderdedeva.com

11 Nisan 2005 Pazartesi

Kitaro yorumuyla "küçük kurbağam..."



Soğuk ve hafif çisentili bir pazar günüydü dün... Baharın müjdesi yerine biraz daha serin ve soğuk bir hava gelmişti sanki yaşama... Halbuki doğa hiç gelmeyen kış uykusundan daha yeni yeni uyanıyor... Tüm cemreler ise düştü, bitti ve gitti... Sabırsız erik ağaçları Mart ayı başlarında az biraz sıcak görünce çiçeklerini açtı ama, ondan daha akıllı olanları tamamen Nisan ayının ortalarını bekliyor çiçeklerini açmak için... Hatta bazıları da kabuklarından kurtulmaya ve soyunmaya başladı bile...

Ben de ruhumu yeşillikler arasında İzmit'te bırakıp, taş binalar arasında can çekişen Istanbul'a ve evime geriye döndüm...

Dört bir tarafı duvarla çevrili tek yeşili bilgisayarının yanındaki üç beş çiçek olan bilgisayar odama yönelip makinemin karşısına geçip oturdum...

Evde sessizlik hakim şu an... Eşim içerde TV seyrediyor, kızım sınavlarına hazırlanıyor masa başında. Kedim Şanslı da benim eve dönmemin keyifliliği ile etrafımda dolanıp mırıldanıyor... Beni özlemiş olsa gerek, ayaklarıma sürtünüp duruyor çünki...

Kulaklarımda ise tüm gün boyunca keyifle dinlediğim Kitaro'nun "Heaven & Earth" yorumu ve o yoruma eşlik eden kurbağalar korosunun sesleri hala yankılanıyor duruyor...

"Vrak.. Vrak, vrakk. Vrakkkkk, vrakkkkk, vrakkkkkkk"...


Kitaro "Astral Voyage"ye geçerken, ben de bu vraklamalarla medite ediyorum kendimi... 

"Nerdeyim ben acaba?" oluyorum bir an... Cennetin hangi bölümü burası? Yeryüzünde "Cennet"i bulmak bu kadar kolay mı?

Ancak bulunduğum yerin "Kurbağalar Cenneti" olduğu muhakkak... Oysa ben İzmit KentSA tesislerindeyim... Dostlarımla güzel bir günü geçirmek için toplanmışız... Sohbet de en koyu kıvamında ama benim gönlüm dışarıdaki minik havuzlardaki kurbağalarda...

Sabah tesis içindeki oturma yerlerimize doğru yürürken, küçük bir kurbağanın bir havuzdan diğer havuza gitme mücadelesine şahit olduk dostlarımla birlikte...

Küçük kurbağa önce bulunduğu havuzdan büyük bir sıçrayış ile etrafı güvenlik nedeniyle tel örgülerle çevrilmiş havuzdan çimenlerin üzerine atıverdi kendini, büyük bir ustalıkla... Sonra diğer havuzun başına kadar zıp zıp zıplayarak geldi... Sonra öbür havuzun etrafındaki güvenlik tellerini gördü... Havuzun çevresini şöyle bir kolaçan etti... Nereden içeri sızabilirim diye düşündü herhalde...

Sonra da baktı ki içeriye diğer havuzun içine girmek o kadar da kolay olmayacak, bu sefer usta bir askerin yaptığı gibi istihkam stratejilerini geliştirmek için düşüncelere daldı...

İşte küçük kurbağa bu düşüncelerdeyken biz de ona stratejik destek vermeyi düşündük bir an... Ne yapabilirdik? Ona yol gösterebilirdik, şurdan içeriye gir diye... Ama en iyisi elimize alıp, onu havuzun içine bırakmaktı... Ancak daha sonra topluca doğanın planına müdahale etmeme kararı alıp, küçük kurbağayı kendi haline bırakarak, izlemeye koyulduk...

Küçük kurbağa da bizler tarafından izlenmenin dayanılmaz keyifliliği ile birinci etap olarak bir demir bariyerin üzerine zıpladı, sonra büyük bir konsantrasyonla yaklaşık 70 cm'lik telin üzerinden balıklama atlayıverdi, su dolu havuzun içine... Bizlere nispet yapar gibiydi hali ya, neyse bizdeki sevinci görmeliydiniz... Sanki bir spor karşılaşmasını izler gibiydik, gülüşmelerimiz ve alkışlarımız birbirine karıştı...

Biz de gün boyu oturacağımız alana doğru yürümeye başlarken geride bıraktığımız küçük kurbağamız da keyifle yeni geldiği havuzdaki dişi kurbağalara diğer erkek kurbağalarla birlikte kur yapmaya başlamıştı bile...

Kitaro da "Dream" çalarken kulaklarımızda da "Vrak.. Vrak, vrakk. Vrakkkkk, vrakkkkk, vrakkkkkkk" sesleri hiç eksik olmuyordu...

Binalarla taşlaştırdığımız, kendimizden uzaklaştırdığımız doğa ve yaşam, en içtenliğiyle sunuyordu kendini bizlere, bir küçük kurbağanın bedeninde... Onu hissedebilenlere!...

Küçük kurbağam seni ve o büyük mücadeleni hiç mi hiç unutmayacağım...

Senin senfonine de ben de eşlik ediyorum bak şu an bilgisayarım karşısında...

Kitaro'yu koydum CD Rom'uma ve sanallaştığım dünyamdan sana sesleniyorum Kitaro'nun yorumuyla "Thinking of You" küçük kurbağam, "Thinking of You"...

Ertan Yurderi


5 Nisan 2005 Salı

"Errrtann pabucuu yarııımmm, çıkkk dışarıııyaaaa oynaalımmm"...

 
Uslu çocuk kocayurek, 1964, İzmit...

Tekerlemeleri sever misiniz bilmem ama, ben çok severim...  

Çocukluğumuzda pek çok söylediğimiz tekerlemeler vardı... Genelde oyun amaçlıydı bunlar...

Az önce bilgisayarımda eski yazdığım yazıları düzenlerken, bundan 4 sene önce yazdığım ancak sizlerle bugüne dek paylaşmadığım bir yazım elime geçti...

Okurken yine gülümsedim çocuk günlerimin muzırlığıyla...

Ve bu yazıyı da sizlerle paylaşmak istedim yeniden...

Hadi beni yaşam oyununa çağırın... Bugün yeniden "çocuk"  olmak istiyorum, doyasıya oyun oynamak istiyorum...

"Errrr-taaannn, paaa-buu-çuuu-yaaaa-rımmmm, çıkkkk dışarıyaaaa oy-na-ya-lıııımmmm"...

TV'lerimizde birkaç gün önce başlayan Turkcell'in yeni bir Cell tanıtım reklam filminde; çocukluk günlerimizde çok sıklıkla arkadaşlarımızı oyuna davet amacıyla kullandığımız tekerlemeli cümleye hepiniz rastlamışsınızdır muhakkak...

Ben genelde reklam filmlerini pek seyretmem ama, bu kısa film ne zaman TV kanallarının birinde çıksa, hemen TV'nin başına koşarak geliyorum. TV'nin sesini de sonuna kadar açıyorum... Hem keyifle seyrediyorum, hem de bu tekerlemeyi söylüyorum, bir yandan da çocukluk günlerime bir kez daha geri dönmenin mutluluğunu yeniden yaşıyorum... Bu halimde beni dışardan bir gören olsa,  "Yazık valla adama, tüü tüü tühhh, tırlattı"  diyecekler ya, varsın desinler, ne çıkar?..

Geçen akşam yine aynı şeyler oldu, anlatayım...

TV'yi seyrettiğim odada yalnız başıma oturuyordum... Ciddi ciddi TV'deki haberleri seyrediyordum. Neyse TV'de haberler bittikten sonra reklamlar başladı...

Tam kanallar arasında zap turuna başlayacakken, bu reklam filmi çıkmaz mı?.. Hemen TV'nin sesini açtım tabii ki. Hem oynamaya başladım, hem de müzikle kıvırtarak bu tekerlemeyi avaz avaz bağırarak söylemeye başladım...

Yan odada üniversiteye hazırlanan kızım içeriye koşa koşa geldi.

Gözleri faltaşı gibi açılmış bir şekilde: "N'oldu babişko, neyin var, bir şey mi oldu?" derken, bir yandan da ağzı açık şekilde yüzüme tuhaf tuhaf bakakaldı...

Sonra TV'deki reklam filmini görüp, benim de onlara eşlik ettiğimin farkına da varınca, kıkır kıkır gülmeye başladı...

"Ayyy baba, çok hoşsun... Hiç yakıştıramadan valla sana"  derken, ben de bir yandan, "Bak koskoca ablalar, abiler, sanatçılar bile oynuyor, ben niye oynamayacakmışım... Hem bu bizim zamanımızın tekerlemesi, siz gençler de bizim şeylerimizi hiç beğenmiyorsunuz" deyiverdim... Katıla katıla gülüştük sonra ailecek...

Ne güzel günlerdi onlar ya...

Bazen evde veya sokakta yaptığımız yaramazlıktan dolayı annemizden evde oturma cezası aldığımız günlerde, camdan dışarı bakıp arkadaşlarımızın oyun oynamalarına imrenerek şahit olurduk... Onlar da bizi sokağa davet için hep bir ağızdan bağırırlardı... "Errrrtaannn pabucu yarıımmm, çıkkkk dışarıyaaaa oy-na-ya-lım!.."

Bu sesleri çıkaran arkadaşlarıma camdan; "Sokağa geleceğim ama, annem izin vermiyor, siz daha çok bağırın ki annem duysun belki izin verir" dediniz mi, hepsi avazı çıktığı kadar bu tekerlemeyi koro halinde söylerlerdi...

Bu seslerin artması üzerine o sırada mutfakta yemek yapmakta olan annemize yalvaran bir ses tonuyla: "Nooolur anne ya, bak arkadaşlarım beni sokağa çağırıyorlar, nooolur bir daha yapmıcam söz veriyorum, senin sözünü dinlicem. Nooooolur!.. Nooolur anne sokağa çıkayım"  yalvarmalarımıza annemiz sonunda olumlu yanıt verir, cezamızı affeder, biz de hemen sokağa atardık kendimizi...

İşte bir tekerlemenin bir anda beni geçmişe götürüp hissettirdikleri anlar, şu satırları yazdığım anlar...

Gözlerimin nemliliğinde, o geri gelmeyecek günleri özlemeler, o eski oyun arkadaşlarımızı anımsamalar... Şimdi o arkadaşlarımından çoğu ya koskocaman birer adam oldular, ya torun torba sahibi sevimli birer anne. Ya da ebedi istirahatgahlarına uğurladığımız arkadaşlar olarak anılarımızda hep birer tatlı hatıra olarak kalacaklar...

İçinizdeki çocuğun hiç ölmemesi ve her anınızın o çocukluk masumluluğuyla geçmesi dileğimle... Son söz olarak:

Haydi sevgili dostlar, hep birlikte koro halinde beni bir kez daha şu yaşadığımız hayat oyununa çağırın...

Size yanıt vereceğimden emin olabilirsiniz: 

"Errrrrtannnnn pabucuuuuu yarııımmmmm, çıkkk dışarıııyaaaa oynaaayalımmmmm!...."

Ertan Yurderi