30 Kasım 2012 Cuma

"Birbirinizi seviyorsanız, bunda yalan olmasın!.."




Ruhsal kaynaklardan gelen bir bilgide deniyor ki;

"Siz gönlünüzü görünüz, birbirinize bakınca gözlerinizde. Gönlünüzün O'na yer olduğunu biliyorsanız, orda kin, orda nefret olmasın. Ve birbirinizi seviyorsanız bunda yalan olmasın!."

BİRBİRİNİZİ SEVİYORSANIZ BUNDA YALAN OLMASIN!..

Tamam, "birbirimizi seviyoruz ve bunda da yalan olmasın istiyoruz!.." diyoruz da, yalan söylemenin de bir hastalık olduğunu biliyor muyuz acaba?

Mitomani (Yalan Söyleme Hastalığı) hastaları, temel olarak sevgi ve ilgi peşinde koşan kişiler(miş)dir...

Bugüne dek herkes yalan söylediğine göre, hepimiz mitomani hastası mıyız acaba?

MİTOMANİ HASTALIĞI ve "pembe yalanlarımız"... :))

Mitomanlar, günlük hayatlarında gerçek olmayan fikirlerle insanları yönlendiren ama bunda belirgin bir amacı olmayan kişilerdir.

Bu kişiler yalan bilgiler üzerine kurgusal bir yaşam geliştirirler.

Mitomanlar, temel olarak sevgi ve ilgi peşinde koşarlar. Bazılarında derin aşağılık kompleksleri vardır. Çocukluktan itibaren önemsenmediğine inanan kişilerdir.

Bilinçaltlarında kendilerini önemsetecek kurgusal bir öyküyü düzenlerler. Ama bunların gerçek dışı olduğunun farkına varmazlar. Aslında çevrelerinden çok kendilerine zararları dokunur.

Mitomani, bir çeşit dürtü kontrol bozukluğu olarak tanımlanabilir. (Kleptomani yani çalma hastalığı, kumar bağımlılığı, kaş, saç yolma hastalığı gibi...)

Kişi kendini yalan söylemekten alıkoyamaz. Bu, onun engelleyemediği bir dürtüsüdür.

Yalan söylerken büyük haz duyar ama hemen peşinden pişmanlık gelir.

Yani mitoman, yalanlarından sonra suçluluk duyar ve çevresindekilere bunu bir daha yapmayacağını söyler ama yine de yalan söylemeye devam eder.

Çok basit şeyler için gereksiz yere yalan söyler. Mitomanlar, birilerini kandırmak amacıyla yalan söylemezler.

Hastaların yalanları öylesine gelişigüzeldir ki, nasıl toparlayacakları konusunda bir planları yoktur. En büyük sorunu da eşleriyle yaşarlar. :)))

Mitomaniye zemin hazırlayan psikiyatrik sorunlar (kişilik bozuklukları) ise şunlardır...

-Narsistik kişilik
-Asosyal kişilik
-Histerik (histriyonik) kişilik
- Çocukluk yıllarında istismara uğramış olmak ...

Hadi bakalım, gelip çıkın işin içinden... Hayatı boyunca bir kez bile yalan söylememiş insan var mıdır acaba?
Sözlerinizi duyar gibiyim, "Benim yalanlarım, PEMBE'dir, kimseye zarar vermez" ... :D

Yalanlar pembe olsun, kırmızı olsun, beyaz olsun, kara olsun... Yalan yalandır... Hiçkimse (ben de dahil) kimseyi kandırmasın...

Yalan söylemek bir hastalık olduğuna göre, hepimize ACİL ŞİFA'lar diliyorum EFEMMMMM ... :)))

Ertan Yurderi :)

12 Ağustos 2012 Pazar

Kavanoz dipli yaşam ve yaşadıklarım ...

Paylaşımlar yaptığıma bakmayın ...
Hepsi kendime moral vermek için ...
Dün sabah yaşadıklarım görünmez bir kaza mıydı, neydi anlayamadım?

Sabahın en erken saatlerinde insanın elinde bomba patlar gibi pirinç kavanozu patlar mı ya? Patlıyormuş iyi mi ?.. Bunu da öğrenmiş oldum sonunda ...

Cattle'ıma su koymak için cam kavanozu kenara çekeyim dedim, üst kapak kısımlarını bilirsiniz bazen iyi oturmadığı için sürekli çıkar ya bu tür kavanozların, bunu bildiğimden boğaz kısmından tutayım dedim sağ elimle, fakat boğaz kısmını tutar tutmaz, koskoca cam kavanoz kendini boğulur gibi hissettiğinden midir nedir, "poffff" ederek sağ elimde parçalanıverdi ve büyük bir cam parçası zınk diye sağ elimin başparmağından elimin ortasına kadar girip çıkıverdi...

Tabii ki sonuçta ortalık bir anda kanrevan içinde kaldı...

Kanımı durdurmak için temiz büyük bir bezi elime sarıp hemen hastaneye koştum..

Yaşadığım çevrede tüm büyük hastaneler var... Tabii ki aklıma ilk önce, bana en yakın olan Çapa Tıp Fakültesi geldi. Hemen Acil Servisi'ne gittim... Elimi inceleyen hemşireler plastik cerrahiye gönderdiler beni... O da ne, plastik cerrahide tek doktor varmış, o da büyük bir ameliyata girmiş bu yüzden benim uzun süre beklemem gerekebileceğini söylediler... Beklemezseniz Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'ne gidin dediler...

Tabii ben orada durur muyum, hemen bir taksiye atladım ve Cerrahpaşa'daki Acil Servise gittim...
Allah'tan acil serviste benden başka acil kimse yoktu ve plastik cerrahlar da müsaitti...

Elime baktılar, hareket ettirdiler, tendomlarımda bir zarar yoktu, tüm parmaklarımı rahatlıkla hareket ettirebiliyordum...

Tam 6 dikiş atıldı sağ elime ... Dikişi atan genç arkadaş da plastik cerrahiden yeni mezun bir arkadaştı... İtina ile elimi teyeller gibi teyelledi ... Tabii ki önce uyuşturarak...

Neyse fazla teferruata girmeyeyim, elime dikiş atıldıktan sonra hastaneden ayrıldım ve eve geldim.

Şimdi düşünüyorum da, bu koskoca kavanoz elimde nasıl böyle patlayıverdi?

Bu görünmez binde bir olacak bir kaza mıydı, yoksa üzerimde bulunan nazarın bir şekilde benden çıkması mıydı bir türlü buna anlam veremedim...

Verilmiş sadakam varmış ki, tendonlarıma kadar ulaşmamış cam parçası... Ulaşsaydı ve kesilseydi belki de sağ elimi sakat bırakacak kadar problem yaşayacaktım... Neyse ki 6 dikişle bunu atlattım...

Evde yalnızsınız, sabahın en er vakti ve masumane şekilde su ısıtıp çay yapacaksınız, şeker kavanozuna benzer kavanozunuzu tutuyorsunuz elinizde ve bir anda "pofff" patlıyor ve AN içinde kanrevan içinde kalıyorsunuz... Belki de sizi sakat bırakacak veya sizi kan kaybından öldürebilecek olaylar silsilesi içinde buluyorsunuz kendinizi...

Yaşam bu, gerçekten de pamuk ipliğine bağlı her şey...

Siz siz olun, şeker kavanozunuzu elinize alırken aman dikkatli olun...

kocayurek-ul-el-gazi ... :))

29 Haziran 2012 Cuma

Nerden bilebilirim ki ...



"Dört duvar örmüş olsan da dört bir yörene ...
Kaçışın ve sığınışın yine bana hep bana ..."


Bir bakmışsın bir gün minik bir yürek, "güvercin ürkekliğinde" hüzünlenir durur yaşama ve yaşamlara...

Bir türlü ikisini de aynı anda "baterie" yapamam...

Oysa "Grand pas de deux" gibidir yaşamlarımız...

- Kimi zaman entree yaparak allegro olarak başlarız yaşam sahnesinde oynamaya,

- Kimi zaman karşı cinsimiz adage 'ye geçirirken oyununu biz sadece ona eşlik ederiz...

- Coda'larımız ... İhtişamlı olur elbette ... BİZ'i BİZ yapan ZOR'lukların yaşandığı AN'dır ...

Nerden bilebilirim ki ben bunları yaşamayınca ...

Ertan Yurderi (kocayurek)

10 Haziran 2012 Pazar

Seni uzaktan sevmek ...



Hani öyle yanına falan gitmek hâyâldi sevdiğinin...
Uzaktan, köşe başından durup bakardın sevdiğinin camına doğru...
Hele bir çıksın da, o güleç yüzünü bir göreyim diye dikilirdin saatlerce köşebaşlarında...

Kışın soğuğuna inat, yazın da sıcağına, dikilir duruverirdin... 3-5 nöbetini tuttuğun yer misali...

Göreceğin alt tarafı bir iki dakika olurdu çoğu zaman, tabii ki onun da sana gönlü varsa, bakardı, gülümserdiniz birbirinize sadece...


Yanına yaklaşmaya cesaret gösteremediğin bir kıza böyle güzel özlü ve sözlü müzikler de yazılırdı bir zamanlar...

Bugün kaç anne ya da anneanne veya babaanne olmuş kadını ben de hep böyle uzaktan sevdim, ama bir gün cesaret edip de yanlarına gidip onlara sevdiğimi söyleyemedim...

Belki o da beni sevdi, o da bana "hadi gel artık yanıma, gireyim koluna" diyecekti, diyemedi...

Ne ben girdim onun kalbine içinde dolaşabildim, ne de o benim kalbime girdi umarsızca dolaşabildi... Dolaşmalarımız en derin uykularımızın rüyalarındaydı belki de...

Bugün ne yaparsam yapayım, şarkılardaki (bugün olgun bir kadın olmuş) o kızlara artık ulaşamıyorum...

Kendi halimde, ellerim ceplerimde yalnızlığın ortasında ve azabıyla dolaşıyorum o arnavut kaldırımlı sokaklarında İstanbul'un...

Camlarda sevdiklerimi arıyorum... Ama heyhat! Nafile...

İşte o kızlar .. o kızlar hırsız gibi çok şey çaldılar benden ... İçimde, ANI'larla ısınan külleri kaldı sadece ...

Kimi yalan söyledi bahsederken SEVGİ'den, belki biri sevdi beni, gizli gizli ağladı en kuytu köşelerinde evinin...

Bir şarkının ezgisi açtırdı bana eski defterlerimi ... Tam unutmuşken sevdayı, ayrılığı, özlemi ... Şu kocayüreğime bir şeyler oluyor yeniden ve yine yine, boğazım düğüm düğüm düğümlenirken anılarıma ...

Eyvallah solan güller, gençliğimi aldınız
Elveda sokaklarım, Yenikapı sahili, Samatya sahili elveda..
Beni gerçekte değil, düşlerde siz yaşattınız 
Mutluluklar dilerim ana olan kızlara 
Eyvallah solan güller gençliğimi aldınız...

Şiirlerim gibi, yaşamım da susacak ...
Biliyorum ben ...
Günü geldiğinde o gün, işte o gün ...
Kimbilir kaç yağmurlu yazlar geçecek
Kaç kar yağışlı kışlar ...

Delice bir hazan rüzgarı esecek
Önce sayfaları sararacak defterimin
Saçlarımın aklaşmasına paralel
Sonra,
Kocayüreğim artık atmaz olacak...

Biliyorum, ölüm zor gelmeyecek bana
Çünkü / ayrılıklarla alıştım ben ölüme ...

Düşünüyorum da...

Ölümüm bir evde olmalı ..
Deniz kenarında,
Ama arkasında koca koca dağlar da olmalı ..
Yakınlarından bir yerden tren yolu da geçmeli
Ağaçlar olmalı dört bir yanında

Ve BEN
Son dakikalarımda bile
Mutlu, huzurlu ve sağlıklı insanlar görmeliyim etrafımda..

Acılardan ve acı duygulardan ırak
Balayına çıkan mutlu çiftler görmeliyim.

Bir bahar sabahı ben,
Çiçekler açarken ölmeliyim...

Kimbilir sevdiğim o zaman sen nerelerde olacaksın?
Belki de BEN'den kilometrelerce ötede
Mini mini bir evde oturacaksın.
İki yanında torunların olacak belki de ..
Beyaz tenli, mavi gözlü, saçları bukle bukle
Onlarla beraber oynayacaksın yaşlı halinle ...
Etrafı kırıp dökerlerken
Boyun büküp gülüp geçeceksin yaramazlıklarına
Gözlüklerinin üzerinden bakıp
"Canınız sağolsun" diyeceksin ...

İşte o zaman bir tanem,
Acaba ben geçecek miyim aklından?
Şiirlerimden mısralar
Yazılarımdan paragraflar kalacak mı aklında...

Şimdi sevdiğim, seveceğim tatlı kız/kadın
Yıllarca geçse bile seveceğim tatlı nine ...

Söyle bana;
Ben kalacak mıyım hâlâ SEN'de, o minik yüreğinde ?..

Ertan Yurderi (kocayurek) 10.06.2012 - Şiir: Turhan Oktay

20 Mayıs 2012 Pazar

Sonsuzluk ve Yaradan ...



Sevgili dostum Deniz Kite'ın Facebook profilinde aşağıdaki şu paylaşımını okuyunca ben de bu konuda bir şeyler paylaşayım istedim...

Sevgili Deniz diyordu ki yazısında;

"Bir olan Bilgi'yi aklın oyunlarıyla sonsuz parçalara ayırmak...
 Her bir parçayı tek gerçeklik kabul edip sanrılarda yaşamak...
 Anlarda her bir parçanın bir bütün olduğunu deneyimleyerek sonsuzluğa ulaşmak...
 Sonsuza sonsuzdan bakıp birliği kavramak..."

Sevgili Deniz dostumuzun bu paylaşımından benim anladığım;

"Her ŞEY bir BÜTÜN'dür ve BİR'lik içersindedir... Bugünkü ilmimizle, bilinen (ya da algılayabildiğimiz) şu AN'da bu zaten...

Yaradan'ın yarattıkları (yani BİZ'ler) O’nun ilminden, kendisinin dilediğinden başka hiçbir şeyi kavrayamıyoruz ne yazık ki ... (Ayetel Kürsi'den)


Ruhsal tekamülünü tamamlayan varlıklar (Yüksek Varlıklar da buna dahil) dahi yine de O'nun izni verdiği yere kadar farkındalıklar yaşayabilirler...

Çünki; Yaratım O'nun düş'ündedir... Yaradan'ın düş'ünde VAR'ız, O'nun düşü'ndüğü kadar VAR'ız... O düşünmezse hiç bir şey zaten YOK'tur..."

Yakınlarda okuduğum bir ruhsal bilgide de şu bilgiler veriliyordu: ...

SONSUZLUK ve O (Yaradan)

"Sen Sonsuz nedir bilemezsin, anlatsak da anlamazsın. Aklın yetmez, kısıtlısın. Şu kadarını diyelim. Zamansızlıktır SONSUZ.. Mekânsızlıktır SINIRSIZ ... Öyle ise ne ZAMAN var, ne de MEKÂN.

SEN ne görüyorsun işte O'dur YARADAN...

SEN'in için VAR'olan nedir? SEN görüyorsan her şey VAR'dır.. SEN görmüyorsan HİÇBİR ŞEY YOK'tur... BİZİM için Âlemler ÇOK'tur...

YARADAN için yaratmanın sonu, sınırı, başı ve bitişi yoktur... Her şey bir hayal, bir düş, bir arzu, bir dilektir YARADAN'ın GÖNLÜ'nde... Ne dilerse VAR olur, VAR eder... Seninkiler ise, O'nun DÜŞ'ünde bir DÜŞ'tür, bilen O, gören O'dur...

Başlatır, bitirir, kurar, derer, toplar, değiştirir, bilimine erişilmez, aklının sonu sınırı yoktur, anlaşılmaz. Güldürür, ağlatır, kendine de her biçimde var eder, çoğaltır. Kendi bizatihi varlığıdır tüm OLAN'lar... Tek canlı, tek gerçek, tek varolan O'dur... Gerisi yalandır, boştur, YOK'tur...

YARADAN yalnız düşler de, yaratır da, bizatihi kendi düşlerinde yok mudur sanırsın? Her yarattığında, her var ettiğinde, elbet kendisi de var biraz... O'nu her an görürsün şu ya da bu şekilde, aklın ermez. Gönlün bilmez. O karşına geçer ve konuşur, fark etmesen de... Güzel de olur, çirkin de olur, sever de, kızar da, hatta bazen döver de... SEN ne bileceksin kaç âlemde var etmekte O kendini... Hangi şekilde ve bedende... Yapan da O, bozan da, kumanda yalnız O'nun elinde ...

Bir düşlediklerin var, bir de "DÜŞ"lerin!.. Bir de "DÜŞÜNDÜKLERİN"... Düş'lerin ve Düşlediklerin O'na ait hepsi düşündüklerinin... O düşlemezse sen neyi, nasıl, nerede, hangi zamanda düşünebilirsin ki... O'na aittir ne varsa, OL'an, BİTEN, "O"ndandır... "BEN" diyorsan eğer, bu yanlızca şaşkınlığındandır..."

Ertan Yurderi

Hasan Sonsuz Çeliktaş'a hatırlattım ...




Lem Hasan, 3 bin küsur yıl oldu gerçi hatırlasana bir... Az mı taş taşıdık o piramitlere koçum ya... Az mı kırbaçlar yedik, taşırken yoruldukça... Bak şimdi Firavun miravunlar da yok, inşaatlar da bitti... 3 bin küsur yıl sonra bile gidip yonttuğumuz, boğaz tokluğuna taşıdığımız taşlarla oluşan alın teri karışmış eserlerimize hâlâ dokunup duruyorsun... Daha geleceğe ne bırakacaksın ki... Bıraktığını bırakmışsın zaten... Dünya var oldukça, piramitler kum fırtınalarının altında yok olmadıkça (Nasılsa arkeolog olarak yine gelir, yine çıkartırsın bilmem kaç yüzyıl sonra ya.. neyse ) bir 3012 yıl daha durur onlar yerinde...

Ha bir daha gidişinde hatırlat da... Şu Keops'ta yaptığımız ufak tüneli hatırlıyormusun bilmiyorum da... Millet şimdilerde o tüneli SIR zannedip duruyor ya hani... Üstelik robot maket arabayla keşfe bile çıktılar akıllılar... Halbuki oraya mutfaktan aşırdığımız yiyecekleri saklayıp akşamları gizli gizli kayıntı yapıyorduk ya... O tünelin ardındaki kapının anahtarını ben odanın sol girişindeki 20. taşın üzerindeki boşluğa bırakmıştım... Onu oradan al da yetkililere ver, onlar da açsınlar kapıyı... İçerdeki kayıntılara da bak bakalım yerinde duruyor mu, yoksa piramitin konuşan kedisi Luxor, hani o arka taraftaki gizli bölmeden gelip de bizim kayıntıları aşırmış olmasın sakın... Eşoğlusu yoksa gidip bizi Tutankamon'a o mu ispiyonladı da bizi adak niyetine milletin öğle yemeğine tadımlık kattılar bilmiyorum hani...

Ya neyse bunları sana gizli gönderiyorum... Nasılsa kimse okumayacak biliyorum... Hani yanlışlıkla yorumların altına gönderseydim, okuyanlar da, ZIRVA'lamış len bu Ertakamon diyeceklerdi...

Ya Hasantakamon işte böyleyken böyle böyle... Bence Reakumona da haber verelim de, gelecek sefer üçleyelim kafileyi... Biliyorsun o bu yaşamda yeni emekli oldu malum... Ona da bana da eğlence gerek... En iyisi oraya gittiğimiz zaman geleceğe şaka yollu bir şey bırakalım... Belki üç bin yıl sonra enayiler şakamızı SIR olarak zannederler... Bak aklıma ne geldi... Bırakacağımız yazı şöyle olsun... "Bunu yazan Hasantakamon-Ertakamon-Reakumon, bu yazıyı okuyamayana takamayakon" ... He he he, bu SIR'rı çözsünler de göreyim onları...

Neyse ne, benden bu kadar tüyo sana... Hani belki sen Rea'dan ve benden sonra geç enkarne oldun ya, unutmuş olabilirsin aramızda geçen bazı anektodları... Bi hatırlatayım dedim... Ben öpmeyeyim seni, Nefertiti teyzen öpsün seni ... Muckssss diye e mi!..



15 Mayıs 2012 Salı

Kahve keyfi ...



Uzun oturmuştu gecenin en koyusuna ...

Uzattığı bacaklarının sonlandığı koltuğa yerleştirmişti o hep üşüyen ve hiç ısınmayan minik ayaklarını ...

"Kahve keyfi" de yerindeydi hani, her zamanki gibi...

İki ekran arasında gidip gelmekteydi yorgunluktan bitap düşmüş gözleri ...

TV'de seyrettiği dizinin sanallığında, kucağındaki bilgisayardaki sanal profilleri de tek tek inceliyor, incelerken "ne ruhlarına bakabiliyorum ekranımdaki profillerin, ne de gözlerine ..." diyerek içsel sesini konuşturuyordu...

İçsel sesine eşlik eden düşünce denizindeki dalgaların coşkunluğundan, uyuşan bacaklarının sızlamasıyla yerinden doğrularak kurtuldu ve kendine "gülümsedi"...

"Olumlamalar"ıyla başbaşa bırakmalıydı zihnini, dinlendirmeye geçirmeden bedenini...

Öyle de yaptı...

Bu sırada kahve fincanının dibi görünmüş, telve tadını duyumsarken dili, "Sevginin Gücü" çoktan kaplamıştı ruhunun her bir zerresini ...

Günlerdir içinde gereksiz yere yaşattığı "Kaybetme korkusu"nu da yenmiş, ne geçmişte ne gelecekte, sadece ve sadece AN'da yaşamanın mutluluğunu duyumsatmaya başlamıştı minik yüreğini...

"Hayallerini erteleme"den, "sezgilerine güvenerek", "geleceğini hazırlaması" gerektiğini bir kez daha düşündü...

"İçindeki karmaşık duygular"la bir yandan mücadele ederken, bir yandan da ona uzanan Tanrı'nın elini de ruhunda hissediyordu hissetmesine de .. İnatçı bilinci "kendiyle barışık" olmasını engelliyor, yaşamına yeni giren olumlu düşünce sistemlerini "bilinçaltına yerleştirme" konusunda kendisini zorluyordu ...

Gerçi, toplumdan kendini soyutlamadan da mutluluğu yakalayabileceğini biliyordu, önemli olan kendisiydi elbette, başkaları değil...

Bu düşünceler sararken ruhunu, "düşüncelerini özgür bırakıp", "Sakinim, iyiliğimin farkındayım, iyiliğim her yerde ve ben güvendeyim" diye düşünmeye başladı...

O sırada gözlerine bakabilseydiniz eğer, gözyaşlarını "yaşamının ırmakları" yapmış olduğunu görürdünüz... Biliyorum .. sevinç ve mutluluk gözyaşlarıydı onlar ... "Tüm duygularımla huzur içindeyim, kendimi seviyor ve onaylıyorum" diyordu her bir gözyaşı tanesi yaşamına haykırırcasına...

"Evren" denilen sonsuzluk denizinde her şey o kadar hızlı gelişip değişiyor ki... Zaman kavramı bile anlamını yitirip AN denilen kavramla artık içiçe yaşadığımızın farkına varıyoruz... "AN"ı farkedin, "AN"da yaşayın, "AN"da ne düşündüğünüze dikkat edin tarzında düşünce şekliyle içiçeyiz her birimiz...

Hayat; akan bir nehre ne kadar çok benziyor değil mi?.. Hayatımıza giren insanların ve şeylerin bize bir şeyler öğrettiği de muhakkak...

"Kahve keyfi" yaparken bile her yeni şeyi inkâr eden inatçı zihnimizin "olumlamalara ve onaylanmalara" ihtiyacı olduğunu unutmamamız da gerekiyor...

Yaşamınızdaki her AN'ın "kahve tadında" farkına varın, gecenin en koyusuna "SEVGİ" ile dalın ...

Ertan Yurderi


25 Nisan 2012 Çarşamba

Doktor bıçaklayan nevrotik kişilikler ...



"Nü" eserleri bıçaklayan, turistleri elleyen nevrotikler sonunda doktorları da hedef aldılar...


Yıllar önce "Nü'yü bıçaklayan, turistleri elleyen nevrotik"ler başlıklı blog yazımda, "ülkemiz abukluklar ve nevrotik çoğunluklar ülkesi" oldu demiştim...


O günlerde bir yılbaşı akşamı Taksim'in orta yerinde "düşlerinde yaratıp içinde yaşattığı nü"yü turisti elleyerek tatmin etmeye çalışan zihniyet, kısa bir süre sonra Mersin Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü'nün "Yeni Yıl Karma Sergisi"nde bulunan 5 "NÜ" eserini de bıçaklamıştı ...


Elbette bu bıçaklı saldırılar o zamanlar ne ilk ne de son olaylardı...


Yıllardır gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinde "bıçaklama" haberlerini sürekli izler dururuz. İnsanlar, birbirini bıçaklamak için o kadar çok sebep bulurlar ki ...


Herhangi bir konuda kin ve nefret tohumları bir kere ortaya atılmasın... Kitlesel nevrotikleşme suya atılan taş misali yayıldıkça yayılır...


Doktor bıçaklamalarının ve dövmelerinin ardı arkası kesilmediği gibi günden güne artmaya devam ediyor... Her gün bir eskisine yeni bir haber daha ekleniyor...


Sağlıkta uygulanan yanlış politikalar yüzünden "doktor"lar birer hedef haline getirildi... Bu kitlesel nevrotikleşme acilen tedavi edilmediği, doktorlar da eski saygınlıklarına kavuşturulmadığı takdirde, hasta ve hasta yakınları tarafından hem dövülmeye hem de bıçaklanmaya devam edileceklerdir...


Bu bağlamda görevi başında öldürülen doktorlarımıza Allah'tan rahmet, bıçaklanan ve dövülen doktorlarımıza da acil şifalar diliyorum...


Ertan Yurderi