23 Ekim 2010 Cumartesi

Hoşgeldin Ya Ramazan!



Ramazan’ın 9. gününe denk gelen 23 Ekim Cumartesi günü eşim Zeynep ve bu yazıyı birlikte hazırlayacağımız Zeynep’i yani Felix’i buluşma yerimizde beklerken, günün bize ne sürprizler hazırlayacağından haberimiz yoktu… Nerelere gidecek, kimleri ziyaret edecektik bunları bilmiyorduk… Kesin bir program yapmamıştık çünki…

Vosvos’umu çalıştırarak ve sevgili Felix’ imizi de yanımıza katarak, İstanbul şehrinin suriçi evliyalarını teker teker ziyarete çıktık…

Yolculuğumuzun ilk durağı Ramazan ayının ilk günü topluca oruç açılan yer olan “Oruç Baba” kabriydi… Şehremini otobüs durağını az geçtikten sonra Pazartekke durağına gelmeden ilk sağdan kıvrılırken yıllar öncesine gidiverdim birden… Bu yer sokak arası bir yerdeydi… Etrafında eski evler vardı… Buraya Ramazan ayının ilk günü çevre mahallelerden insanlar gelir, oruçlarını sirkeye batırılmış ekmek ve zeytin tanesiyle açardı… Anlatılan rivayete  göre, “Oruç Baba” burada her Ramazan ayının ilk günü Hızır Aleyhisselam ile buluşup orucunu açarmış.. Şimdilerde ise, çevre biraz düzenlenmiş… Mezar yerleri temizlenip, etrafı çevrilmiş… Pırıl pırıl bir yer haline getirilmiş… Ramazan ayının ilk günü de artık değil çevre mahallelerinden,  İstanbul’un dört bir yanından, hatta değişik illerden insanlar gelip, oruçlarını burada açıyorlar… O gün oradaki insan selini ve kalabalıklığını anlatabilmek imkansız… Ortalıkta “Oruç Baba’nın yüzü suyu hürmetine Allah’tan ne dilerlerse bir yıl içinde gerçekleşir rivayeti” de dolanınca değil o sokakta gezinmek, yürümek bile imkansız hale geliveriyor Ramazan’ın ilk günü…

 “Oruç Baba” adıyla tanınan Mustafa Zekai Efendi Halveti şeyhidir, 1860’da vefat etmiştir. Yanındaki kabirlerde ise Şeyh Hasan Aziz Efendi ve Şeyh Ahmet El-Mısri Hazretleri yatmaktadır… Kabirlerde yatan diğer şeyh efendilere ve köşede bizi ilgili gözlerle izleyen yaşlı beyaz kediye de selam vererek oradan ayrıldık…

Yazın son demlerinden güneşli bir İstanbul sabahında, Has Odabaşı Camii ile karşılıklı Ayazma‘nın arasından Şehr-i Ramazanın’da yine Halveti tarikatının Ramazaniyye kolunun kurucusu olan Ramazan Efendi Camii’nin bulunduğu yere doğru ilerken, yolumuzun üstündeki Seydi Seyfullah Baba’yı, Cevdet Paşa Caddesi üzerindeki Haffaf Baba’yı da ziyaret ederek, Bezirgan Tekkesi’ni içine alan Ramazan Efendi Camii önünden Kocamustafapaşa’ya çıkıyoruz. Halveti’nin Pir’i Sümbül Efendi’ye geliyoruz.


Arabamızı uygun bir yere park ettikten sonra Sümbül Efendi Camii’nin avlusuna doğru her iki Zeynep’le birlikte yürürken  Felix Zeynep’in yüreğinden coşan nağmeleri dinleyelim isterseniz…

“Yaradan’la muhabbetin kokusu Sümbül kokusu mudur? Sandukasında çiçekler,
Camii avlusunda kadınlar birlikte dua ediyor, birlikte diliyor umut ediyor sevinçleri…
Avluda Çifte Sultanlar’a (Fatıma ve Sakine) yanaşıyorum, başımı demirlerin üzerinden kaldırıp bakıyorum, bir çift kumru, gülümsüyorum. Alem konuşur kendi diliyle ve her dili bilen bir ‘O’ var…”

Sümbül Efendi, Sultan II. Bayezid, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman zamanında yaşamış bir velidir. Halvetiyye tarikatının Sümbüliyye kolunun kurucusudur. Adı Yusuf Sümbül, lakabı Zeynu’d-Din’dir. Sümbül Sinan diye tanınır.  1451 Merzifon Hamideli doğumludur. İlk tahsilini Merzifon’da almış, 1465’te İstanbul’a gelmiştir.

Sümbül Efendi, etrafında bulunanlara verdiği vazifeler hususunda da son derece titiz
davranırmış. Hakk aşığı olabilmenin güçlüklerle dolu bir mücadele gerektirdiğini ifade etmek için de:

– “Ben onsekiz yıl var ki hiç sırtımı yere koymadım. Bu zaman zarfında hiçbir yere dayanmadan odanın ortasında oturdum. Uykumu da o vaziyette uyudum!” dermiş…
Rivayetlere göre; devrin koskoca padişahını dile getiren Sümbül Efendi’yle Yavuz Sultan Selim arasında geçen şu olaya kulak verelim…

Yavuz Sultan Selim, tekkede sema ve devran yapıldığını duyunca kızar ve Koca Mustafa Paşa’ya, tekkenin yıktırılmasını emreder. Tekke’yi yıkmaya gelenler, Sümbül Efendi’yi karşılarında görünce, O’nun heybetinden korkarak geri dönerler. Bunu duyan padişah: “Kendim varıp, orasını yerle bir edeyim!” der ve birkaç adamıyla birlikte gider. Tekke’ye vardığında, Sümbül Efendi’yi görür görmez niyetinden vazgeçer. Samur kürkünü hediye ederek geriye döner. Saraya geldiğinde, “Niçin gittik, ne yaptık?” diye soran nedimlerinden birine şöyle der:

– “Şeyhin yanında kükreyen iki aslan ve üzerlerinde de süvariler vardı! Onlardan korktum. Şeyh’den de utandım. Bunun için niyetimden vazgeçtim!..”
Sümbül Efendi, 2 Muharrem 1529 Pazartesi günü vefat etmiştir..
 
Camii’in içi Ramazan dolayısıyla kalabalıktı… Türbe ziyarete açık olduğu için ziyaretimizi dualarla süsleyip ve camii avlusundaki diğer şeyh’lerin kabirlerini de ziyaret ettikten sonra, Uyku Dede’nin bulunduğu sokağa doğru hep birlikte yürüdük…

Kocamustafapaşa’nın yaşlı evlerinden sonra dar bir sokakta karşılıyor bizi Uyku Dede…
Seceresi yazmıyor ama kapısında ‘Bir Garip Derviş’ ‘Uyku Dede’ yazıyor sadece… Kabrini çevreleyen duvardaki ufak camdan içeriye bakıyoruz… İçersi çok düzenli ve temiz… Kabri üzerinde bir sürü tespit ve kalemler var…

Bu arada Felix Zeynep’in yine mırıldanmalarını işitiyorum:
“Bu rüyacı ‘feyz’ ister huzursuz uykularına ve hangi âlem uykuda hangi âlem uyanık?”

Uyku Dede’nin yanından duamızı ederek ayrılıyoruz… Az ilerdeki fırından burnumuza mis gibi pide kokusu gelirken eşim Zeynep fırına uğradığında biz de fırının karşısındaki sokağın içinde iki evin arasında dinlenen Abdullah Efendi Hazretleri’ne duamızı ediyoruz…

Sümbül Efendi Camii önüne park ettiğimiz vosvosumuza bindikten sonra camii önünden uzaklaşarak, Cerrahpaşa Caddesi yönünde ilerlerken, Hekimoğlu Ali Paşa Camii’nin arka  tarafına denk gelen yerde Vücuduzade Hazretleri’nin mezar yeri önünde kısa süreliğine durup, duamızı yaptıktan sonra Camii’nin ön tarafına dönüyoruz… “Hekimoğlu türküsü”nü dilimize dolandırırken Silivrikapı istikametine arabamızı yönlendiriyoruz… Karşımıza ilk çıkan Seyit Seyfullah Hazretleri’nin önünden geçerken az ileride  Sitti Hatun Camii’ni görüyoruz… Sur dışına doğru çıkarken de sur kapısına denk gelen yerde Elekli Dede’ye selam ediyoruz…

Belgradkapı’yı geçip, Yedikule istikametine geldiğimizde arabamızın direksiyonunu, Kazlıçeşme’de eskiden dericilerin bulunduğu, şimdilerde ise alabildiğine açıklık olan arazi önündeki yola çeviriyorum…

İlk durduğumuz yerde; “Tandırın Kenarı, Erleri Yeri Horasan”dan gelip İstanbul’a kelle veren “7 Şehitler”i (7 Emirler) selamlıyoruz.

“Tanrı’dan geldik, Tanrı’ya gidiyoruz. Tanrı’dan başka kimse de kudret ve kuvvet yoktur ki bizi durdursun. Biz mekansızlıktan gelip mekansızlığa gidenlerdeniz.”

Biraz ötede Mehmet Haydar Dede, Tekli Dede, Fatih Sultan Mehmet’in Sakacıbaşı… Yolun bitiminden Kazlıçeşme tren istasyonuna doğru döner dönmez Canlar’ın Babası “Erikli Baba”da soluklanıyoruz. Burası restore edilerek günümüzde Cemevi olarak kullanılıyor… Erikli Baba, kapıdan girer girmez sizi karşılıyor mezar yeriyle… Etrafı bir çiçek ve gül bahçesine çevirmişler buradaki görevliler… Duamızı edip, buradan da ayrılıp, Kazlıçeşme tren istasyonu önünden Mevlanakapı arkalarına, eski Kozlu mezarlıklarına doğru yola çıkıyoruz…

Hafta sonu olması sebebiyle Merkez Efendi Camii ve çevresi epey bir kalabalık… Camii’nin önündeki dini yayınlar satan derme çatma işportacıları geçip, cami avlusuna girdiğimizde epey bir kalabalık görüyoruz… Çevre illerden otobüslerle evliya ziyaretlerine gelenler doldurmuş içersini… Zorlukla Merkez Efendi’nin kabrinin içine giriyoruz… Duamızı ede ede yavaşça dışarı çıkıyoruz… Daha sonra Merkez Efendi’nin çilehanesine iniyoruz… Yerin iki kat altında bir yer burası… Merkez Efendi günlük işlerinin sonucunda buraya inip, ibadetinin geri kalan kısmını burada yaparmış…

Asıl adı Musa bin Muslihiddin bin Kılıç olan Merkez Efendi 1463 Denizli doğumlu olup, veli ve ruh hekimidir. Halvetiye Tarikatı’ndandır… Sümbül Efendi’nin öğrencisidir… Ona “Merkez Efendi” ismini veren yine Sümbül Efendi’dir… Bunun hikayesi ise şöyledir:

Sümbül Efendi ile Merkez Efendi bir gün sohbet ediyorlarmış. Bir ara Sümbül Efendi sormuş:

– “Bu Dünya’yı sen yaratsaydın, bu alemde neler yaratırdın?”

Merkez Efendi cevap vermiş:

– “Her şey o kadar mükemmel ki, ona ne bir şey ekler, ne de bir şey çıkarırdım. Her şeyi merkezinde, yerinde bırakırdım.”

Sümbül Efendi, bu cevabı alınca çok sevmiş ve:

– “Bundan sonra, senin ismin ‘Merkez’ olsun. İnşallah, sen de merkezini bulursun!” diye dua etmiş.

Merkez Efendi daha sonra Sümbül Efendi’nin kızı Rahime Sultan ile evlenerek Denizli’ye geriye dönüp orada irşad görevinde bulunmuş. Bu arada dönemin padişahı Kanuni Sultan Süleyman Manisa’da ölen annesi Hafize Sultan için camii, imarethane ve bimarhane  yaptırınca, Sümbül Efendi’den bu imarathane ve bimarhane için bir hoca istemiş… Bunun üzerine Merkez Efendi hocası Sümbül Efendi’nin çağrısı üzerine Manisa’ya gelip imarethanenin ve bimarhanenin başına geçmiş…

Manisa bimarhanesinde göreve başladıktan sonra, hastaların tedavileriyle de meşgul olmuş; musiki ile tedavi usulünü ve Tıp’ta, büyük bir yenilik sayılan “Macunla kür yapma” usulünü uygulamış, birçok hastayı bu yöntemle şifasına kavuşturmuş.

41 çeşit baharattan meydana gelen ve “Mesir Macunu” adı verilen bu macunun terkibini Merkez Efendi keşfetmiştir.

Macunun şöhretinin her tarafa yayılması üzerine, bu husustaki istekler, bir zaman gelmiş, artık karşılanamaz olur. Bunun üzerine Merkez Efendi, macunun: İlkbahar’ın geldiği ilk günlerde, bir defaya mahsus olmak üzere halka da dağıtılmasına karar verir.  Bu karar üzerine her sene Mart’ın 22’sinde (eski Mart’ın 9’unda) Sultan Camii’nin minarelerinden, halka Mesir Macunu atılması, asırlardan beri süre gelen bir adet halini almıştır.

Sümbül Efendi’nin ölümü üzerine İstanbul’a gelen Merkez Efendi daha sonra Sümbül Efendi’nin makamına geçip burada görevine devam etmiştir… Merkez Efendi 91 yaşında vefat etmiş, bugün Mevlanakapı’daki kendi adıyla anılan camiinin içine defnedilmiştir.

“Her şey merkezindedir, eksik noksan yok” diyerek selam verip, selam alıyoruz yeniden… Gönüllerimizde “aynı anda kalbinden geçiyorsa iyilik, kabuldür çünkü her şey merkezi”nde sözleriyle Camii’nin avlusunda Merkez Efendi tekkesinin şeyhleriyle koyun koyuna yatan Rıfai’nin gözbebeği Kenan Rifai’ye de selam ediyoruz…

“Evvelce Zahir Tekkesi’nde demsaz idik, Şimdi Kalb Tekkesinde dilsazız” derken ziyaretlerimizin sonra durağı olan Eyüp semtine doğru yolumuz düşüyor…

Burası tam bir evliyalar merkezi gibi… Her sokak içinde birkaç cami ve birkaç evliyaya rastlamak mümkün… Arabamızı park ettiğimiz yerden Eyüp Sultan Hazretleri’ne doğru yürürken karşımıza çıkan evliyalara da dua ediyoruz teker teker… Öğlen namazına denk geldiği için Eyüp Sultan Camii’nin ön avlusunu kadınların rahat namaz kılabilmesi için kadın cemaatine ayırmışlar… İçeriye girmek namümkün olduğu için bulunduğumuz yerden duamızı edip, tekrar geriye dönüyoruz…

Yolumuz üzerinde bulunan Hacı Bayram Veli ve Akşemseddin Hazretleri’nin Pirdaşı olan İstanbul İstanbul’un fetih şehitlerinden Ebu Edhem Hazretleri’nin kabrinin içine girip duamızı ettikten sonra, en son olarak Halvetiye tarikatı şeyhlerinden Pir Ümmi Sinan’ın tekkesini ve mezar yerini ziyarete gidiyoruz…

1568’de hem dergahın banisi ve hem müridi Nasuh Efendi’nin yaptırdığı “Gül Bahçesi Dergahı”na varıyoruz.

‘Seyrimde seyre vardım
Gördüm sarayı, gül’dür gül
Sultanınım tacı tahtı gül’dür,
Gül bağı divan gül’dür gül’

Hazireye son sırlanan Ümmi Sinan’ın son mürşidi Talip (Kargı) Baba’nın yaptırdığı semahaneden “Gül ilahisi” duyulurken, ata emaneti dergahın bekçisi Kargı ailesi’ne de uğrayarak gezimizi bugünlük tamamlıyoruz…


“Aşık’a sordum seni,
Maşukun ettim seni,
Ümmi Sinan’a sordum,
Talip’te buldum seni”

Ümmi Sinan Hazretleri’nin kabri içine girdiğimizde o gül kokusunu her soluk alışımda hissediverdim… Gözlerimi kapayıp duamı ettiğim sırada sordum kendi kendime “Nerdeyim?” gözümün önünde bir mekan beliriverdi ansızın… Mekanın sağ tarafı masmavi bir deniz idi, uçsuz bucaksız bir kumsalı vardı.. Sol tarafına kafamı çevirdiğimde ise yine uçsuz bucaksız gül bahçesi içinde buluverdim kendimi… Rengarenk çeşitli güllerle kaplı sonsuz bir gül bahçesini gördüm… Kendime geldikten sonra o ruh haletini anlatamam… Günlerce etkisinde kaldım…

Son söz olarak Felix’in yüreğinden dökülenler;

Girdim Sinan Şehri’ne,
Pir’im Ümmi Sinan
Muhabbeti Muhammed Ali
Gül demindedir Sinani
Yolunun Candan Talibi

Cümlesine Selam OLsun. Cümlesinin Yüzsuyu Hürmetine Yaradan Derman OLsun.

Son söz olarak benim de kocayüreğimden dökülenler;

Ey CAN’ımın CANAN’ı  “Sevgili”;
Dinle az hele içimdekini…

Bir değirmen misali vecd edip,
dönüp duruyorum yana yana.
İster yele veririm kendimi,
İster isem hayat suyuna…

Gül bahçesinin bir gülüydüm,
Günüm geldi açıldım,
Günüm geldi koparıldım
Günüm geliyor solacağım
O “Yar”e yine “sevgi” ile sunulacağım…

O “Yar”in uğrunda can versem ne yazar,
Ne hoş ölüm olurdu bu bana…
Ben “O”nun divanesiyim zaten,
Toprak da hep aşina bana…

Bu gece aşkın gam’ı var sanki,
BİR’in PERDE’sinden okunan…
Sufleler veriliyor sanki,
Her NAĞME’siyle yazdırılan…

“Aşıklar Diyarı”nın ışığını yaktım,
“Gönlü Uyanık”larla uykusuz kaldım,
“Sevgi”yi “Sevgili”lerle halka yaptım,
Hadi bu kapıdan BİR’likte geçelim…

Son sözünü eder bu Kocayürek;

Bu geliş-gidişler hep senin GÖNLÜ’ne,
Bütün günahlar ise benim HANE’me,
Şükürler olsun ki BIZ’i kavuşturana
Ayrılık zincirinin BAĞ’larından kurtulduk…

Bu huş’u içinde çarpıyor işte kalbim,
Tef vuruşu misali irkiliyor şu beynim
Ben ağlamaklı inleyiş arasında gidip gelmekteyken,
Nasıl SECDE edeyim ah “Yar”im sana….


7 Ekim 2010 Perşembe

Kış gelmiş neyleyim!..


 
Ne güzel... Güney yarımkürenin yaz aylarına girmesine az kaldı, onlar şimdilerde ilkbaharın son demlerini yaşıyorlar... Ardından oralara yaz gelecek...



Ancak, Kuzey yarımkürede yaşayan bizleri, soğuk havanın beklediği ise kesin...

Bunları ben demiyorum elbette... Önce Polonyalı bilim adamları "Avrupa 1000 yılın en soğuk kışını yaşayacak" demişler... Ardından NASA'dan gelen veriler böyle bir önermeyi doğrular nitelikteymiş...

Polonya ve Rusya bu durum için daha şimdiden önlem almış durumdaymış... 

Bir iki sene önce National Geographic Channel'da Gulf Stream sıcak su akıntısını konu alan bir belgesel seyretmiştim... Orada da aynı konu işleniyordu. Gulf Stream sıcak su akıntısının akış debisi yıllar içinde gittikçe azalıyordu. Buna da sebep küresel ısınmaydı...

Umarım tüm Türkiye olarak bu soğuk havaya hazırlıklıyızdır... En başta büyük metropol İstanbul'da yaşayan bizlerin yetkilileri, bu haberlere kulak kabartıyorlardır... Gerekli tedbirleri almak için kolları sıvamışlardır... Yoksa halimiz harap... Bastıran ani kar yağışı sebebiyle tedbir almadan yola çıkan arabaları, trafik keşmekeşini vs.. vs..'yi düşününce kanım şimdiden donuveriyor...

 Hiç unutmam 1987 senesiydi... Şubat ayı mevsim normallerinin üstünde gitmişti... Ancak Mart ayı geldiğinde öyle bir kar yağışı olmuştu ki, kar 15 gün yerde kaldı. İstanbul kara tam teslim oldu... O senelerde Cağaloğlu'nda Milliyet'te çalışıyordum... Gece çalışan bizler eve dahi gidemiyorduk. Yakınlardaki bir otelde kalmak zorunda kalmıştık... Birkaç gün gündüz çalışan arkadaşlar işe dahi gelememişler, onların yerine de biz çalışmak zorunda kalmıştık... 

Şimdilerde ise en ufak bir kar yağışı alarmı aldıklarında her yeri tatil ediyorlar... Bilhassa da okulları...

Neyse ne yapalım... Kış ayı bu... Geç de gelse erken de gelse bereket aylarıdır kış ayları...

Çiftçiler kar yağışını beklerler ürünleri bol ve bereketli olsun diye...

Bu yüzden de boşuna dememiş atalarımız; "Kar yağar, bereket artar" diye...

Kışın yağan kar toprağı zararlı etkenlerden korunmasını ve dinlenmesini sağlarken bir yandan da toprağı nemli tuttuğundan verimini de artırırmış...

Bu yüzden cümbür cemaat bekliyoruz kış aylarını...

Yine atalarımızın deyimiyle "Soğuk kış günleri aygır gibi gelir, kısrak gibi çıkarmış"... Bu yüzden "kış geldi, başımıza iş geldi" demeden, "Kış güneşine fazla güvenmeyelim"... Kendimizi soğuktan ve aşırı yağışlardan koruyalım...

Ertan Yurderi