23 Kasım 2009 Pazartesi

Eyvah!.. Postacı geliyor...



60'lı yılların ortalarında ilkokula giderken bize ilk öğretilen şarkı "Daha dün annemizin kollarında yaşarken"di... Onu iyice öğrendikten sonra da, bizlere öğretilen diğer şarkı ise "Postacı"ydı... Şimdi hâlâ öyle mi bilmem...

"Postacı"yı da bilmeyeniniz yoktur herhalde...

Bak postacı geliyor selam veriyor
Herkes ona bakıyor, merak ediyor. .

Çok teşekkür ederim postacı sana,
Çok sevinçli haberler getirdin bana.

Bugün artık bu kadar, darılmayınız,
Yarın yine gelirim hoşça kalınız

Haydi git, güle güle, uğurlar olsun,
Ellerin dert görmesin, kısmetle dolsun.


O yaşlarda bu şarkıyı öğrenen biz veletler, daha sokağın ucundan postacıyı görür görmez, hemen koro halinde "Postacı" şarkısını söylemeye başlardık... Postacımız da güler yüzle bizi selamlardı... Hepimizin adlarını, soyadlarını, evlerimizin adresini ezbere bilirdi...

Gerçi şimdi e-mail, cep telefonları ve internet üzerinden haberleşme varken, "Posta" ve "Postacı" deyince ne anlam ediyor bilmiyorum ama, bu teknolojik çağda yine "posta" ve "postacı"ya çok ihtiyacımız var...

Birçok şey yine "posta" yoluyla geliyor... Örneğin kredi kartları ekstreleri, telefon ve ADSL faturaları, devlet dairelerinden gelenler, çocuğunuzun ÖSYM sonuçları vs.. vs...

İşte bizlere "Eyvah!.." dedirten olaylar zinciri de böyle başlıyor...

Bizim buralar eski Türk devletlerinin "otağ" kurmuş hali gibi...
Caddemizin ismi Oğuzhan... Üst sokağımızın ismi Akkoyunlu, bizim sokak Karakoyunlu, alt sokağımızınki de Karakeçili...

Durum böyle olunca bizim postacı bu Türk devletleri arasında gidip-gelmekten kafası biraz karışıyor...

Akkoyunlu'nun postalarını Karakoyunlu'ya, Karakoyunlu'nunkini Karakeçili'ye, Karakeçili'ninkini ise her iki sokağa kafasına göre ama kapı numaralarına göre bırakıveriyor...

Bizim sokak sakinlerinin de her gün öğleden sonraki sokak tavafları işte bu anda başlıyor...

Yanlış bırakılan posta ile Akkoyunlular, Karakoyunlulara iniyor, Karakoyunlular Karakeçili'ye gidiyor, Karakeçililer ise zavallım, onlar hem Akkoyunlu'ya gidiyor, hem de Karakoyunlu'ya...

Hani biraz daha karışıklık olsa, tarihteki gibi Akkoyunlular Karakoyunlulara saldıracak, Karakoyunlular Karakeçililere... Neyse şimdi modern çağdayız ancak böyle şeyler pek olmuyor... Olmuyor ama, bazen yanlışlıkla açılan zarflar da olmuyor değil hani... Belki bu yüzden insanlar birbirine bir gün girerler diye korkuyoruz...

Postacımız iyi biri ama biraz da safçana... Sokakları karıştırmayayım, sokak sakinlerinden azar işitmeyeyim diye, işaret parmağına "ak", orta parmağına "kara", yüksük parmağına da "keçi" yazarak posta dağıtımına başlıyor... Bazen yazmayı unutuyor, işte film asıl o sırada kopuyor...

Bu üç sokak sakinleri olarak bizler, postacımız yüzünden "Ak-Kara-Keçi Derneği (AKKD)" kurmaya karar bile verdik... Böylelikle büyük bir dayanışma içinde olacağız...

Şarkımız bile hazır...

Eyvah postacı geliyor, selam veriyor
Herkes ona bakıyor, kafayı sıyırıyor...

Çok teşekkür ederiz postacı sana,
Bugün yine ebemizi belledin, aferim sana...

Bugün artık bu kadar, darılmayınız,
Ananızı ağlatmaya yarın yine gelirim,
Şimdilik hoşça kalınız...

Haydi çektir git, güle güle, uğurlar olsun,
Yarın parmaklarına AKK'yi iyi yaz, okunaklı olsun.


İşte böyleyken böyle böyle oluyor canım ülkemin, İstanbulköy adlı ilinin bir semtinde...
PTT'nin T'leri tek tek gidiyor, P'si belki bir gün tek kalacak... Belki bir gün o da yok olacak...
Bizler de "Posta" ve "Postacı"yı dimağlarımızda bu güzel anılarda yaşatacağız...

Hadi bana şimdilik eyvallah, çünkü Karakeçili'ye doğru sefere çıkıyorum...

Ertan Yurderi, 23.11.2009

21 Kasım 2009 Cumartesi

Lustral(izm) ve Lustral(ist'lik)




"İzm" meraklısı bir toplumuzdur vesselam...

Peki ne demektir "İzm"?

"İzm" demek, "ideoloji" demektir.
"İdeoloji" de, dünyayı ve toplumu anlamaya yönelik tutarlı bir inanç ve düşünce sistemi demektir.

Hep büyüklerimiz bize öğütlerler ya; "İzm'lere bağlı olmayın". "İzm'ler kötüdür" diye. Boşverin onları...

Biliyorum şimdi ben "İzm" deyince hepinizin aklına şu ideolojiler geldi değil mi?
"Marksizm, Leninizm, Maoizm, Komünizm, Sosyalizm"...

Yok, yok... Size anlatacağım "Lustral(izm)" böyle bir şey değil... Bu bambaşka bir "izm"...

"Kötü" bir yanı falan yok, öyle dünyayı ve toplumu anlamaya yönelik tutarlı bir inanç ve düşünce sistemi de değil, insana tamamen "huzur veren", "sakinlik veren" ve "öfke duygularından uzak tutan" bir "ideoloji" sisteminden bahsediyorum sizlere...

Günde 50 mg'lık bir tableti yuttuğunuzda; ne inanç, ne düşünce, ne gam, ne tasa, ne öfke kalıyor... "Dut yemiş bülbül" misali hemencecik "Sümbül Efendi"ye dönüşüveriyorsunuz...

Akşam yazarı Serdar Turgut da bundan nasibini alanlardan... Her sabah bir tek aldığında kendini bir çocuk kadar masum hissettiğini, krizden mırizden etkilenmediğini, sanki evin havası Feng Şui'yle bezenmiş olduğu için, anormal davranışlarda bulunmadığını söylüyor yazılarında... (bknz: http://www.aksam.com.tr/2009/10/30/yazar/4899/aksam/yazi.html)

Ancak işi iyice azıttığı zaman yani bu hapın üstüne iki duble "dry martini" çektiğinde ne olduğunu da hepimiz biliyoruz... Rana'sını bırakıp, Rojin'i dağa kaldırmayı bile düşünüyor, bu hapın cinselliğini öldürdüğünü bile bile...

Neyse bu ideolojiye ben de kendimi kaptırıverdim ve "Lustral(ist)" oluverdim...

Gerçekten de yararını gördüm diyebilirim...

Ne emekli maaşımın 11 liralık artışına öfkelendim, ne elektriğe, suya bilumum şeye yapılan zamlara tepki verdim, ne tele-kepçekulakçıların beni dinleme tedirginliğim kaldı, ne de "yaş mı da kuru mu hava durumu" diyen Taraf'çı hergelelerin Çiçek-Böcek yakınmalarını kafama taktım...

Hatta bir anda evimizin Şanslı kedisinden sonra neş'esi ben oluverdim...

Aile fertlerim "Oh be dünya varmış, kurtulduk şu sürekli asabı her şeye bozulan heriften" diye sevinirken, ben de böyle bir ideolojinin militanı olduğuma çok seviniyorum ...

Size de tavsiye ederim... Ancak önce bir psikiyatr ordusuna görünmeniz şartıyla...

Şimdi müsaadenizle, Lustralistlik yapma zamanım geldi... Ben gidiyorum, az sonra dönerim...

"Lustrallinin gücü, Lustral'in çekim gücü..."
"Lustrallinin gücü, Lustral'in çekim gücü..."


"Tek yol Lustral'izm... Başka İzm'e geçit yok!.."
"Lay, lay, li lay li lay looooommmm !..."


Ertan Yurderi, 21 Kasım 2009

18 Kasım 2009 Çarşamba

“Salvia Divinorum” içmiş gibiyiz hepimiz…



Şimdi bu da nerden çıktı, Salvia Divinorum da ne diyeceksiniz… Hemen anlatayım…

Efendim Salvia Divinorum bitkisi 'Nane' cinsi bir bitki. Doğal olarak sadece Meksika'da Mazatek yerli bölgesinde yetişiyormuş.

Sierra Mazateca dağlarında salvia'ya 'maria pastora' yani 'çoban maria' deniyormuş. 'Kutsal' ve 'çok güçlü' olan bu bitki, zaman zaman korkutucu zihinsel değişmelere neden oluyormuş. Halisünasyonlar, 'beden dışı' deneyimler gibi. Geçici hafıza kaybına yol açabiliyormuş. Kullanıcılar arasında Tanrı ile konuştuğunu söyleyenler varmış. Şamanlar bitkiyi yanıkların ve yaraların tedavisinde kullanıyormuş.

Bu bitkinin 15 mg'ı ciğerlere çekildiğinde adamı boyuttan boyuta geçirip, halusinasyon manyağı yaptığını söylüyor tıp uzmanları…

Kullanılan miktara göre Salvia deneyimi, hafifleme durumundan tam bir dış dünya deneyimine dönüşebilirmiş. Yüksek dozlar kullanan kullanıcılar tarafından ciddi zaman-algı kaybı, parlak görüntüler, bilinmeyen varlıklarla karşılaşma, başka zaman ya da yerlere seyahat etme, duvardaki boya gibi yılları yaşamak ya da başka bir canlının tüm hayatını yaşamak olarak belirtiliyormuş…

Bu deneyimler kesinlikle çok kuvvetli olmakla birlikte yanınızda size göz kulak olacak biri olması tavsiye ediliyormuş… Birçok insan etkisi altındayken hareketsiz dururken, bazıları bu yarı uyanık halleriyle kalkıp yürümeye çalışabiliyormuş… Başlangıç etkileri cesaretlendirici ve bir anlamda zararsız da olsa, tam etki sağlandığında birçok insan S. Divinorum’u eğlenceli olmaktan çok korkutucu buluyorlarmış.

Neyse yukarıda açıkladığım bunca etkilerinden sonra neden hepimiz içmiş gibiyiz dedim… Ona geleyim…

Türkiye’de her an gündem değiştiği için ve toplum üzerinde sürekli baskılanma yaratıldığı için

* kontrol edilemeyen histerik kahkahalar atıyoruz bizler de; sürekli birileri ve birilerinin yandaşları tarafından uydurulan uydurmasyon haberler için.

* objelere dönüşme hissi (mum, sandalye, sebze, herşey..) Kendimizi “hıyar” gibi hissediyor, GDO manyağı oluyor, hatta domuz gribi ve aşısı yüzünden kendini “domuz” hissedenlerimiz bile var…

* üst üste gelen gerçeklikler. Aynı anda birden fazla mekanda bulunma hissi. Bir anda kendimizi Silivri’deki davada buluyoruz, bir AN’da “SON DAKİKA” haberlerle Ankara’da Meclis'te… USA ile Türkiye arasında hayali köprüler kurarken, yalelli Arap’ın kucağında soluklandırıp duruyoruz kendimizi…

* vücut ya da kimlik kayboluşu hissi… Alt kimlik, üst kimlik, etnik kimlik, ulusal kimlik, kimlik, kimlik, kimlikçi geldiiiii hanıımmmmm…

* 2 boyutlu dünyaya giriş. Bu dünyada mıyız, öbür dünyada mı? Kimileri Cennet’i pazarlıyor dünyada, kimileri ise dünyanın bilmem neresindeki hiç sönmek bilmeyen denizfeneri’nde saftirikleri söğüşlüyor… Haa bu arada Ay’da arsa pazarlayanları da unutmayalım…

* geçmişteki mekanları ve ölmüşleri ziyaret etmek. Bilumum cümle fakir-fukara halk, türbe, kabir vs. yerlerdeki yatan zat-ı muhteremlerden biat, hayr, iş, şifa, ÖSYM'yi ve SBS'yi kazanmak gibi vs.. vs.. şeyler umut etmek için sabahın en er saatlerinden akşamın en zifiri karanlıklarına kadar el açıp duruyorlar...

* garip fiziksel hisler. İnsanın kendisini çekiliyor, ya da çevirilip bükülüyor gibi hissetmesi… Emeklinin, işçinin ve memurun anası ağlıyor sürekli… Her birine yapılan üç kuruşluk, beş paralık zamdan sonra vatandaşın kendisini böyle hissetmesi normal değil mi?

*
bilinmeyen varlıklarla karşılaşma. Varlıklar ise çeşit çeşit… Halktan uzak ve halkın sorunlarının ne olduğundan bi haber zengin varlıklar, el-ense-koca g.tlü-göbekli varlıklarla bilumum 7 yıldızlı otel lobilerinde, son model özel arabaların, uçakların ve TV’lerin magazin programlarının her birinde karşılaşılabilinir…

Neyse, yukarıdaki bu listeyi uzattıkça uzatabilirsiniz…

Bence fazla söze gerek yok, Youtube’e girip “Salvia Divinorum” yazın ve ne kadar haklı olduğumu izleyip görün… Canım ülkemin insanlarındaki siyasetin ve siyasetçilerin yan etkilerini düşününce, bitkinin yan etkisine pek fazla şaşırmayacaksınız sizler de...

Ertan Yurderi (kocayurek), 18.11.2009

14 Kasım 2009 Cumartesi

Tele-kepçekulak ...



Dinlenilme paranoyası, herkes gibi beni de, evdeki herkesi de paranoyak yaptı…
Ev ve cep telefonlarında konuşurken nasıl konuşacağımıza şaşırdık, kaldık…

İnsan hayatına bu kadar müdahale olur mu? Diye soruyorum size… Olmaz elbet…

Geçenlerde rahmetli olan bir arkadaşın cenazesi için Pangaltı’ndaki Ermeni Mezarlığı’na gideceğim. Eh hanıma da haber vermem lazım, o da gelebilirse gelsin diye… Cepten hanımı arıyorum…

- Şey ben Pangaltı’daki Ermeni Mezarlığı’na gidiyorum. Bir arkadaş rahmetli olmuş. Sen de tanıdığın için çağırıyorum, müsaitsen gel … diyorum…

Hanım da bana sürekli soruyor:
- Nerdeydi o mezarlık? Nerdeydi diye…

Biliyorum yine bana kızacak ama, hadi şimdi gel de hanıma rahat bir şekilde bunu tarif et, edebilirsen…
- Hani Kurtuluş Caddesi’nden Ergenekon Caddesi’ne dönüyorsun ya…

Çatttt!... Hanım yüzüme telefonu kapatıyor… Sanki içime doğdu yüzüme kapatacağı...

Yeniden hanımı arıyorum…

- Ne o? Niye yüzüme telefonu kapattın?..
- Kaç kere söyledim sana, alma o sözcüğü ağzına…
- Hangisini?
- Hani Kurtuluş Caddesi’nden sonra döndüğün caddeyi…
- Yahu ne var bunda… Rahat bir şekilde adres veremeyecek miyiz ya…
- Sen yine de ağzına alma, her yerin bir kepçe kulağı vardır, tamam ben adresi anladım, geliyorum…

Hay ben yerim len, böyle kepçekulağı…





Malum davanın en cavcavlı zamanlarıydı… Deniz dalgası gibi, dalga dalga yayılıyordu, dalgalar…

Yine her sabah rutin işlerimden olan köşedeki bakkalımı aramıştım… Bakkalımız Ali o sabah erkenden bankaya gitmiş. Yerine kardeşi bakıyormuş…

- Şey birader, bir ekmek, bir şişe süt ve gazetelerimi unutma olmaz mı, sepeti sallıyorum aşağıya deyiverdim…

- Ali abim yok, size hangi gazeteleri getirecektim diyor, salak salak…

- Cumhuriyet ve Sözcü diyorum…

Pattt!.. Bizim Ali Bakkal’ın kardeşi yüzüme telefonu kapatıyor.
Yeniden arıyorum “Anladın mı?” diye… Maalesef, açmıyor telefonunu…

Sepeti aşağıya sallamıştım… Bekliyorum, gelsin diye… Geliyor az sonra…

- “Neden telefonu açmadın?” diye soruyorum, 6. kalttan bağırarak…
- “Abi, sen de en olur olmaz gazeteleri okuyormuşsun, telefonumuzu bir dinleyen falan olur, başımız belaya girmesin diye açmadım” deyiveriyor…

Şimdi ben ne söyleyeyim ona… “Hay ben böyle kepçekulağı &$@@@...” diye kendi kendime söyleniveriyorum terbiyeli bir şekilde yine…

İşte bunlar günlük yaşantımızdan hem kısa anektodlar, hem de paranoyaklıklar…
Günümüz Türkiye’sine uygun memleket manzaralarından yani…

Birbirini dinleyen dinleyene… Dinleyebilen dinleyebilene…
Dinleyenin kulakları kepçekulak olsun, dinlemeyi bilmeyene de aşk olsun…

Ertan Yurderi (kocayurek), 14.11.2009