20 Mayıs 2010 Perşembe

Okyanusta Bir Küçük Kara Balık


Sevgili Genel Yayın Yönetmenim Hasan (Sonsuz) Çeliktaş’ın bir akşam, gecenin en ilerlemiş saatinde beni cep telefonumdan arayıp; “Ağabey, Çağan Irmak’tan senin için randevu aldım, yarın Çağan Irmak’la öğleden sonra röportajın var” haberini alır almaz, hem çok sevindim, hem heyecanlandım, hem de telaşlandım birden… Severek izlediğim “Çemberimde Gül Oya” dizisinin yönetmeniyle görüşecektim sonunda… Sabaha kadar kafamda sorabileceğim soruları düşündüm durdum, heyecanım buluşma saatine kadar devam etti durdu… Gerekli teknik hazırlıklarımı yaparak buluşma saatinde Taksim Gümüşsuyu’ndaki Avşar Film’e inen merdivenlerden inmeye başladım… 90. Basamağın sonu beni Avşar Film’e çıkardı. Kendisiyle ilgili işittiğim setteki gibi otoriter ve sert birisiyle karşılaşacağımı düşünürken karşıma sakin, güler yüzlü ve tüm sempatikliğiyle bir Çağan Irmak çıkıverdi… Yeni bir film çalışmasına başladığından dolayı çok yoğundu, ancak bu yoğunluk arasında bize de zaman ayırdı… Kendisine teşekkür ederek, şirketin üçüncü katında deniz manzaralı bir odada sohbetimize başlayıverdik…

Çağan Irmak 1970 yılında İzmir, Seferihisar’da doğmuş. Anne tarafından Giritli bir aileden geliyor… Kendisiyle konuştukça onun insan ve insana dair düşüncelerini, sinemacı olarak etkilendiği yönetmenleri ve akımları, sevdiği müzik türünü, yeni projelerini, genç Türk Sinemacılara mesajlarını, sporcu yönünü öğreniyoruz..

Irmak, 1992 yılında Ege Üniversitesi Radyo Televizyon Bölümü’nü bitirdikten sonra, sinema ve televizyon sektöründe yönetmen asistanlığına başlamış. Ancak öğrenim gördüğü yıllarda çektiği “Masal” ve “Kurban” isimli kısa metrajlı filmleriyle Sedat Simavi Ödülü’nü almış. O senelerde Yusuf Kurçenli, Orhan Oğuz, Filiz Kaynak ve Mahinur Ergun’un asistanlığını yaparak, 1998’de senaryosunu yazdığı “Bana Old and Wise’ı Çal” adlı ilk kısa filmimi gerçekleştirmiş ve İFSAK Kısa Film Yarışması’nda Birincilik Ödülü’nü elde etmiş.Yine aynı yıl “Günaydın İstanbul Kardeş” ve “Çilekli Pasta” adlı televizyon filmlerinin hem senaryolarını yazmış hem de yönetmenliğini yapmış. Aynı dönemlerde Mahinur Ergun’un yazdığı  “Şaşıfelek Çıkmazı”nın yönetmenliğini yaptığı dönemlerde TV için “Bir Aşk Hikayesi” adlı TV filminin senaryosunu da yazmış. Ayrıca,  “Karanlıkta Biri Var” ve “Pencereden Kar Geliyor” isimli filme çekilen iki senaryosu da olan Irmak’ın, 2000 yılında çekilen “Beni Unutma” isimli bir filmde de oyunculuk yaptığını öğreniyoruz.  “İkinci Bahar” ve “Asmalı Konak” dizi filmlerinin yönetmenliğini de yapan Irmak, 2001 yılında, ilk uzun metraj sinema filmi olan “Bana Şans Dile”yi çekmiş.


– Sayın Irmak, “Bana Şans Dile” (2001) sizin Aksiyon/Gerilim dalında “aile içi şiddet, sevgisizlik ve iletişimsizliği” anlattığınız ilk sinema filminiz olmuş ve 14. Ankara Film Festivali’ne de bu filminizle iştirak etmişsiniz. Ancak bu filmden umduğunuzu bulamamışsınız. Bize bu konuda ne anlatmak istersiniz?

– Bu filmim geçmem gereken bir kapıydı benim için. Tabii ki ben de çok şey umarak başlamıştım bu filmime. Ancak “hayatta insanlar plan yaparken Tanrı yukarıdan gülümsermiş” diye bir laf vardır ya, bu film düpedüz kötü filmdir ve benim için sakat doğan bir bebek gibidir. İlk acemiliğimde “çok şey söylemeye çalıştığım için maalesef çok az şeyi söyleyebildiğim” bir film olmuştur. Senaryosuna çok inandığım bir filmim olmasına rağmen birçok imkansızlıklarım yüzünden de kötü bir film olmuştur. Maalesef yazdığım gibi çekemedim filmimi.

– Sayın Irmak daha sonra sizi yönetmen ve senarist olarak 2004 yılında yine bir Aksiyon/Gerilim filmi olan “Mustafa Hakkında Herşey”le izledik. Bu filminizle de “normal gibi görünen insanların gerçekte hangi koşullarda ve nereye kadar normal olduklarını” sorgulamıştınız. Bu filminizle ilgili olarak bizlere başka söylemek istedikleriniz var mı?

– “Mustafa Hakkında Herşey” benim çok sevdiğim,  tamamen arkasında olduğum bir filmdir. Ancak, Türkiye için hala erken bir film olduğunu düşünüyorum. Çünkü filmim ilk çıktığı günden itibaren (internetteki yorumlara dikkatlice baktığınızda) filmin seyircisi gittikçe arttı ve yine çok enteresandır ki bir yıl sonra seyirciler insanlar bu filmi ancak anlayabildiler. Belki de şöyle bir şey vardı. Asmalı Konak dizisinden sonra benim popüler bir film çekeceğimi zannettiler insanlar ve “Mustafa Hakkında Herşey”le karşılaşınca şaşırdılar. Ve o şaşkınlık beni kafalarında bir yere oturtmamalarına neden oldu. Oturtamadılar çünkü, “Çağan Irmak kimdi? Nasıl bir şey yapmak istiyordu? Popüler sinema mı, dizi film mi? Dizi filmlerdeki bu başarısını sinemada niye sürdüremiyor?..” Ancak, çok enteresandır ki, onların dizi filmlerindeki başarı diye addettikleri şey,  sinemadaki başarısızlık değildi. Bu yüzden kafalar karıştı bir süre. Aslında ben,  “Asmalı Konak”ı ya da bundan önceki çektiklerimi çekmeseydim “Mustafa Hakkında Herşey”i ilk filmini çeken bir yönetmen olarak çekseydim herkesin görüşü çok daha farklı olacaktı. Bir filme tamamen ön yargılarımızı bir kenara koyup da izlemek için gitmeyi henüz tam beceremiyoruz bence.  Nasıl ki, “Bana Şans Dile” düpedüz kötü bir filmim oldu diyorsam, inanın ki “Mustafa Hakkında Herşey” de çok iyi bir filmimdir.

– “Mustafa Hakkında Herşey”le Altın Portakal’da “Behlül Dal Jüri Özel Ödülü” almışsınız, ayrıca İstanbul Üniversitesi “Yılın En İyi İletişimcileri Ödülleri”nde bu filmle “En İyi Yönetmen” ve “En İyi Senaryo Ödülü”nün de sahibi olmuşsunuz…

–  Ayrıca bu filmim birçok yurtdışı film festivallerine de gösterim amaçlı katıldı. Bu da benim açımdan çok güzeldi.

– Peki bunların arkasından size şöyle bir soru sorabilirim. Çağan Irmak yazıp çektiği filmleriyle bize ne anlatmak istiyor? Veya insan’a ve  insan yaşamı’na dair neler anlatıyor?

– Genellikle ben de dönüp yaptığım filmlere baktığımda, “metropol insanı” ve “metropol insanının giderek kaybettiği değerleri” anlattığımı fark ettim. Yaptığım filmler beni hep oraya getirmiş. Yani bu başından beri verilmiş bir karar değilmiş. Ama benim derdim oymuş meğer. Bunu “Mustafa Hakkında Herşey”de de anlatmaya çalıştım hatta “Günaydın İstanbul Kardeş”te bile bunu anlatmaya çalıştığımı fark ediyorum. “Geçmiş zaman” ve “bugün insanı”. Bu insanlar ve insanlar arasındaki ilişkiler 10 yıl önce nasıldı, 20 yıl sonra nasıl olacağa kadar giden sorular cevaplandırılıyordu filmleriminde onu farkettim.

– Peki bu konuda yurtiçinde veya yurt dışında etkilendiğiniz yönetmenler var mı, sizi sinemadaki hangi akımlar etkiliyor?

– Etkilenmek mi, saygı duymak mı veya çok sevmek mi bilmiyorum ama, Ömer Lütfi Akad benim idolüm diyebileceğim yönetmendir. Çocukluğumda onun filmlerini izlerken onu Ömer Lütfi Akad olarak bilmiyordum ama, yaşım ilerleyip daha sonra o izlediğim filmlerin yönetmeninin Ömer Lütfi Akad olduğunu öğrenince  “İşte benim idolum” dedim. Ve bir de Reha Erdem var. Erdem, bence hala değeri anlaşılamamış bir yönetmendir. Bu iki isim bence çok büyük isimlerdir.

– Peki etkilendiğiniz akım?

– New York Bağımsız Sineması’nı çok seviyorum. Kurucusu John Cataves’tir. Maalesef yeni kuşaklar bunu bilmez, Lars von Trier’in filmlerine dogma film derler ama eğer bir dogma sineması varsa o bence John Cataves’le çok uzun yıllar evvel doğmuştur. Çok büyük bir adam bana göre. Etkilendiğim akım ve yönetmen bu…

– Çağan Irmak filmlerinde ve dizilerinde müziği ve kamerayı insanları etkilemek için nasıl kullanıyor? Etkilendiğiniz akımın bunda etkisi var mı?

– Aslında benim ilk temel problemim insanları kamera ile etkilemek değil. Rus sineması ortaya çıktığında da iki kural vardı. Biri “Ben haberci bir kamerayım” der, biri de “Ben kamera olarak bir gözüm” derdi. “Koşan atla beraber koşarım”,  “Yürüyen insanla beraber yürürüm”. Benim yaptığım da sadece bu aslında. Yürüyen insanı takip etmek ve onun oyununu yakalamak.  Bu,  seyirciye ilk başta kamera hareketi gibi geldi. Ama şimdi yavaş yavaş onlar da benimle birlikte benim sinema dilimi kurmaya başladılar. O hareket eden kameranın sadece ve sadece oyuncunun oyununu yakalamak için yapıldığını görüyorlar. Benim tek derdim buydu işte. Değişen durumlar, olup biten herşeyin karşısında insanların yüzlerini en yakın plan ifade ile yakalamak. Bunu yaparken de o mizansenle kamera da hareket ediyor. Dolayısıyla bir kamera hareketiymiş gibi görünüyor ama benim derdim o oyunu yakalamak. Başka bir şey değil kısaca.

– Peki müziği nasıl kullanıyorsunuz?

– Müziğin de çekilen bir sahneye tamamen hizmet etmesini istiyorum. Zaman zaman klasik müzikler kullanıyorum çünkü o sahneyi bana o klasik müzikler hissettiriyor. Bence doğal olan bu.

– Klasik müzikle çekilen sahneleri “Çemberimde Gül Oya” dizi filminde de gördük. Beni en çok etkileyen müzik, Zarife’nin annesi Sultan’ın eşini vurduğu sahnede kullandığınızdı örneğin. O sahneden ben de çok etkilendim açıkçası. Sultan’ın duygularını çok iyi geçiriyordu bizlere.

– Evet o sahnede kullandığım müzikteki aryanın bir anlamı vardı. Aryanın sözlerine baktığınızda “Beni cennette koruyan ve bağışlayan biri var mı?” diyordu. O sahneye bu arya her şeyiyle tam anlamıyla uyuyordu.

– “Çemberimde Gül Oya” dizisi bitti ancak yeni yayın dönemi için diziye devam edecek misiniz? Yoksa yeni bir dizi projeniz var mı?

– Yeni yayın döneminde dizinin devamı asla olmayacak ve yeni yayın döneminde bir dizim de olmayacak…

– Peki yeni bir film projeniz mi var yoksa?

– Evet var. Şu an Komedi/Dram türünde “Babam ve Oğlum” adlı sinema filminin çalışmalarını yapıyoruz. Bu filmin ana temasında Egeli bir aile var. Biraz tatlı kaçık bir Egeli aile bu. Kelimenin manasıyla hani üç şekerli denir ya, işte öyle. Bu ailenin büyük bir çiftlikte başından geçen üç kuşak jenerasyonunun hikayesi olacak bu film. Çok eğlenceli bir senaryo. Çok severek yazdım. Çünkü o insanları da çok iyi tanıyorum çünkü benim çocukluğumun insanları onlar. Doğup büyüdüğüm kasabanın insanları onlar. O yüzden yine benden bir malzemeyle yola çıkıyorum. O filmde o Ege yöresine ait birçok kültürü de bulacaksınız.

– Sayın Meltem Savcı’nın 2002’de sizinle yaptığı bir röportajda okumuştum. Siz yazar olarak Tarık Dursun K’dan da etkilendiğinizi söylüyordunuz o röportajınızda. Hatta Sayın K’nın “Hoşçakal Küçük” kitabını da bir gün film yapmayı da düşünüyormuşsunuz.  Böyle bir düşünce gündemde var mı?

– O sıralar o kitabı aradığımı da söylemiştim. İnanır mısınız, o kitap defalarca bana geldi. Beni çocukken bu kitap çok etkilemişti. İleride bu kitabı da bir film olarak yapmayı çok istiyorum. 70’li yıllardaki bir memur ailesinin hayat mücadelesi anlatılıyordu o kitapta. O yıllardaki idealist bir öğretmen baba ve çocuğunun hikayesiydi. Bu idealist öğretmen sonradan senaryo yazarı olmayı düşünüyor. Bütün bunlar ve o dönem,  küçük bir çocuğun gözünden anlatıldığı için beni çok etkilemişti.

– Umarım bir gün çekmek kısmet olur.

– Umarım, kısmetse…

– Yeniden “Çemberimde Gül Oya” dizisine dönelim isterseniz. 12 Eylül 1980 ihtilali döneminde 10 yaşındaymışsınız. Dizinin senaryosunu,  o çocukluk günlerinizde yaşadıklarınızla ve gözlemlediklerinizle de bağdaştırarak yazdığınız söyleniyor. O günlere dair neler hatırlıyorsunuz? Dizinin senaryosunda atladığınız veya anlatmadığınız bölümler oldu mu?

– Aslında ben o yılları 20’li veya 30’lu yaşlarımda yaşasaydım eğer,  şimdi bu hikayeyi çekemezdim zaten. Çünkü insanlar büyüdükçe kafaları bir sürü şeyle doluyor ve belli bir süre sonra da düşünsel bir kirliliğe geliyorlar. Çocukluktaki gibi kirlenmemişlikle olaylara o kadar saf gözlerle bakamıyorlar. Dizim, o günlere ait çocuk gözlerin hikayesi’ydi benim için. O yüzden şimdi onu anlatıyorum. Televizyon eleştirmeni Yüksel Aytuğ “Çemberimde Gül Oya” ile ilgili çok güzel bir şey söylemiş. Çağan Irmak,  çocuk kalbinin vasiyet mektubunu açtı” diye. Bence “Çemberimde Gül Oya” için söylenebilecek en iyi sözlerden birisi bu. Hakikaten bu bir vasiyetti benim için “Onu yapma, bu günlere anlat”. O günleri yaşayan bir insan belki bir daha onunla birebir yaşayan bir insan artık onunla yüzleşmekten irite olabilir. Onu anlatmak istemeyebilir. Mesela ben biliyorum ki “Çemberimde Gül Oya”yı sırf bu nedenle seyredemeyen bir çok insan var. Mesela benim için çok büyük bir oyuncu olan Tomris İncer, bu hikayeyi izleyemiyor. Çünkü perişan oluyormuş izlerken. Benden çok özür diledi, “Kaç kere izlemek için TV’nin başına oturdum, hep kapattım” dedi. Hani o yüzleşmek denen şey bu işte… Yüzleşmek, bir yerden sonra o yaranın kabuğunu kaldırıp tekrar kanatmaya neden oluyor. Ama “Çemberimde Gül Oya” dizisini yapmamın en önemli nedeni,  sadece bugünkü jenerasyonla tanıştırmaktı o günleri. Ve bu konuda başarıya ulaştığımızı düşünüyorum.  Çok enteresandır ki, bu dizinin seyircisini 30 yaş üzeri beklerken tamamıyla 15 ve 25 yaş arası olduğunu gördük. Bu arada dizinin senaryosunda “özgürlük” anlamında atladığımız ve anlatamadığımız yerler birkaç yerde ve birkaç kez oldu. Bizim kendimize uyguladığımız otosansür’den dolayı anlatamadığımız birkaç yer oldu. Örneğin biz darbede bir kişinin idama gidilişini gösterdik. Ama toplam rakam 516’ymış sanıyorum. Çok daha acı şeylerin yaşandığını ben de biliyorum.

– Senaryoyu yazarken daha önce uzun metrajlı bir film olarak düşünüyordunuz da sonradan diziye çevirdiğiniz için mi bazı sahneler atlandı diye ben de düşünmüştüm.

– Kesinlikle hayır. Aslında biz o dönemlerde işkencenin var olduğunu gösterdik bu dizide, ama sadece Mehmet’e yapılırken gösterdik. Dünyanın bütün politik filmlerine baktığınızda (Missing’e, Costa Gavras’ın yaptığı bütün filmlere), aslında ilk başta bir adamın, iki adamın ya da üç insanın hikayesidir ve bunun sonunda ülkenin politik kaderi sorgulanır. İlk önce o insandan yola çıkarlar. “Çemberimde Gül Oya” da 10 kişinin hikayesiydi. O yüzden Mehmet’e işkence yapıldı. Ama işkence yapılan milyonlarca insan vardı. Şimdi onları gösterirsem bu “slogan atmak” olur. Ben Türkiye’nin o döneme ait bütün durumunu birer kişinin özetine indirmeye çalıştım bu dizide. Çünkü benim yaptığım şey bir hikaye anlatmak. Bunu mutlaka böyle yapmalıyım. Şayet yapmazsan o zaman sinemacı kimliğimden uzaklaşıp bir “slogan atan insana” dönüşürüm. Bu beni yanlışa sürükler. Zaten seyirci de aptal değil, anlıyor. Mehmet’e işkence yapılırken,  “demek ki bu ülkede işkence varmış, demek ki binlerce kişiye yapılmış” diyor. Artık seyirci bunu anlayabilecek kapasiteye geldi diye düşünüyorum. “Çemberimde Gül Oya”nın ratingleri de bunu kanıtlıyor. Bu dizi ilk başta hiç kimse tarafından tutulacağına inanılmayan bir dizi filmdi.  Çok yapımcıdan da geriye döndü.

– Ben de tam, dizinin istediğiniz gibi olup olmadığını ve bugünkü genç kesimden ve o dönem gençliğinden nasıl eleştiriler aldınız diye soracaktım..

– 78’liler Vakfı’nın bu diziyi çok sevdiğini ve seyrettiğini iyi biliyorum. Tepkileri çok olumluydu. İlk birkaç bölümde birkaç çatlak ses duyuldu, onlar da çok aceleci davrandılar. Aceleci davrandılar fakat ilerleyen bölümlerde biraz erken konuşmuş olduklarını onlar da fark ettiler. Çünkü “bir hikaye önce serimdir, sonra  düğümdür, sonra çözümdür.” Çözümü pek beklemeden yapılan konuşmalardı bunlar. Ama sonra da böyle olmadığını gördüler.

– “Çemberimde Gül Oya”nın yayında olduğu dönemde devletin farklı kurumlarından dizideki bazı bölümler yüzünden baskı görüp bu yüzden sansürledikleri bölümler oldu mu?

– Böyle bir şey hiç olmadı, ancak eminim ki getirmeyi istemişlerdir. Fakat onlar da akıllandılar. Eğer bu diziye sansür uygulasalardı, iş daha da büyüyecekti. Büyütmemeyi öğrendiler ve nefret ettikleri halde sustular bence. Ben böyle olduğuna inanıyorum.

– Bu dizi sonrasında Çağan Irmak’ın hayatında değişen şeyler oldu mu?

– Açık açık söylüyorum ki, “Hiçbir şey aynı kalmayacak.”

– Uzun süren bu dizi sizi nasıl etkiledi?

– Beni büyüttü. Bundan önce yaptığım işler açısından söylüyorum genç bir ergensem, şimdi o ergenlik dönemimi atlattım. Yani artık hayatımda hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Her şeyi çekemeyeceğim, her şeyi yapamayacağım. Para kazanmak için bir şey yapamayacağım mesela. Artık “Çemberimde Gül Oya”nın seyircisi bunu kabul etmez.

– Ilıcaklar’ın “Dünden Bugüne Tercüman” gazetesinin düzenlediği “1. Beyaz İnci TV Ödülleri”nde “Çemberimde Gül Oya” dizisi iki ödül aldı.  Drama Dalı’nda “En İyi Yönetmen Ödülü”nü siz aldınız, ayrıca dizide rol alan Özge Özberk de yine Drama Dalı’nda “En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülü”nü aldı. Düzenlenen bu tür ödül törenlerine nasıl bakıyorsunuz yönetmen olarak?

– Biz seyirciden zaten ödülümüzü aldık. Ben o gün İzmir’de yeni çekeceğim film için mekan baktığımdan, ödül törenine katılamadım. Bu tür ödüller açıkçası benim pek ilgimi çekmiyor. Eğer ki bu tür ödüller, beraberinde belirli bir kalite ve standart getirecekse hay hay. Ben gerçek ödülümü seyirciden aldığıma inanıyorum. Benim sinema yaşantıma baktığınızda seyirciden ödüller alıyorum ben. Yani bana verilen ödüller de seyirci oylarıyla veriliyor hep. İstanbul Üniversitesi’nde aldığım ödüller, Asmalı Konak’la aldığım ödüller, bunlar hep seyirci ödülleriydi. Ödüllerin en büyüğünü aldım ben. “Çemberimde Gül Oya”nın 40.  bölümünde bir laf vardı. Dizideki yönetmen telefonda kadına şunu söylüyordu: “Ben bu hikayeyi anlatmak istiyorum. Entelijensiyanın benim sırtımı okşamasına ihtiyacım yok.” Bu da benim için geçerli.

– derKi okuyucularına ve bilhassa derKi’nin genç okuyucu kitlesine bugüne kadar aklınıza gelip de hiçbir yerde fırsatını bulup da bir türlü söyleyemediğimiz özel mesajınız var mı?

– Mesaj değil de bir önerim olabilir. “Hayatlarının her karesi çok değerli” bunu hiç unutmasınlar. Mesela askere gitmeden önceki Çağan Irmak’la, askere gidip geldikten sonraki Çağan Irmak çok farklı. İnsanın bir yerde oturup bir bardak çay içmenin bile bir nimet olabildiğini unutmasınlar. Bu çok önemli. Yanlış anlamasınlar sakın, militarizmi destekliyor diye bir şey çıkmasın bu sözlerimden. Şunu söylemek istiyorum ben: ‘Hayatta bize verilen her şey bir nimet aslında. Ve bunun kıymetini bilmek gerekiyor.’ ‘Etrafınızda hayat akıp giderken buna asla seyirci kalamayız. İçine girmek, gözlemlemek, her an yaşadığınızı hissetmek gerekir.’ O önemli. Onu söyleyebilirim. Bir laf vardır, ‘Mutluluk yaşanmaz da  sonradan hatırlanan bir şeydir’ derler ya. Onlar mutluluğu yaşasınlar.

– An’ın kıymetini bilin ve AN’ın içinde ‘mutlu’ olun. Ne geçmişin tasası, ne de gelecek düşüncesi sizi etkilemesin. Sadece AN’ın kıymeti bilin diyorsunuz kısaca sanırım.

– Evet kısaca öyle.

– Peki Çağan Irmak bir sinemacı gözüyle Türk Sineması’nın geleceğine nasıl bakıyor?

– Açık konuşmak gerekirse, yeni gelen asistan arkadaşlarımızda bir kafa karışıklığı var. Tuhaf bir kafa karışıklığı. Şayet sinema yapacaksanız, sinema sizden hayatınızı ister. Başka hiçbir şeyi koyamazsınız onun yerine. Hani %70 gibi bir oran maalesef sinemayı, salt sinema yapmak için tercih etmiyor. Bu konuda biraz karamsarım. Ama biraz. Hayatlarında çok fazla başka şey var. Çok fazla başka şeyle dolular. Mesela boş zamanlarda senaryo yazmak yerine ya da iyi bir kitap okumak yerine,  (hayatlarında o da olacak ama) maça gidiyorsa bir sinemacı olmak isteyen genç, ondan sinemacı olmaz. O yapmasın bu işi. Tabii ki de bunlar da olacak hayatımızda ancak ‘ben limon da satarım, sinema da yaparım onu da yaparım, bunu da yaparım’ diyorsa hiç yapmasın bu işi. Hiç yapmamalı bence. Bu sinemaya da ihanet etmek demektir. Kısaca,  sette olmak, çalışmak, bunu o aşkla yapmak lazım. Başka türlüsü de  olmuyor zaten.

– Siz sanırım büyük zamanınızı çalışarak geçiriyorsunuz.

– Ben herkesi çalıştırmıyorum ama. Kendim çalışıyorum sadece. Setteki çalışma saatlerini çok makul tutuyorum, bu hem teknik ekip için, hem oyuncular hem de benim için çok önemli.

– Peki yönetmen Çağan Irmak set içinde ve set dışında nasıl biri? Yaşamını nasıl sürdürüyor?

– Normal hayatta çok sakin, çok keyifli ve mutlu bir adamım ama, sette biraz otoriterim, bunu kabul ediyorum. Bu sertlik anlamında değil ama biraz inatçıyımdır. İstediğim şeyler yerine getirilmezse o sahneyi çekmekten vazgeçebiliyor ve paydos verebiliyorum. Yani o standardı, o kaliteyi korumak adına birazcık dediği dedik olabiliyorum. Onu herkes de biliyor zaten. Saklamama gerek yok.

– Boş zamanlarınızda spor yaptığınızı söylemişsiniz bir röportajınızda. Sporla aranız nasıl? Hangi tür spor yaparsınız?

– Ben genellikle koşarım. Koşarken de yeni hikayeler düşünürüm. Böylelikle yaptığım spor da boş geçmemiş oluyor. Ayrıca benim fazla enerji problemim olduğu için onun birazını sette, birazını da koşarken atıyorum.

– Müzikle aranız nasıl? Hangi tür müzikten hoşlanırsınız, sevdiğiniz grup var mı?

– Müzikle aram yok, müzik her an dibimde… Her dakika yanımda sanki. Bach’ı ve “Mor ve Ötesi”ni çok severim.

– Bize yeni film çalışmanız sırasında ayırdığınız bu değerli zaman için derKi okuyucuları ve derkidaşlarım adına çok teşekkür ediyorum. Yeni çalışmalarınızda size başarılar diliyorum.

– Ben de teşekkür ederim.


(Editörün Notu: Türk TV tarihinin belki de en iyi dizisi “Çemberimde Gül Oya”nın, “Küçük Kara Balık”ı Çağan Irmak’a ve röportajı yapan Ertan Abi’ye sonsuz teşekkürler… Çağan Irmak’ı daha nice kereler ayakta alkışlamak dileğiyle…)



18 Mayıs 2010 Salı

Bir Piyer Loti rüyasında ...


Fallar tutmuştun
Fallar tutmuştum
Fallar tutmuştuk
"O yar 
Ya gelir,
Ya gelmez" diye
Bir Piyer Loti rüyasında...

17 Mayıs gününün ilerleyen saatlerinin dejavusunda,
Çağırıyordu beni Piyer Loti...


Düşünceler sarmıştı dört bir yanımı...
Göremeden gitmek ve dönmek de vardı...
 

Çizgiler,
Uzayıp giden çizgiler,
Ufuk çizgileri,
Zaman çizgileri
Düş çizgileri
Bir teleferik izlencesinin
Tellerindeydi...
 

VAR'dım YOK'luğuna...
Binlerce VAR'lığın arasında
Bomboştu ortam...
 


Ağaçlar ve ağaçlar
Ve bomboş masalar karşıladı beni
 

Koskoca şehir bile susmuştu
Onca elalem neredeydi?
 

Oturdum, dinledim, dinlendim...
Kuş cıvıltıları,
Renk cümbüşüyle uyumlanırken...
Nerden geldiği bilinmez muamma,
Bir çay bardağı beliriverdi masamda...

İçip DEM'lenirken,
Aradım Sevgili'nin dudak izlerini bardakta...

Sordum: "Nerdesin?"

Bir ses yankılandı kulaklarımda:

"Burdayım...
Bir soluk alışverişi kadar yakınındayım...
Ara bul beni!.."...

"- Peki" dedim "- Ya, sonra;"

"- Sonra .." dedi...

"- Gülüm... Alla beni pulla beni al koynuna yar
Gözüm senden başkasını görmez oldu yar
Gönlüm senden bir şey ister nasıl desem yar
Alla beni pulla beni al koynuna yar ..."
 

Bakındım durdum dört bir yöreme...
Koştum dörtnala Piyer Loti'nin dört bir köşesine...
 

Sordum önüme gelen her sarı çiçeğe ...
"- Gül sizin neyiniz olur? Nerededir o?"

Hep bir ağızdan yanıt verdiler bana:

"Solmayan tek gülü görmez mi ki gönlün,
Beden aramaktan hiç yorulmaz ki...
Şöyle dön bir bak bakalım çevrene..."

"Gül Aşk'ı nerede arasam ve bulsam" derken
Bir nefes yakınlığında karşılaştım onunla aniden...
 

Yüzyüze geldik...
Gözgöze...
Dizdize...

Mırıldandık BİR'likte
Her bir kelimesini AŞK'ın ve SEVGİ'nin...

"SEN'inle BİR'likte
Çok yollar katedip,
Çok uzaklara gittik.
Çok tepeler aşarak,
Çok vadiler atladık.
TEN'i aştık
Mey doldurduk kadehlere
Kana kana içtik
Meyden geçtik
Yedik, içtik.
Tüm zevkleri aralayıp
Zevklerden geçtik.
Türlü düşüncelerle
Türlü hayaller kurduk.
Ah Can,
Bilemedik,
Bir çaresini bulup da,
Kendimizden geçemedik"...
 

Bu sözler üzerine çıkardım
Gözlerimdeki karasevdayı anlatan gözlüklerimi
O yarin güzelliğine hayran kaldım...

Fallar tutmuştum
Bir Piyer Loti rüyasında
Geleceği ve
Göreceğimi
Gördüm
En önemlisi
Ben, gözdemi buldum...
Darısı O'nu bulamayanların da başına...

Ertan Yurderi, 18.05.2010, 20.40

15 Mayıs 2010 Cumartesi

Efsaneler Şehri: Manisa


Tantalos’un, Pelops’un, Niobe’nin mitolojik Magnesia’sından,  efsanevi Lidya Kralı Karun’un (Krezus) memleketi Sardes’ten,  hatta yok olmuş efsanevi ülke Atlantis’ten, Saruhanoğulları’nın otağı, Şehzadeler diyarından, lalesi, Mesir Macunu ve Tarzan’ı ile ünlü Manisa’dan selam bu satırlarımı okuyanlara…

Bu yazımla, Gediz ve Bakırçay vadilerinde yaşanan tam on bir bin yıllık serüveni paylaşmak istiyorum sizlerle…

Geçenlerde tam da 465. Geleneksel Manisa Mesir Şenlikleri sırasında gittim bu ulu şehre… Bu şehir ki; Fatih’lerin, Kanuni’lerin soluklandığı 200 yıllık Saruhan tahtı aynı zamanda. Uzun tarih yolculuğunda nice deprem acıları, celalli kıyımları, işgal ve yangın, nice acılar çekmiş her defasında küllerinden yeniden doğmuş, güzel üzüm bağlarıyla, zeytinlikleriyle, geniş ovasıyla yemyeşil bir vilayetimiz burası.

Şenlikler sebebiyle kent daha çok bir mesir yerini andırıyordu gerçekten… Sultan Meydanı’ndaki Sultan Camii’nin kubbe ve minarelerine çıkan temsili Merkez Muslihiddin Efendi ve müritleri ve yaklaşık 20 ton Mesir Macunu’nu halka saçtı. Bu sene Merkez Muslihiddin Efendi’yi temsilen İlhan Şeşen, Hafsa Sultan’ı temsilen de Selda Alkor’u gördük şenliklerde… Bu saçım sırasında on binlerce insanın ellerini havaya açması ilginç bir görüntü oluşturdu gerçekten… TBMM Başkanı Bülent Arınç da protokol gereği oradaydı ve saçılan Mesir macunlarından da epey bir kaptığı söylendi akşamki TV haberlerinde… O kalabalığın içine pek giremedim, daha sonra her dükkanda satılan Mesir macunlarından satın aldım… Bin bir çeşitli anıyla geriye, İstanbul’a döndüm…

MANİSA ADI NERDEN GELİYOR?

Manisa,  milyonlarca yıldan beri sırtını Spil Dağı’na dayamış bir kent. Yüzyıllardan beri gören gözler, boş boş ovaya ve içinde hayati belirtilerin bulunduğu Spilos’a bakmış durmuşlar… Düşlerimizi on binlerce yıl geriye taşıyalım. Bu yerler nasıldı? Buradan kimler geldi? Kimler geçti? Konuşulan diller, yaşanan bu yerlere konulan isimlerin kökeni neydi? Manisa’da yaşayan insanların genetik kartlarının yapısı ve oluşumu nasıl olmuştu? Tarihi kayıtlar binlerce yıllık süreç içinde, çok az bir kısmını aktarmıştır bizlere.

Bugüne kadar Manisa adının kaynağı hakkında değişik görüşler ileri sürülmüş. Magnetler Teselya’da ki Magnesia’dan gelerek bu şehri kurmuşlar. Yeni yurtlarına da geldikleri yerin adını verip “Magnesia” demişler. Eski kaynaklarda Menderes nehri civarında ki “Maiandros Magnesia”sından ayırmak için de “Magnesia ad Sipylum” veya “Spiylos Magnesia”sı adı vermişler. Bu bölgede bulunan mıknatıslı demire nispet edilerek bu ad verilmiş sanırım.

Manisa, Lidya veya başka bir Ön Asya dilinde, anlamını bugün bilemediğimiz bir kelimeden türemiştir. Evliya Çelebi’ye göre ise Latinler buraya büyük anlamında “NİSA” derlermiş. Manisa’nın Bizanslılardan alınmasından, sonra “Magnesia” denilmiş ki, bunun manası da “KAFİR KARISI ŞEHRİ” demekmiş.

“Mader” kelimesinin kısaltılması “Ma”dır ve “anne” anlamına gelmektedir. Fars kültürü bu bölgeye kadar çok etkili olmuştur, “NİSA” Arapça, İbranice, Fenikece, Aramice dilinde aynı anlamı içeren kelimedir…

MA-N-İSA İsa’nın annesi şehri manasına da gelmektedir. Spil dağında bulunan ve haritalarda gösterilen nirengiye MERYEM taşı ismi verilmiştir. Meryem ana Efes’e gitmeden önce Manisa’da “Roman Shire” ismindeki tapınakta kaldığı ve o yüzden bu bölgeyi şereflendirdiği için İsa’nın annesi anlamına gelen Manisa ismi verildiği söylenmektedir….

Sonuç olarak; Hitit, Aka, Frigya, Lidya, Hellen, Roma ve Bizans egemenliklerini yaşayan Manisa’nın, Antik Çağ’daki adı Magnesia’dır. 1313 yılında Saruhanoğulları tarafından Bizanslılardan alınan şehrin adı MANİSA olarak değiştirilmiş ve Beylik merkezi haline getirilmiştir.

M.S. 395’de Roma İmparatorluğu’nun ikiye ayrılması ile Bizanslılarda kalan Manisa,  1313 yılında Saruhan Bey tarafından zaptedilerek Türklere geçmiş. Halk arasında yaşayan bir rivayete göre, Saruhan Bey Recep ayının 4’ünü 5’ine bağlayan gece şehrin doğusundan taarruza geçmiş, askerlerini fazla göstermek için beraberinde getirdiği keçilerin boynuzlarına yaktırttığı mumları yapıştırarak biraz arkalarındaki ovaya salıvermiş. Şehrin muazzam bir kuvvetle çevrildiğini zanneden Bizanslılar bozulan maneviyatları ile hücumların şiddetine mukavemet edemeyerek geri çekilmeye başlamışlar.  Saruhan Bey kuvvetleri düşmanı Manisa’nın batısında bugün Horozköy ismiyle anılan mevkiye sürdükleri vakit tan yeri ağarmak üzere imiş. Bir horoz, sabahı ve zaferi müjdeleyerek uzun uzun ötmüş. Sonradan orada kurulan köye “Horozköy” denmesinin sebebi de bu imiş. Bütün gün düşmanı kovalayıp uzaklara atan Türkler, o akşam “ilk namaz”ı kılmışlar Manisa da. Bu gece aynı zamanda Regaib Kandili olduğu için zafer ve kandil birleşmiş, büyük bir bayram yapılmış, işte 1313’den beri Arabi ve Rumi aylar arasındaki farka rağmen Regaib Kandili gecesi aynı zamanda Manisa’nın alınışı olarak her yıl kutlanmakta ve halk tam bir şenlik gecesi yaşamaktadır.

MANİSA NEDEN ŞEHZADELER ŞEHRİ OLARAK ANILIYOR?

Manisa 1313 yılının 25-26 Ekim’ine tekabül eden Regaip Kandili gecesi Alpagu oğlu Saruhan Bey komutasındaki askerler tarafından fethedilmiş ve Saruhanoğulları Beyliği’nin merkezi haline getirilmiş. 1346 yılında ölen Saruhan Bey’in türbesi şehrin tam merkezindedir bugün… Yerine önce oğlu İlyas “Bey”, onun ölümüyle de İshak Çelebi “Bey” olmuş ve beyliğin en ihtişamlı dönemlerini yaşatmıştır. Ulu Camii ve Medresesi, Mevlevihane ve Çukur Hamam gibi birçok eseri İshak Çelebi şehre kazandırmıştır. Tahminen 1390 yılına doğru vefat etmiş ve kendi yaptırdığı türbesine gömülmüş.

Manisa 1391 yılında Yıldırım Bayezid tarafından Osmanlı topraklarına katılmış, ancak Ankara Savaşı sonrası Timur bölgeyi yeniden eski sahiplerine iade etmiştir. 1412 yılında ise Çelebi Mehmed kesin olarak Manisa’yı Osmanlı egemenliği altına sokmuş ve Saruhan Sancağı adıyla idari bir birim haline getirmiştir. Manisa 1437-1595 yılları arasında Osmanlı şehzadelerinin saltanat tecrübesi kazandıkları önemli siyasi merkezlerinden biri haline gelmiştir.

Bu dönemde II. Murad, Fatih Sultan Mehmet, Kanuni Sultan Süleyman, II. Selim, III. Murad, III. Mehmet ve I. Mustafa gibi daha sonra Osmanlı tahtına da oturmuş padişahların da içerisinde olduğu 16 şehzade Manisa’da sancakbeyliği yapmışlar.

EFSANE ÜLKE “ATLANTİS”,  MANİSA’DA MI?

M.Ö 360 yıllarında, Platon “Kritias ve Atlantis” kitabında günümüzden 11.000 yıl önce var olduğu kabul edilen efsanevi bir ülkeyi ve bu ülkenin başkenti Atlantis sitesini anlatır, iç içe halka surlarla çevrelenen ve üç limanı olan bu büyük kent parlak bir uygarlık merkeziydi ve sanat eserleri göz kamaştırıcıydı. Akropolün ortasındaki Kleio ve Poseidon’a adanmış tapınağın dışı tamamen gümüş kaplıydı ve anahtarları altından yapılıp içi ve dış çevresi altın heykelleri süslenmişti.

Büyük bir depremle yok olan Atlantis’le ilgili efsaneler eski Mısır’dan Yunanistan’a geçmiş ve yankılarını günümüze kadar korumuş. Ülkelerinin turizm potansiyelini arttırmak isteyen devletler ve kuruluşlar Atlantis’in toprakları üzerinde bulunduğunu kanıtlamak için arkeolojik izleri araştırmışlar yada araştırmalara destek sağlamışlardır. Böylece Akdeniz’de, Tera ve Girit adasından; Pasifik Okyanusunda Bahama Adalarına kadar uzanan farklı coğrafyalarda Atlantis’in yer aldığını ispatlamaya çalışan görüşler doğmuştur.

İngiliz arkeolog Peter James “The Sunken Kingdom” adlı kitabında, Atlantis’in kurulucu olan Atlas’tan itibaren Atlantis krallarının soyağacını Atlas, Tantalos, Niobe, Genç Tantlaslar ve Pelops olarak belirlemiştir. Kral Tantolos’un Manisa Dağı (Spil) üzerinde, Yarık Kaya mevkiinde kurduğu ve adını verdiği Tantalis kentine de dayanarak Atlantis’in Manisa’da Spil Dağında bulunduğu tezini savunmuştur. Bazı buluntuları günümüze kadar korunabilen Tantalis kentinin büyük bir fay yangı (Yarık Kaya) yakınında kurulmuş olması Atlantis efsanesi ile uyum sağlamaktadır, ilk çağın önemli yazarlarından Pausanios’in “Tantalos’un mezarının Spil Dağı’nda bulunduğunu ve kendisinin bir mezar gördüğünü” belirtmesi de bu tezi doğrulayabilecek diğer bir kanıttır.

Peter James’in Atlantis’in Manisa’da bulunduğunu savunması Avrupa’da ve dünyada arkeoloji çevrelerinde büyük ilgi uyandırması üzerine İngiliz BBC Televizyon ekibi Manisa’ya gelmiş ve hazırladığı belgeseli tüm dünyaya yayınlamıştır.

Bu konuda ayrıca; Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Coğrafya Bölümü öğretim üyelerinden İlhan Kayan da; Atlantis’in Manisa’da olup olmadığını ortaya koyabilmek için bilimsel kanıtların yeterli olmadığını belirterek, konuyla ilgili şu bilgileri veriyor bir inceleme yazısında: “Kişisel görüşüm olarak Atlantis efsanesinin, efsanede anlatılan şekliyle gerçek olduğuna, bunun Manisa ovasında bulunduğuna inanmıyorum. Ancak bilimsel kanıtlara dayanmadan ‘vardır’ demek ne kadar yanlış ise ‘yoktur’ demek de o kadar yanlış olur. Birileri çıkıp ellerindeki yazılı kaynaklara (Platon’un anlattıklarına) dayanarak bir hipotez ortaya atıyor. Bunun araştırılmasını öneriyor ve bu büyük ilgi görüyor. Hayallere kapılmadan, önyargılı olmadan bunun araştırılması, sonucu ne olursa olsun insanların doğruyu öğrenip meraklarını gidermesi kuşkusuz yararlıdır ve gereklidir. Bunu sağlamak da bilim adamlarının görevidir. Bilgi ve bilimin merakla geliştiği ve gelişeceği unutulmamalıdır.”

Evet, bilim adamları bu konuda temkinli. Gelişmeleri herkes gibi onlar da büyük bir merakla bekliyor. Bu tezin benimsenmesi ve araştırmaların desteklenmesi sağlandığı taktirde Manisa’nın bilinen tarihinde yeni ve parlak bir sayfa açılacak, “Arkeoloji” literatüründe Manisa “Atlantis” olarak benimsenip turizm açısından da büyük bir canlanma sağlanabilecektir belki de…

AĞLAYAN KAYA NİOBE

Spil Dağı’nın kuzeybatı eteklerinde, Çaybaşı deresinin doğu kenarında, Niobe diye anılan, kadın başı şeklinde, kurşuni bir kaya var. Şehir içinde turlarken, buraya da gidip bu kayayı görmek kısmet oldu bana…

Bu ağlayan kaya için çok değişik efsaneler anlatıyorlar Manisa’da… Tabii ki çoğu öykü tarzı ancak, o kayanın altındaki tanıtım yazısında şunlar yazıyor: “Tantalos’un kızı olan ve Thebai kralı Amphion ile evlenen Niobe’nin yedi kız, yedi erkek 14 çocuğu olur. Tanrıça Leto’nun ise Apollon ve Artemis olmak üzere sadece iki çocuğu vardır. Niobe’nin her fırsatta çocuklarının çokluğu ile övünerek kendisini küçümsemesi Leto’yu kızdırır. Bunun üzerine Apollon Niobe’nin oğullarını, Artemis ise kızlarını oklarıyla öldürürler. Niobe çocuklarının cesetleri başında günlerce ağlar Sonunda Zeus Niobe’nin acısına son vermek için onu Spil Dağı eteklerinde bir kaya haline getirir.”

Antik çağdan bu yana öyküsü dilden dile aktarılarak günümüze kadar gelen bu kaya, yakından bakıldığında doğal bir taş, biraz ilerideki dere kenarından bakıldığında ise kadın başı şeklinde görünmekte. Ben de bir ileri bir geri yapıp tam olarak Niobe’yi görebildim… Ağlamasına da şahit oldum…


MANİSA’NIN “TARZAN”I

Hani eskiden sinema filmi olarak sinemalarda Tarzan’ı izlerdik ya… Bir de onun sevimli maymunu “Çita”yı… Sevgilisi  Ceyn’i de bilirdik… O bir hayal kahramanıydı bana göre… Ancak bu hikayesini anlatacağım Tarzan, gerçek bir Tarzan… Manisa’nın bugünkü yemyeşil görünümünde emeği olan gerçek bir doğa ve çevre tutkunu bir insan…

Asıl adı Ahmeddin Carlak olan “Manisa Tarzan”ı 1899 yılında Bağdat’ta doğmuş ve 31 Mayıs 1963’de Manisa’da yaşamını yitirmiş bir kişi.

İlginç yaşamıyla bir dönem Manisa kentinin simgesi haline gelen bu bedevi kişi, asker olarak katıldığı Kurtuluş Savaşı’nda gösterdiği yararlılıklardan ötürü kırmızı şeritli İstiklal Madalyası ile onurlandırılmış. Cumhuriyet’in ilk yıllarında Manisa’ya gitmiş ve Topkale adıyla anılan dağda bir kulübede yaşamaya başlamış. Saçını ve sakalını hiç kesmeden üstünde yalnızca bir şortla dolaşan Ahmeddin,  bu görünümü ve doğal koşullara uyumlu biçimde yaşaması nedeniyle Tarzan yada Manisa Tarzan’ı olarak anılmaya başlamış kentte.

Kentin ağaçlandırılmasında büyük emeği geçmiş. Daha sonra Manisa Belediyesi’nin kadrosuna alınan Ahmeddin, kentteki doğal yaşamın korunup canlandırılmasında önemli katkıda bulunmuş. Kendisi ayrıca bugün Türkiye’nin ilk “çevre korumacısı” olarak anılıyor Manisa’da. Yaşamının sonuna kadar da kentteki ağaçların ve çiçeklerin bakımını sürdürmüş. Aynı zamanda dağcılık da yapmış Ahmeddin… Üyesi olduğu Manisa Dağcılık Kulübü ekipleri ile birlikte Ağrı ve Cilo dağlarına,  Aladağlar’ın Demirkazık doruğuna da tırmanmış.

Manisa Tarzan’ının yaşadığı yıllara şahit olmuş yaşlı bir amcanın yanına yaklaşıp, ona soruyorum… “Amca biraz daha anlatsana şu Manisa Tarzan’ını…” Amcamız gözlerinden yaşlar süzülerek anlatıyordu kendi şehirlisini…

“Nereden, ne zaman niçin geldiğini tam olarak bilmiyorduk ve bu onun çekiciliğini arttırmaya yarıyordu. Onun gerçek hikayesini öğrenmek için fazla çaba harcadığımız söylenemez. Dedim ya, masalları efsaneleri seviyoruz biz ve Tarzan’ın şimdiki kişiliği zaten yeterince ilginç ve heyecan verici… Kışın bile yarı çıplak dolaşan, orta boylu, ince kaslı, düzgün yapılı, çevik bir erkekti. Yaşlı olmadığı kesindi ama onu genç olarak da düşünmemiştik hiçbir zaman. Bu gibi kavramların ötesindeydi o. Canlı bir heykel falanmış gibi, o yıllarda aramızda hala görülen çöl insanlarına özgü esmer teni, tutuşmuş kara gözleri, kartal burnu, yontma yüz çizgileri vardı… Tarzan’ın gerçek kimliği ile ilgili söylentiler çeşitliydi ve isteyen bunlardan istediğine inanıyordu.

Güleryüzlüydü. Tatlı dilli, coşkulu, dost ve çalışkan kişiydi.  Manisa’nın bölünmez bir parçası olmakla birlikte toplumsal yaşantısının her zaman biraz dışındaydı. Kimi onun acıklı bir aşk serüveni yüzünden kendini dine adamış bir Hint mistiği, kimi Iraklı bir savaş sığınmacısı olduğunu ileri sürerdi. Vefasız bir yar yüzünden elini kana bulayıp kaçmış bir Yemenli çöl insanı olduğu da söylentiler arasındaydı. Savaş sırasında Gazi’nin onu himayesine alıp Manisa’ya gönderdiği de söyleniyordu…

Nitekim 1938’de Atatürk’ün ölümü üzerine sakal bıraktı… Bu uzun ama düzenli ve temiz, dalga dalga simsiyah sakaldı.  Onun, atlet fanilasını attıktan sonra görünümünde yaptığı tek değişiklik bu oldu. Kendi geleneklerimizde rastlayamadığımız bu yas simgesi ne anlama geliyordu hiç bilmiyorduk.  Ölüm karşısında bir isyan mı, yoksa boyun eğiş mi? Bir Uzakdoğu inancının dışavurumu muydu yoksa. Yoksa Tarzan’ın bireysel bir tepkisi miydi? Bunu ona kimse soramadı sanırım. Çünkü o, bu Tarzan gizemiyle yalnız kalmayı seçmiş bir kişiydi.

Spil’in yamacında, tek başına yaşıyordu, eski Magnesia kalıntılarının yanıbaşında, zeytin ağaçları altındaki beyaz badanalı küçük kulübesinde. Kapısının önündeki direkte her zaman ay-yıldızlı bayrak asılı dururdu… Bu bayrak direğinin dibine bir de savaştan kalma bir top yerleştirmişti… Yaşadığı sürece yaz kış demeden, her Tanrının günü, saat tam onikide bu topu patlatmayı hiç aksatmadı. Çok sonra, kendi eliyle dikip yetiştirdiği bir çamlığın ilkin bir minyatür golf alanı, daha sonraları da bir otopark yapımı için kıyıma uğramasına tanık oldu ve o zehir zemberek soğuklara o aman dinlemez sıcaklara katlanan yüreği, yeşile yapılan saldırılara dayanamayarak durdu…”

Bunları dinledikten sonra ben de, bana bunları anlatan Harun Yeşilce Amca’nın gözyaşlarına,  uzaklara, çok uzaklara o yemyeşil ovaya bakarak eşlik ettim sessizce… Bir elma çekirdeğini bile atmaya kıyamayan bir çevre ve doğa tutkununun bu acıklı hikayesi,  boğazımın düğümlenmesine yetmişti çünki…

MESİR MACUNU ŞENLİKLERİ’NDEYDİM…

Manisa’yı Manisa yapan en ünlü şeylerin başında bir de Mesir Macunu gelmekte elbette… Tabii ben de bunun tarihçesini az çok biliyorum bir İstanbullu olarak… Çünkü bunun yaratıcısı Merkez Efendi İstanbul’da ve ben de onun bir hayranıyım…

Kanuni Sultan Süleyman Han, Manisa’da hastalanan annesi Hafsa Sultan için devrin hekimlerinden Merkez Efendi’ye bir ilaç yapmasını emreder. Merkez Efendi de 41 çeşit baharattan şifalı bir macun yapar. Hafsa Sultan bu macunu kullanarak iyileşir. Bunun üzerine Kanuni Sultan Süleyman, bu macundan herkesin istifade etmesi için, her yıl şenlik düzenlenmesini emreder… Bu tarihten itibaren her yıl mesir şenliklerinde, geleneklere bağlı kalınarak, halka mesir macunu dağıtılmaya başlandı.

Mesir macunu, 41 çeşit şifalı nebat ve baharat karışımından yapılıyor. Bunların isimleri ve özellikleri şöyle:

Anason: İştah açıcı ve karminatif olarak kullanılır.  Çivit: Halk arasında kabakulak ve pnömorinde kullanılır. Çöpçün: Hemoroit ve egzamada kullanılır. Çörekotu: Gaz söktürücü. Dar-ı fülfül: Öksürük kesici ve bedeni ısıtıcı olarak kullanılır. Hardal tohumu: İştah açıcı ve mideyi yatıştırıcı olarak kullanılır. Havlıcan: Öksürük kesici ve ağız kokusunu gidericidir.

Hıyarşenbe: Müshil olarak kullanılmaktadır. Hindistancevizi ve beşbase: Kaynatılmış suyu mide ağrılarına iyi gelir. Hindistançiçeği: Hazım kolaylaştırıcıdır. Kakule: Lezzet verici, iştah açıcı. Kalbarda: Mîde ağrılarına iyi gelir. Karabiber: Öksürük kesici, uyarıcı ve baharat olarak kullanılmaktadır. Karanfil: Ağız kokusunu giderici, diş çürüklerinde ve diş ağrılarında kullanılır. Kebabiye: İdrar ve solunum yolları antiseptiği olarak kullanılır. Kimyon: İştah açıcı, gaz söktürücü ve terletici olarak kullanılır. Kırım tartar: Kaşıntılı deri hastalıklarında kullanılır. Kişniş: Gaz söktürücü ve iştah açıcıdır. Limon tuzu: Mâcunun fazla tatlı etkisini hafifletmek için kullanılır. Ma-i leziz: Kalıcı tatlılık sağlar. Meyan balı: Öksürük kesici, idrar arttırıcı olarak kullanılır. Portakal kabuğu: Mîdeyi uyarıcı, koku verici olarak kullanılır. Revan kökü: Laksatif ve hemoroit tedâvisinde kullanılır. Safran: Çarpıntı giderici ve ferahlık verici. Sakız: Mîdeyi rahatlatıcı ve nefes darlığında öksürük gidericidir. Sarı halile: İştah kesici olarak kullanılır. Sinameki: Müshil olarak kullanılır. Şamlı ve şaşlı: Kadın hastalıklarına iyi gelir. Şeker: Mâcunun kıvamını veren ve tatlandıran ana maddedir. Resene: Mide rahatlatıcı ve gaz söktürücü. Tarçın: Kabızlığı ve karın ağrılarını giderir. Tarçın çiçeği: Koku özelliği için kullanılır. Teke mersini: Macun terkibinin daha değişik kokması için kullanılır. Tiryak: İlk çağlardan beri her derde deva olarak kullanılan muhtelif maddelerden meydana gelmiş bir terkiptir. Ud-ül-kahar: Diş ağrısı ve diş nezlesine karşı kullanılır. Vanilya uyarıcı, olarak bilinir. Yeni bahar:  Kuvvet verici olarak macunlara konulur. Zencefil: Nefes darlığı, soğuk algınlığı ve astıma karşı kullanılır. Zerde çöp: Kuvvet verici ve mideyi koruyucudur. Zulumba: Mide rahatsızlıklarında ve hemoroitte kullanılır.

Mesir macunu; kuvvet verici, sindirimi kolaylaştırıcı, iştah açıcı, hormonları harekete geçirici, yorgunluğu giderici ve zehirli hayvanların sokmalarına karşı bağışıklık kazandırıcı özelliğe sahip. Mesir macununun bu tıbbi faydaları yanında; macun kullanıldığında çocuğu olmayanların isteklerine kavuşacağı ve bir yıl boyunca çeşitli hastalıklara iyi geleceği gibi halk inançları da vardır. Dedim ya, Mesir Macunu’nun faydalarını ise saymakla bitiremiyor yöre halkı… Macunla, en ağır hastalar bile şifa bulabilir. Sağlıklı olanlar o yıl hastalanmaz. Macun yiyeni bir sene içinde, yılan çiyan sokmaz. Macun yiyen genç kız o yıl içinde kendine bir koca bulur. Çocuğu olmayan kadının o yıl çocuğu olur. Macun, erkekte cinsel gücü arttırır. Mesir Macunu 462 yıldır hiç şaşmadan Manisa’da üretilip, halka dağıtılmaya devam ediyor bu yolla işte…

MANİSA LALESİ

Manisa’nın bir simgesi haline gelen Manisa Lalesi’den de kısaca bahsedelim biraz… Manisa Lalesi  Spil dağında kendi kendine yetişiyor. Şehre otobüsle girerken, Spil dağının rengarenk Manisa Lalesi  ile kaplı olduğunu görebiliyorsunuz… Manisa Lalesi en çok bir “düğünçiçeği” ailesi olan “anemon” ile çok karıştırılıyormuş. Çünki “anemon” makilik alanlarda yetişirmiş. Manisa Lalesi ise daha yükseklerde yetişiyormuş… Ama Manisa Lalesi’ne sahiplenen halk da, Spil’de Manisa’ya özgü bir anemon türünün yetiştiğini iddia ediyor… Bu Lale türü eksi 15 dereceye kadar soğuklarda bile yetişebiliyor, Mart-Nisan aylarında çiçekleniyormuş. Çiçekler genelde koyu mavi renkte, fakat açık mavi, beyaz ve pembe çiçekli olanlarına da rastlanıyormuş…

KAYNAKÇA VE TEŞEKKÜR:

Bu yazıyı hazırlamama yardimci olan Manisa Valiliği’ne ve tüm Manisa severlere ve Manisa’yla ilgili internet sitelerindeki dostlara teşekkürler… Bir özel teşekkür de, Manisalı Harun Yeşilce Amca’ya elbette…