27 Haziran 2005 Pazartesi

Zugaşi Berepe (Denizin Çocukları) ve Çernobil




"Sultan Makamı" TV dizisinin müziğiyle ilk kez tanıdım Kazım Koyuncu ismini... Balat-Fener semti arasına sıkışıp kalan hayatları anlatan güzel bir diziydi seyrettiğim... Her "Sultan Makamı" müziği çaldığında içimden bir şeyler kopup gidiyordu sanki...

Senaryo yazarının hayalinin içine
"Sultan Makamı"nın müziğiyle dalıveriyor, yaşıyordum o hayatları... Kazım Koyuncu, müziğinin ezgileriyle, yaşanan o hayatları çok güzel hissettiriyordu bana...

Evet Kazım Koyuncu'nun aramızdan ayrılmasına hepimiz çok üzülüyoruz onu her düşündüğümüzde... Yaptığı "Laz Rock" müziği o kadar etkiliyordu ki dinlerken beni... Onu dinlerken Karadeniz'in kokusunu, Karadeniz insanının yüreğini hissediyordum gitarından çıkan her ezginin tel nağmesinde...

Bundan böyle ulus olarak, oralarda, o bölgelerde ve diğerlerinde yitip giden, genciyle, yaşlısıyla tüm insanlari hatırlayıp duracağız, gözyaşlarımızı yanaklarımızda kurutarak...

Sebebi ise belli... Çernobil denilen felaket yüzünden elbet...


Yıl 1986, Nisan ayının 26'sıydı... Çernobil santralinin dördüncü ünitesinde yapılan bir deney sırasında meydana gelen kaza, yüzyılın en büyük nükleer faciası olarak tarihe geçmişti.

O gün o faciada 31 kişi hayatını kaybetti, ancak radyoaktif maddeler uzun yıllar içinde etkisini gösterdiği için kazadan tam olarak kaç kişinin etkilendiği net olarak bilinmiyor hala günümüzde de.

Çernobil'i lanetliyorum, bir kez daha yeniden ve yine yine her hatırladıkça...

Bir o kadar da o günlerdeki siyasileri de...






Hatta o günlerde devlet TV'sinde "Çay içmek faydalıdır" deyip höpürdete höpürdete çay içen o günlerin popüler bakanı Cahit Aral'ı da iyi duygularla hatirlayacağımı kimse söyleyemez...

Çernobil gerçekten de o günlerde hem patladığı o ülke topraklarını ve insanlarını, hem de ülkemiz topraklarını ve insanlarını çok kötü vurdu...

Kazanın ardından Doğu Karadeniz'de kanser vakaları artış gösterdi. Uzmanlar ise, kanser vakalarının kazayla ilgili olup olmadığının bilinmediğini söylemekle yetiniyorlar... Ancak bölgede hala kaybolmamış radyasyon nedeniyle kadınlarda en çok meme, erkeklerde ise akciğer kanserine rastlanıyor.

Ülkemizde o zamanlarda hiçbir önlem alınmadığı için ve halkımız da radyasyon konusunda hiç bilinçlendirilmediği için normal yaşantısına devam etti "Bize bir şey olmaz" edasıyla... Suyunu içti, sütünü içti, sebzesini ve meyvesini yedi... Tonlarca çayını topladı, onları içti veya onları ülkemizin birçok yerine dağıttı... Hatta belki de şu anda içtiğimiz çoğu çaylarda bile o günlerden izler vardır...

Çernobil'in radyasyon etkisi bilmem kaç yüz sene bu topraklar üzerinden hiç geçmeyecek... Ancak o zamanlar çok tartışılan bu konu şimdilerde ise unutulup gitti... Yaşam sanki normalmiş gibi o bölgedeki tüm insanlar gibi bizler de yaşamlarımızı sürdürüyoruz maalesef... Evet bir vurdumduymazlik misaliyle hayat yaşanıyor, yaşanmaya devam ediyor ve edecek de çaresiz...

Oysa ülkemizdeki tüm hastaneler, hastanelerin tüm bölümleri Çernobil kazazedeleri ile dolup taşıyor her gün... Dertlerine derman arayan onlarca, yüzlerce, binlerce hasta ve hasta yakınları çare bulabilir miyiz umuduyla o ilden bu ile hastane hastane, doktor doktor koşup duruyor hala umutla...

Genç-yaşlı demeden çoluğuyla çocuğuyla o bölgede her gün bu sebepten yitip giden çokça da beden var bu ülkede... Artık bu tür ölümlere normal sıradan ölümmüş gibi bakıverir olmuşuz, hiç kimsede tek bir tık yok, tepki vs. yok... Acılarımızı da içimize gömük bir vaziyette yaşar olmuşuz... İçimiz yanmakta ama sesimiz soluğumuz çıkmaz vaziyetteyiz hepimiz...

Konuşmuyoruz, konuşamıyoruz bile... Konuşsak bile dönüp gelecekler mi yitip gidenler...

Ancak, arada bir o bölge insanından ünlü bir işadamı veya ne bileyim bir sanatçı vs. ölümüyle hatırlıyoruz o bölge insanlarının çektiklerini, üzüntülerini... Oysa diğer yitip gidenler gibi şu an hastalıklarıyla ölümüne boğuşanlar, onlar da bizim canımız, ciğerimiz... Bu ulusun evlatları herkes...

Aradan birkaç gün daha geçecek ve biz nicelerini unuttugumuz gibi Kazım Koyuncu'ları da unutacağız, Ayşeleri de, Fatmaları da, oralarda daha yeni dogmus Çernobil hastalıklı bebelerin isimlerini de...

Ya arkadaşlar, içim çok yanıyor... Gözyaşlarım bile ıslanmıyor artık pınarlarında... Boğazım ise düğüm düğüm oluyor...

 
Kulaklarımda ise; Karadeniz'in o yemyeşil çay kokulu yüksek yaylalarında, elele tutuşup kemençe sesinin nagmeleriyle yaşamlarını yitirip giderken bile halay çeke çeke gökyüzüne yükselen Zugaşi Berepelerin (Denizin Çocuklarının) seslerini duyar gibi oluyorum... Hepsi bizlere yüzlerindeki gülümsemeyle o gittikleri yerden sesleniveriyorlar:

"İşte geldik gidiyoruz... Hoşça kalın, ey halkımız... Unutmayın bizi..."

Ertan Yurderi

2 Haziran 2005 Perşembe

Yerim böyle İngilazca'yı ...



Dün akşam Kadriye'nin "Kumkapı Balıkçısı"nda fenerimizi söndürürken, bir İngiliz benimle kafa bulma zahmetinde bulundu... 

Bana dedi ki; "Söyle bakalım İrrrtınnnn.. (Adama adımın Ertannnnn olduğunu anlatamadım...) Üç cadı üç swatch saate bakıyorlar. Hangi cadı hangi saate bakıyor?"

İçimden adama dedim ki;

"Oğlum kafam rakılı... Başlarım üç cadına da, saatına da sana da"... Tabii ki Ser'de Türklük var, İngilizca'yı da az buçuk çakma durumumuz var, rahmetli Peder'den yadigâr... Azbuçuk da İngilazca'yı Lise'de yaladık yuttuk kopyaylan... Çevirdim çevirmesine de, bu çıktı be... "Yerim ulan ben böyle İngilazca'yı..."

"Three witches watch three swatch watches. Which witch watch which swatch watch?" Hay ebeninki... 

"Okey Okey" dedi Johnny yan masadan sırıtarak... "Temam Temam..." da... Yanındaki hatun da ekledi: "Bunu da bil, içkiler bizden.."

Eh hadi söyleyin dedim...

"Üç travesti cadı üç Swatch saatin butonuna bakıyorlar. Hangi cadi hangi Swatch saatin butonuna bakıyor?"

Şöyle diyaframimi genişleterek; "Ohaaaa çüşşşşşş, basacam buuu tonuna" diyesim geldi, tuttum kendimi. Kibarca sadece "Çojjjkkk iiiiiziiii" dedim muzır halimle...

"Three switched witches watch three Swacth watch switches. Which switched witch watch which Swatch watch switch?"

Johnny bu sefer bana "imposible hay anani irrrrtınnnnn" diyecekken, ben de şef garsona içkileri söylemiştim bile... 

Var mı ulan biz Türklerle İngilazca konusunda alay etmek? Biz İngilizca'nın HAS'ını biliriz HAS'ını... 

Sevgiyle paylaşayım dedim...

İiirtınnnnn pardon ya Ertan

Ertan Yurderi

Not: Bu yazı, bir fıkranın gönlümdeki izdüşümüdür...