18 Aralık 2004 Cumartesi

Moderatör ...



Bir moderatör, olup biteni bir gazeteciye anlatmak ister. Ancak ölü bulunur...

Çözülmüş bir sır perdesi vardır aslında moderatörün güncesinin içinde.. Kafa patlatmaya fazla gerek yoktur başkaları için, ancak moderator biraz düş gücünü kullanıp da düşününce ortaya çıkartmıştır birtakım gerçekleri... Bu arada kader de yaşam üzerine oynanacak bir oyunun ağlarını örmeye başlamıştır...

Bir kurucu moderatorun görevi, kurmuş olduğu grubun mail listesini yönetmektir... Kurallar da koyar bu mail listesini yönetmek için... Grubunun mail listesindeki mail trafiğini idare etmektir tek ereği... Olup bitenin farkındadır yani.. İzler, grubuna izinli veya izinsiz girip çıkanları... AN farkıyla takiptedir... Zaman zaman da kendisi grubuna üye alır ve grubundan üye de çıkartır...

Grubuna dışardan gelebilecek her türlü virüs ve hack saldırılarına karşı önlemini almak da görevleri arasındadır... Onun için çok iyi kavrar kullandığı programı, gerekli grup ayarlarını yapar ve yönetmeye devam eder... Grup ayarlarını yaparken yanılıp bir takım açık kapılar bıraktıysa oradan dalmaya başlar virüsler ve hackerlar...

Nedir bunların amaçları diye modaratör düşünmeye başlar... Kendi kendine konuşur, söyleşir zihniyle...

Grup sistemleri mesaj onaylarken sadece gönderenin adresine bakıyorlar. Başka bir doğrulama yapılmıyor, bu da grupların zayıf noktası... Elbette üye adreslerinin önceden bilinmesi lazım. Hem grubun adresini hem de üyenin adresini bilmek ve bununla araya sızmak için çesitli yollar var. Bakalım acaba bu olasılıklar neler:

- Ya hizmet veren sistem bu hinlikleri kendi yapıyor.
- Ya şahsiyetsiz bir moderatör
- Ya şahsiyetsiz bir üye
- Ya da uygun bir yazılımla dışarıdan biri (Ama durum böyle olsaydı moderatör gibi davranıp mesajlara onay da verebilirlerdi öyle degil mi? Bunu da bir düşün. Ne de olsa senin onayın bir veri zincirinden ibaret. Neden bunu yap(a)mıyorlar?)
- Ya da hackerlar hatlardaki TCP/IP veri akisini matrixin kodu gibi okuyup değiştirebiliyorlar...

Deniyor ki: "UNIX komutlarını ve TCP/IP protokolünü bilen biri mail / ftp vs. konularda 'herşeyi' yapabilir."

Moderatör "Sanal dünya mıyım? Salak dünya mıyım? Bir anlasam..." düşüncesini sürdürmektedir hâlâ...

Daha birçok şık üretilebilinir, ama en uygunu "hizmet veren sistemin" bunu bilerek isteyerek yapması... Çünki uzun zamandır "hizmet veren sistemin" alın yazısında bir Antivirüs şirketinin yazılımının logosu ve ilanı vardır...

Moderatör ayrıca kendi kurmuş olduğu ve kendinden başkasının da yönetemediği diğer gruplarında da bazı anormallikleri farketmeye başlar... Bunlar karşısında da şaşırıp kalmıştır ve yeniden düşüncelerini konuşturmaya başlar...

"Benim idarem dışında sızıntılar ve saldırılar başladı... Sağnak sağnak gelmekte... Ancak gruba üye olacaklar benim onayımdan geçtikten sonra üye oluyorlar... Benim üye yapmadığım halde gruba üye olmuş kişiler ve bu kişilerin gruba gönderdikleri virüs ve hack mailleri de bulmaya başladım... Bu üyeler ve mailler nereden geliyor... Bu sızıntılardakiler de kim... Bunlar nasıl oluyor?..."

Aslında "hizmet veren sistem"in alın yazısındaki Antivirüs yazılım şirketinin ismi her şeyi ortaya çıkartıyordur, farkında olabilen moderatörlere...

Durum anlaşılmıştır bu moderator tarafından da... Bunları anlatacaktır bir gazeteciye, elbet...

Antivirüs yazılım şirketi ve "hizmet veren sistem"in yazılımcıları ortak bir çalışma içindedirler... "Hizmet veren sistem"le birlikte Antivirüs yazılım şirketi ortak yazılımlar oluşturarak ve kullanıma
açarak büyük bir servet kapısının da kapısını aralamaya başlamışlardır artık...

Antivirüs yazılımcıları da bu açık bırakılan servet kapılarından sessizce içeriye sızarak (balıklama dalarak) hiçbir şeyden habersiz bir moderatorun kurmuş oldugu grubunun içine dolaşmaya başlar, gruba uygun mailler üreterek yavaş yavaş virüslü mailleri gönderip bir amaç için biraraya gelmiş grup kullanıcılarının tüm sistemlerini yok etmeye başlamışlardır...

Bir, iki kullanıcı derken üç, beş, yüz, bin, on bin kullanıcıya kadar ulaşan virüslü saldırdı mailleri, derken yüz bin, milyon ve hatta milyar kullanıcının sistemini bir anda "hizmet veren sistem"in ve
Antivirüs yazılım şirketinin himayesine sokmaya başarmışlardır.

Ve istenen sonuç sağlanmıştır... "Hizmet veren sistemin" ve Antivirüs üreten şirketin kasalarına para yağışı başlamıştır... Meteoroloji uzmanları bile bu sağnağın hangi şiddette ve kuvvette olduğunu kestiremezler...

Moderatör tüm düşüncelerini değiştirerek;

"Sanal dünya, salak dünya degil, saglam ve insanları saglak bir dünyadır... " der...

Bu arada bu moderatör dönen bu dolapları bir gazeteciye anlatmak ister. Ancak ölü bulunur...

... (18 Aralık 2004, dünyadan herhangi bir ülke ve herhangi bir şehirden bir moderator)

Ertan Yurderi

23 Kasım 2004 Salı

Nankördür derler kedilere ama...




Nankördür derler kedilere ama...
İyidirler ve sevdi mi tam severler...

Kedim, canım kedim... Şanslı... Dört ayaklı sarışın tekirim benim... Yakışıklı mı yakışıklı... Bitirim mi bitirim... Çapkın mı çapkın... Üçkağıtçı mı üçkağıtçı... Kendini insan zanneden kedi mi, yoksa bize insan olduğumuzu hissettiren kedi mi... Her ikisi de belki de yaşantımızın...

Evimi evi bildi... Beni, eşimi ve kızımı ailesi bildi... Sevdi mi sevdi, sevdi... Sevgisini herkese eşit mi veriyor? Hayır... Nabza göre şerbet misali...

Kızımı abla biliyor bilmesine de ama biraz kıskanarak seviyor ablasını, aslında kızım da onu kıskanıyor, bana sevgisini daha fazla verdiği için...

Eşimle ilişkilerine gelince... Ben yokken, eşimin peşinde "anneeaawww anneeawww" diye mırıldanarak dolaşan, eşimin annelik içgüdülerini okşayarak ona her istediğini yaptırtan, fırsatını bulduğunda da eşimin kucağını cennet yatağı belleyip üzerine atılıp orada doyasıya uyuyan...

Ben geldiğimde ise, annesine benim yanımda bir anne gibi terbiyeli davranan... Dedim ya, nerede ne zaman, nasıl hareket edeceğini bilen, sevgisini eşit paylaşmayı seven bir kedi...

Benimle ilişkilerine gelince... Beni kendine dost, arkadaş hatta ileri giderek eş bilen, her türlü cinsellik gücünü üzerimde tatbik etmeye kalkışan, istediğinde seven, istediğinde döven, istediğinde öpen, istediğinde de küsen bir ilişki tarzını seviyor... Akşamları eşimden ve kızımdan daha fazla beni camda ve kapıda bekleyen, ayakkabılarımı çıkartmama bile tahammül gösteremeden üzerime atlayıp, beni öpen bir kediden bahsediyorum...

Akşam iş dönüşü yediğim akşam yemeğinden sonra üzerime çöken rehavetle tv karşısına geçtiğimde kucağıma mırıldanarak gelip, bana çıkarttığı çeşitli nağmeli mırıldanmalarıyla şekerleme yaptırtan ve üzerimdeki günün yorgunluğunu çıkartan bir kedi...

Zaman zaman küseriz... Neden mi? Ona olan ilgimin biraz azalmasına şahit oldumuydu, döner kıçını oturur.. Hiç pas vermez... Suratını asar.. Yalvarsan dönüp bakmaz... O zaman alırım kucağıma başlarım ben onu sıkıştırmaya, gözgöze gelmek bile istemez... Kafasını çevirip durur, küser de çok kolay, barışmaz da kolay kolay... Yalvartır durur beni kedioğlukedi... Neyse sevdiği mamayı veya sevdiği oyuncağını önüne koydum mu, küslük biter, sevgisellik başlar...

Daha ne diyeyim... Neler edeyim... Neler anlatayım Şanslı'ya dair... Kedi mi, yoksa sevgi yumağı mı Yaradan'ınım bana bahşettiği Şanslım, dört ayaklı, bir kuyruklu, kaytan bıyıklı, bal gözlüm...

İyi ki var evimde ve yaşıyor bizlerle, kendilerini sevgi eksikliğine gardiyan tayin etmiş olanlara inat mı inat...

Ulan Şanslı... Ne Şanslı adamsın be... Bak senden bahsediyorum her an, her şekilde, her yerde... İyi ki VAR'sın be oğlum... Mutluyum, sevgiye dair seninle...

Babişkon... Mırrrrrrr.....

Ertan Yurderi

22 Kasım 2004 Pazartesi

Ben, Asimo



Dün derKi.com Genel Yayın Yönetmeni Hasan’la kurduğum telepatik iletişimde derKi’nin 380’inci sayısı yani 2037 senesinin ilk yeni yıl sayısı için neler vizyonlayıp gönderebileceğimi soruyordu... Ona kısa zamanda vizyonlarımı oluşturup gönderebileceğimi söyledim en yorgun ve yaşlı halimle...

Yıl 2036, 2037’ye sayılı günler kalan şu günlerde 77 yaşımın verdiği zihinsel yorgunlukla pek fazla aklımda düzgün şeyler vizyonlamayı beceremiyorum artık... Ama olsun, önümdeki eskilerden kalan kuvars kristalinden yapılmış ekranıma yeni vizyonlarımı yüklemeye başlayacağım sırada, iki torunum baş ucumda bitiverdi yine...

“- Dede ya, şu bizim 20. seri robotumuza bir baksan diyoruz, artık eskidi mi ne? Annem ve babam işe giderken onu bize Uzay Tarihi hakkında bilgi versin diye programlamışlardı, o bize kalkmış Felsefe Tarihi’ni anlatıyor...”

“- Evet çocuklar, ben anne ve babanıza söylemiştim değiştirin artık bu 20. seri robotu diye... Elalem nerdeyse 30. seriye geçecek biz hala bu 20. seri üretimi kullanıyoruz... Bilgi Destek ünitesinde bir arızası vardır muhakkak.. Neyse tamam tamam ben size bu seneki toplu emekli maaşımla 30. seri bir robot alırım..”  dedim torunlara ve;
 
“- Çocuklar Hasan ağabeyiniz yeni sayı için vizyon istedi, şunu kristal ekrana kaydedeceğim, biraz zaman istiyorum”  diyerek onlardan izin istedim...

Düşüncelerimi kristal ekranım üzerine kaydetmeden önce de kendi kendime söyleniyorum elbet... O kadar da çok söylemiştim ki kızım Müge’ye;

“- Kızım, bizim zamanımızda ve senin zamanında Robot mu vardı, bizler de sizin gibi okula gider, eğitimlerimizi oradan alırdık... Bu torunlar için de uzay okulları var... Bırakın şu asortikliği de şu çocukları adam gibi uzay okullarına gönderin, böyle robot hocalardan falan ders aldırmayın, hem daha pahalıya geliyor” artık dediysem de dinletemiyorum zıpıra...
 
Neyse biraz Reiki yapmak iyi gelecek bana, yapıp öyle başlayayım şu kaydıma..

Marduk gezegeni 2012’de gelip geçeli beri şu gençlere bir haller oldu, hiçbirine laf anlatamaz oldum ya... Gerçi farkındalıkları çok eski yıllara göre iyi açıldı ama... Yine de akılları bir karış havada...
 
Robot deyince aklıma 2004’lü seneler geldi birden, belki de bu ayki sayıda o yıllara ve o günlere geri dönüp ilk robot olan Asimo’yu gördüğüm zamanı ve o zamanda hissettiklerimi, Asimo’nun becerilerini yazabilirim diye düşünürken bir mırıltı duydum kulağımın dibinde...

Mırıltı mı?... Mırıltı değil bu, resmen miyavlama...

Yıl 2036 ... Ve Şanslı... Benim tekir kedim...

“- Ne işin var oğlum senin 2036 yılında?”

“- Allahhhh saat gecenin 02.00’si olmuş... TV açık kalmış, karşımda da G.O.R.A’nın da reklamı...” 
 
Gözlerimi oğuştururken, elimdeki TV kumandasıyla kanalları turluyorum... CNNTürk’te “Yetkililer İstanbul halkını uyarıyor... İstanbul’a yeni bir soğuk hava dalgası daha geliyor, kar yaşamı felç edebilir...” haberi...
 
Hay Allah!.. Ben bu akşam yemeğini fazla kaçırdım galiba, TV karşısında uyuyakalmışım yine... Gördüğüm bir rüyaymış meğerse, 2036 yılında falan değilmişim... Ortalıkta da ne benim torunlar var, ne de 20’nci seri robotumuz...
 
Bilgisayarım hâlâ açık, ekranım da kuvars kristalinden yapılmış ekran değil, düpedüz bir monitor... Gelip oturuyorum monitörümün karşısına... www.derki.com’a giriyorum.. Sayı: 6... Hâlâ 6. sayı... 379’uncu Aralık sayısı değil... Tamam kesin artık, sene 2004... 2004 yılındayım ben yahu...

Bir rüyadan uyanıp gerçek yaşama geriye dönüyorum elbet dönmesine de... Robot olayına da takıldım artık bir kere, bu konuda yazmam gerektiğini anlıyorum... Yazayım, yazıp paylaşayım artık robot Asimo’yu sizlerle...

Çalıştığım işyeri bir fuarcılık şirketi olduğu için bu yıl 10’uncusu düzenlenen Autoshow Fuarı’nda karşılaştım onunla ilk kez... Zaten günler öncesi hem TV’den hem de görsel basından takip ediyordum onu; Türkiye’ye ve Autoshow Fuarı’na geleceğini biliyordum bilmesine de yine de ilk kez onunla karşılaşacak olmanın vereceği mutluluğun heyecanını hissediyordum bedenimde...

İşte o gün gelmişti.. Fuarın ilk günlerinin yoğunluğundan onu gidip görememiştim... 22 Kasım günü son kez insanlarla kucaklaşması sırasında saat 13.30’daki izlencesinde karşılaştım onunla...

Sunucu kız, onunla ilgili kısa bir bilgi verdikten sonra onunla ilgili düzenlenen gösteri platformunun sol tarafında bulunan kapıdan çıkıp etkileyici bir müzikle yürümeye başladı Asimo...

Salon kalabalıktı... İlk sıraları ilkokul çocukları doldurmuştu öğretmenleriyle birlikte.. Arka sıralar, daha arka sıralar, platformun önü ve arkası Asimo’yu yakından görmek için gelenlerle doluydu...

Asimo yürürken sağ elini havaya kaldırmış el sallıyordu onu seyretmeye gelenlere... Çocuklar da, büyükler de ona el sallamaya başlamışlardı... Asimo başını her yana çevirerek selamına devam edip, tam gösteri platformunun ortasına kadar gelip duruverdi... Eğildi ve selam verdi...

O anı tarif edebilmem imkansız... TV’lerden seyredince insan bu kadar keyif alamaz belki de... Ama canlı seyredince içi biraz tuhaf oluyor nedense.. İnsanoğlu’nun başarısını görüyorsunuz... Yarattığı bir robotu... Belki de gelecekte bizlere hizmet edecek olan insansı robotların ilkini görüyorsunuz... İnsan olarak gururlanmamak elde değil...

Asimo en sevimli haliyle müziğe eşlik ediyor, tokalaşıyor, merdivenleri inip çıkıyordu... Her hünerini yapıyordu ve sonunda da alkış istiyordu... Bizler onu alkışladıkça sanki anlayıp daha çok marifetlerini gösteriyordu...

Gösteri yaklaşık 20 dakika sürdü, Asimo tüm hünerlerini yaparak tekrar geldiği kapıdan içeri girerek kayboldu ortalıktan...

Ve ben büyük bir hızla seyrettiğim yerden aşağıya inerek Asimo’nun yanına gittim... Onu yürüten, konuşturan ve hareket ettiren mühendislerden izin isteyerek onunla tokalaştım ve onu sevdim... Gözlerinin içindeki kocaman iki merceğinin ardında ve yüzündeki tebessümünün ardında yüzlerce sene sonrasının sevimliliği ve sevecenliği vardı...

Bana sanki “İşte senin geleceğinin 20’nci seri robotları, 30’uncu seri robotları olacağımdan emin olabilirsin.. Daha nice seri robotlar da siz insanlığa hizmet edecek” der gibiydi hali...

Asimo’yla ilgili bilgiye sahip olabilmek için hemen orada bulunan mühendislere sorular sorarak Asimo hakkında geniş bilgi elde ettim.

- Asimo nasıl bir hayalin ürünüdür ve nasıl doğmuştur?

- 1986 yılında, insanla mükemmel bir uyum içinde çalışabilen robotlar üretmek amacıyla çalışmalara başladık. Anahtar sözcükler “zeka ve hareketlilik”ti. Fabrikalarda rastladığımız spesifik işleri yapan robotlar yerine gündelik yaşamda kullanılabilecek yepyeni bir robot yaratmaya çalıştık.
 
Bir yıl boyunca sadece robotun sahip olması gereken temel özellikleri tespit etmek üzerine araştırmalar yaptık. Üreteceğimiz Robot, eşyalarla dolu bir odada yolunu bulabilmeli, merdiven inip çıkabilmeliydi. Bu amaçla prototipler geliştirildi ve üzerlerinde çalışıldı...

1986 (E-0 modeli)

İlk iki ayaklı yürüyüş mekanizması E0, adım başı 5 saniyede gerçekleşen statik bir yürüyüş hızına sahipti. Ancak bu yeterli değildi, engeli alanlarda yürümek için dinamik bir yürüyüş gerekliydi.

1987-1997 (E-1, E-2 ve E-3 modeli)

İnsanın nasıl yürüdüğüne dair bir araştırma yaptık. Dinamik bir yürüyüş için gerekli eklem bağlantılarını inceledik. Ve edinilen bilgiler doğrultusunda iki ayaklı yürüyüşün ilk simülasyonu E1’i ürettik. E1 daha sonra geliştirildi ve ilk dinamik yürüyüş yapabilen E2 yaratıldı, sonraki aşamada ise daha dengeli yürüyüş için gerekli aksamlar eklenerek E3 oluşturuldu.

1991-1993 (E-4 ve E-5 modeli)

Yürüyüş stabilizasyonu üzerinden araştırmalara devam ettik. E4 ile başlayan süreç, E5 ile merdiven ve eğimli alanlarda yürüyen bir mekanizmanın denenmesiyle sürdü, E6’da dinamik yürüyüş tüm aşamalarıyla tamamlanmıştı. Bu da biz mühendisleri mekanizmaya bir de vücut ekleyerek daha insansı bir robot geliştirmeye teşvik etti.

1993-1997 (P1, P2 ve P3 modeli)

İnsansı robotumuzun ilk prototipi P1,175 kg ağırlığındaydı. Bilgisayar ve güç kaynağını sırtına yerleştirmiştik. Işığı kapatıp açma hatta birtakım nesneleri taşıma özelliğine sahipti. P2 ise dünyanın ilk otomatik insansı robotu olarak tarihe geçti. 210 kg ağırlığındaydı. Bu modelin tüm mekanizması kablosuz olarak üretilmişti. Yürüyebiliyor, merdivenleri inip çıkabiliyor, hatta alışveriş sepetini itebiliyordu.

Tamamen otomatik iki ayaklı insansı robot P3, 1997 yılında tamamlandı. 130 kg ağırlığındaydı. Daha sofistike bir kontrol sistemiyle, yeni materyallerin eklenmesiyle mekanizması daha kompakt ve daha hafif bir hale getirilmişti.

- Peki ya Asimo? Asimo’yu nasıl ürettiniz?
 
- İşte Asimo yaklaşık 14 yıldır süren bu araştırmaların ışığında ve kendisinden önceki 10 prototipin sağladığı bilgiler sayesinde doğdu. Bu araştırmalar sonucunda sadece 52 kg ağırlığında, kompakt, rahat yürüyebilen, kollarını geniş bir açıda hareket ettirebilen ve insana yakın tasarımlı bir humanoid ortaya çıktı. Asimo adı ise İngilizce Yenilikçi Hareket Becerisinde İleri Adım kelimelerinin ilk harflerinden esinlenilerek yaratıldı. (Advanced, Step in, Innovaite, MObility) ...

- Peki Asimo neleri yapabiliyor?

Asimo’nun 1.20 cm’lik boyu insanların yaşadığı mekanlara en uygun yükseklikte yaratıldı. 52 kg ağırlığındaki Asimo, tıpkı bir çocuk gibi, küçük ve hafif, ama sevimli adımlar atıyor, hatta hoşlandığı bir müzik olursa dans bile ediyor. İşte Asimo’nun diğer yapabildikleri;

. Asimo şık ve kapıları açıp kapatabiliyor, masa veya tezgah üzerinde çalışabiliyor,

. Hareket kabiliyeti çok ileri düzeyde. Akıllı, gerçek zamanlı, esnek yürüyüş teknolojisi Asimo yön değiştirirken duraksamadan yürümeyi sürdürmesini ve ani hareketlerde dengesini korumasını sağlıyor. Hafızasında kayıtlı yürüyüş tarzlarının çeşitli kombinasyonlarıyla yürüyebilen Asimo köşelere geldiğinde kendiliğinden yön değiştirebiliyor, yürüyüş hızını azaltıp, çoğaltabiliyor.

. Asimo’nun tutma, el sallama, eğilme gibi pek çok hareket kabiliyeti var.

. Aynı zamanda çok iyi konuşan Asimo, 50’yi aşkın çağrı ve soruyu anlıyor, yanıtlıyor. 30 emri yerine getirebilen Asimo, kendine yaklaşan insanları tanıyor, takip ediyor, kendisine gösterilen yöne ilerliyor ve insan yüzlerini tanıyarak onlara isimleriyle hitap edebiliyor.

- Asimo gelecekte hangi işlerde kullanılmayı bekliyor?
 
- Bütün bu özellikleriyle Asimo ve benzerleri gelecekte ihtiyacı olan yaşlılara, yatalaklara ya da tekerlekli sandalye kullanan kişilere yardımcı olabilir. Asimo’yu ayrıca yangın söndürme ya da kimyasal madde kullanımı gibi tehlikeli görevlerde de kullanmak mümkün. Dolayısıyla Asimo insanlığın geleceği için yaratıldı denilebilir.

- Asimo’nun yeni modelleri ne zaman yapılacak? Bunlar ne zaman tanıtılacak?
 
- Asimo, yaklaşık iki yıldır dünyayı dolaşıyor. Örneğin ABD’nin çeşitli bilim müzelerini ve eğitim kurumlarını dolaşarak onları bilime özendirmek ve onları hayallerinin gerçek olabileceğine inandırmak üzere 67.000’i aşkın gençle tanıştı.

Bir zamanlar imkansız bir hayalden ibaret olan Asimo, kendisi gibi becerikli kardeşlerini hayata geçirecek gençleri desteklemek üzere bir yarışmaya da ev sahipliği yapıyor. Asimo 2005 senesinin Mart ayında Amerika’da ilköğretim okulları ve liseler arasındaki robot bilimi üzerine yapılan bir kompozisyon yarışmasının galibi olan ekibin okulunu ziyaret ederek, onlara robot biliminin geldiği noktayı gösterecek.

- Asimo’nun tanıştığı ünlülerin var olduğunu biliyorum bunlar kimler?
 
- Asimo’nun bir ilgi çekici özelliği de gittiği ülkelerde devlet başkanlarıyla bir araya gelmesi, onların elini sıkarak, iyi dileklerini sunması. Asimo’nun şimdiye kadar bir araya geldiği devlet başkanları arasında Almanya Başkanı Gerhard Schroeder ve İspanya Kralı Juan Carlos yeralıyor. 20 Kasım günü de sizin başbakanınız Türkiye’nin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’la tanıştı...

Bu verdiği bilgi için onu Türkiye’ye getiren mühendislere teşekkür edip, robotların mı bizi yöneteceği, bizim mi robotları yöneteceği bir dünyayı düşleyerek oradan ayrıldım...

Ertan Yurderi 


10 Kasım 2004 Çarşamba

"Gece Senfonisi..."



Ramazan ayı geldiğinde İstanbul'u çevre illerden hatta uzak illerden gelen davulcular basıyor... Bunu nerden mi biliyorum... Gelen bu davulcuların yüzüne baktığınızda hiçbirinde İstanbulluluk okunmuyor da ondan...

İstanbul'da davulcu yokluğundan kaynaklanıyordur bu herhalde diye düşünüyorum... Ramazan ayı geldiğinde müthiş bir davulcu sıkıntısı başgösterdiğinden olmalı ki tüm belediyeler davulcu ihtiyacını karşılamak için ilanlar verip, çevre illerden hatta uzak illerden böyle davulcuları İstanbul'a transfer eder hale geliyorlar... Her birine de yine ilgili belediyeler tarafından bir de tanıtım kartı verilip, İstanbul'u mahallemahalle, sokak sokak parselleyip mesleklerini icra ediyor bu zat-ı muhteremler... Buna bir diyeceğimiz yok, o adamcağızlar da para kazansınlar elbet...

Elin adamları uzaya giderken, uzayı araştırırken ve teknolojinin her nimetinden faydalanırken bizlerin her sahur zamanı davulla uyandırılması nostalji yerine işkence haline geldi bunu anlayan kalmadı sanırım...

Sahura kalkacak olanlar zaten elektronik saatlerini kuruyorlar... İstedikleri saat ve tam zamanında zaten sahura kalkabiliyorlar bu teknolojik araçlarıyla...

Davulcuların davul çalabilenlerinin yanında, bir de çalamayanları da var... Adamcağız kendince bir ritm tutturmuş ki, ne 3/4'lük ne 4/4'lük ne de 9/8'lik... Kendinden uydurduğu 5/18'lik ritmi bir türlü tutturamıyor sürekli kendince dörtlük aramak zorunda kalıyor... Gezinip duruyor davulun tokmağıyla davulun üzerinde... Eh durum böyle olunca bizler de gecenin en muhteşem zamanında uykumuzun en derin yerinde vaktinden evvel mecburen sahura kalkmak zorunda kalıyoruz ister istemez... Hani sahura yakın geçse davulcu amenna... Daha sahur zamanına 2 saat kala geçmesi sinirleri ayağa kaldırıyor...

Dedim ya elektronik çağda yaşıyoruz, uzay çağında yani... Üretilen her yeni arabada da en yeni alarm sistemleri var... Adamın arabasının değil üzerinden, yakınından bir sivrisinek geçtiğinde bile arabasının alarmı çalan alarm türleri de vardır bilirsiniz hani... Eh bu arabalar da bu davulcunun uygunsuz ritimleriyle sarsılınca başlıyor ötmeye gecenin en koyu saatlerinde... İşte o an pencereyi açıp, o davulcuya ve arabanın sahibine "uygun güzel sözler" söylemek istiyor adamın canı... Ama sizi engelleyen hane halkı sayesinde bozulan sinirlerinizle birlikte yeniden yatmak zorunda kalıyorsunuz, artık uyuyabilirseniz aşkolsun size...

Bir de bazen mahallenin ve sokakların gece el ayak çekildiğindeki asıl sahipleri olan köpeklerin de bu davulcunun verdiği enfes ritimsizlikteki davul konserine güzel havlama sesleriyle eşlik etmesi yok mu? Ortalık tam bir şenlik havasına bürünüyor... Bir yandan çalan arabaların alarm sesi, bir yandan davulcunun ritimsiz davul sesi, bir yandan mahallenin köpeklerinin havlama sesi hepsi birbirine karışıyor... Tam bir "Gece Senfonisi" ...

Bir de bu davulcular haftada bir gelip halinizi hatırınızı sormuyor mu işin komikliği burada başlıyor işte... "Ben sizin mahallenin davulcusuyum, bahşişimi istiyorum" diyor... Neyse ilk gelene bahşişinizi veriyorsunuz.. Daha aradan aradan yarım saat geçmeden bir başka davulcu daha gelip de o da aynı şeyi söylemiyor mu insanın tepesi o anda atıyor...

Gelen davulculara "Ulan artık karar verin, siz hangi mahallenin, hangi sokağın davulcususunuz" diyeceğiniz geliyor... Yine tutuyorsunuz veya hane halkı engelliyor sizi... Allah'tan şimdilerde hepsinin göğsünde hangi mahallede ve sokakta görev yaptığını belirten kartlar var da bu karışıklık olmuyor desek de, davulcu ahalisi tüm avanesiyle gezdiğinden bu kartları biri göğsüne takıp geliyor o bırakıyor, diğeri takıp geliyor...

Neyse şu ana kadar ben hiçbirine denk gelemedim.. Bizim hanım denk gelip, bahşişini vermiş bu mahalle davulcusuna...

Şimdi bayramda bu davulcu yine gelecek adım gibi eminim... Eh bayram zamanı biz de evde olacağız tabii ki de... "Abi bayramın kutlu olsun he he, ben sizin mahalle davulcusuyum he he, bahşiş he he" diyecek ya... O müthiş karşılaşma anını büyük sabırsızlıkla bekliyorum...

Davulcuya birlikte elindeki tokmakla o davulun üzerindeki gerili derinin üzerine vuruş denemeleri mi yaparız artık, yoksa o tokmağın başka işlevlerini mi anlatırım kendisine bilmiyorum...

Bunun benim ilk solo programım olacağından emin olabilirsiniz, davulcunun ise son solo programı olabilir belki de...

Ne demişler atalarımız, "son gülen iyi gülermiş"... He he he ...

Ertan Yurderi

8 Kasım 2004 Pazartesi

Goralılı'yım ben Goralı !..



Evet ben eski bir Goralı meraklısıyım... Biz taaaaa eskiden beri GORA'lının ne olduğunu çok iyi bilenlerdeniz yani... Hemen aklınıza Cem Yılmaz'ın GORA filmi gelmesin öyle... O filmdeki gibi Goralılı değilim yani... Goralılı olmak için pardon en iyi Goralı'yı yemek için öncelikle Fındıkzadeli olmak gerekir şu zamanda... Eh biz de 1965 yılından beri Fındıkzadeli olduğumuza göre... Goralı'yı iyi bilenlerden ve iyi yiyenlerden sayılırız...

Yıllar öncesine şöyle bir döndüğümde okul harçlıklarımızın kuruşlu olduğu dönemlerde sabah evden çıkmadan önce anne veya babalarımızdan aldığımız kuruşlarımızı gün boyu harcamaz, okuldan çıktıktan sonra Fındıkzade semtinin okullar ve yurtlar çevresinde pıtırcık gibi açılan Goralı dükkânlarına koşar dururduk...

Goralı yemek bir ayrıcalıktı bizim için... Daha Türkiye'de Fast-Food alışkanlığı yokken, yani midelerimiz ve ağızlarımız daha Amerikan Mcdonalds Hamburgeri'nin tadını bilmezken, bizler ilk fast-food alışkanlığımızı buralarda gideriyorduk... Sonra ilk hamburgerci olan Kızılkayalar Taksim'de büfe açtı da oralara gidip hamburger yeme alışkanlığına sahip olduk.. Neyse konuyu Kızılkayalar'ın hamburgerine getirmeden yeniden Goralı'ya dönelim... O da başka bir yazı konusu olsun...

1945 yılında Ankara'nın Sakarya semtinde açılan Goralı Ailesi'ne ait ilk dükkanda yıllarca porsiyon sosis satan Şefik Goralı günün birinde bu rutinten bıkınca, "Bir de sandviç'i deneyelim" demiş ve bugünkü Goralı'nın ilk temellerini atmış bu yıllarda...

Aynı yıllarda dükkanda yetişen kardeşi Ferit Goralı da askerlik yıllarının ardından İstanbul'a yerleşince bu aile markası İstanbul'a taşınmış... Daha sonra da Fındıkzade'de ilk Goralı dükkanını açmış... Ardından da pıtırcık gibi Goralı dükkanları açılmış.. Ancak şu an Fındıkzade'de tek, hakiki bir Goralı dükkanı kaldı o yıllardan bu yana...

Gora Makedonya'cadan gelme bir ad... Makedonya'da bir yaylanın adı...
Goralı da o yaylada yaşayanların ortak adı...

Neyse gelelim Goralı'nın sırrına... Goralı'nın nasıl bir sandviç olduğuna... Bunun sırrını Goralı ailesi pek vermek istemiyor yıllardır... Ancak yerken sandviç'i şöyle iki yana açtığınızda Goralı'nın içindeki malzemeyi görebiliyorsunuz.. Ne var ki içinde demeyin... Hemen söyleyelim... Öncelikle ailenin sır gibi tuttuğu bulgur, kıyma ve baharattan yapılma özel bir köfte... Sosis... Salatalık turşusu... Amerikan salata (bezelye hariç, yani havuç, patates, mayonez vb.) ile salam bu köfteyle birlikte mikserden geçirilerek püre haline getirilir. Sandvice önce sosis ardından bu püre konulur, üzerine turşu ilave edilir. Alın size müthiş lezzetli Goralı Sandviç... Yanında da içecek olarak isteğe bağlı olarak ya ayran içiyorsunuz, ya da kola...

Lise yıllarımda ben ve okul arkadaşlarım bu Goralı dükkanına uğrar aramızda "kaç tane Goralıyı bir anda yiyebileceğimiz" konusunda yarışmalar yapardık arada sırada... Bir keresinde hiç unutmam bir arkadaşım arka arkaya 11 adet Goralıyı yeme gafletinde bulunup, mide fesatına uğramıştı da, gülmekten kendimizi alamamıştık... Eh biz de onunla yarışacağız diye 5 - 6 adet Goralıyı da midemize indirmiştik elbette...

İşte yolunuz bir gün İstanbul'da Fındıkzade semtine düşerse, Kızılelma Caddesi üzerinde olan bu Goralıcıyı ziyaret edin mutlaka... Hem bu leziz Goralı'nın tadına bakmış olursunuz, hem de hayatta olan son Goralı ailesinin fertlerini de bu dükkanda tanıma fırsatını bulmuş olursunuz... Hepsi şen, neşeli ve Goralı yemekten tombul tombul olmuş çocuklar...

Belki de bir gün burada buluşup bir Goralı yeme yarışması bile yapabiliriz...

Hepinize bol Goralı, pardon bol afiyetli günler...

Ertan Yurderi 

19 Ekim 2004 Salı

"Minik bir pide faresiyim ben..."


Yazlık ve tatil rehavetini daha atamamışken üzerimizden, hafta sonu rehaveti de düşünce kocayüreğime, Ramazan'ın da etkisiyle hem nostalji yapalım, hem eski Ramazanlar'ı şöyle bir hatırlayalım hem de yitip giden aile fertlerimi yeniden yad edelim deyip, bu yazıyı kaleme aldım... Sizi minik bir pide faresiyle başbaşa bırakıyorum...

Ramazan deyince ilk akla gelen tatlardan biri de pidedir malum. İftar sofralarının değişmez lezzetleri arasında yer alan pide, ta sultan sofralarından günümüze kadar gelmiş ve hala aynı zevkle yeniyor olması, onu Ramazan'ın iftar ve sahur sofralarının vazgeçilmez tatlarından biri yapıyor olmasındandır. İftar saatine yakın fırınların önünde oluşan kuyruklar, sadece bu aya özel çıkarılan sıcak ve çıtır ramazan pidesi almak uğrunadır. İftariyeliklerle uyumu ise bir harikadır... Hele şöyle sımsıcak bir pidenin içine tereyağını ve gül reçelini koydunuz mu, veya şöyle güzel bir lor peynirini, yeme de yanında yat hikayesi olur. Pide almak için evin en küçüğünü mahalle fırınına göndermek ise hala güncelliğini korumaktadır...

Şöyle yıllar öncesine gittim şimdi... Eskiden mahalle fırınlarının sayısı çok azdı... O zamanlar odunla çalışırdı çoğu mahalle fırınları... Saatler öncesinden fırın yakılır, sabah bir posta ekmek çıkar, öğleden sonraki tüm çabalar, akşam iftar için pide çıkartmak içindi...

Yaşım ya 7'ydi, ya da 8'di... Malum evin küçüğü olmak demek, fırına gidip akşam pidesi için sıraya girmek demekti... Ve alınan pideyi eve ellerimiz yana yana getirmek de cabasıydı, gelirken de sağından solundan fare gibi kemirmek en güzeliydi... Ve gelince de annemin "Kim bu minik fare?" "Kim kemirdi ucundan?" demesi çok hoşuma giderdi... Ben de yüzümde pis bir minik farecik sırıtmasıyla "O minik fare benim anneciğim" demek en çok hoşuma giden şeydi... Evet minik bir fareydim ben, pide kemiren minik bir fare...

O gün yine evden çıktım, semtimizde bulunan Münifpaşa Sokağı'na doğru döndüm.. Yokuştan koşa koşa çıkarak sıra kapmak uğruna Münifpaşa Fırını'nın önündeki sıraya girdim... Önümde yaklaşık hiç abartısız 25-30 kişi vardı... Bir yandan da araya girenler oluyordu tabii ki... Arada bir bağıranlar oluyordu böyle sıraya girmeyenlere, ben de cılız farecik sesimle "Ya girmeyin araya ya, iftar saatine az kaldı, hadi herkes arkaya" diye bağırıyordum.. Ama o güçlü sesler içinde sesimi duyan olmuyordu elbet...

Neyse tam bana sıra geldi... Fırıncı amca; "Pide bitti, yeni çıkacak, yarım saat bekleyeceksiniz" demesi çok sıkıcı gelmişti bana... Elimiz mahkum bekleyecektik elbet... Bu arada fırını minik gözlerimle kolaçan ediyordum... Kanter içinde kalmış çalışanlar, odun ateşi, odunlar, minik kahverengi hamamböcekleri, örümcekler ve ağları hiç dikkatimden kaçmıyordu... Neyse kısaca; yarım saatim fırıncı amca ve çalışanlar ve de her türlü haşeratle bakışmakla geçiverdi...

Fırıncılar, sımsıcak pideleri yavaş yavaş fırının içinden alıyorlardı... Annemin elime tutuşturduğu gazete kağıdını açtım, pideleri aldım, 150 kuruşu fırıncı amcaya verdim eve doğru yollandım... Ellerimin yanması bir yanda, bir yandan da mis gibi kokan pide karnımı acıktırmıştı... Ben yine minik fareliğimi yapıp sağından solundan kemirmeye başladım.. O gün oruçlu olduğumu unutuvermiştim birden o çocuk aklımla...

Eve geldim, annem pencerede beni bekliyor tabii... "Oğlum nerde kaldın? Top patlayacak, sen hala fırından gelemedin?" diyordu...

68'li yıllardaydık... O zamanlar cep telefonumuz yok ki, annemize haber verelim geç kalacağız diye... Neyse annem ağzımın oynadığını görünce, "Seni gidi minik fare, pideyi mi kemiriyorsun? Oğlum sen bugün oruçluydun, gitti oruç" diye feryat edince, aklım başımdan gitti tabii ki... Benim ödüm patlamıştı patlamasına annemin bu bağrışıyla da, evdekilerin hepsi katıla katıla gülüyorlardı benim bu halime...

İşte her Ramazan ve oruç zamanı gelince, pide ve muzır minik fareliğim gelir aklıma böyle... Bu yazımın üzerine, akşama eve giderken şöyle mis gibi bir fırın pidesi alayım yeniden, şehri İstanbul'un geceyarılarına basan iftarın mutluluğuyla birlikte, eski günlerimi ve minik pide fareliğimi yadedeyim yeniden ve yine yine... 

Benim gibi nice minik pide farelerine de selam olsun bu arada...

Ertan Yurderi

13 Ekim 2004 Çarşamba

"Can't take my eyes off you"




Yağmur şiddetini arttırmış, arabamın silecekleri ise yağan yağmurun şiddetine yetişmek için çabalamakta... Yavaşlayan trafikte Volkswagenimden çıkan motor gürültüsünü bastırmak amacıyla, radyonun sesini biraz daha açıyorum...

Radyomda Andy Williams'la birlikte Denise Van Outen "Can't take my eyes off you" adlı parçayı birlikte yorumluyorlar. Bu müzik parçası, gözlerimin önünden film şeridi gibi geçerken, yıllar öncesindeki güzel günlerimi, ruhumun derinliklerindeki gergefe narin bir şekilde oya gibi işliyor... 

Sileceklerin sağlı sollu çalışmasıyla sanki hipnoza girdim, önümdeki beyaz buğulanmış camdan içeriye dalıverdim usulca...

Bir sonbahar güncesini yaşadığım yıllar öncesi İstanbul'un yine soğuk ve yağışlı bir Ekim havasında Gülhane Parkı'nda yürüyorum onunla birlikte...

Yağan yağmur tanecikleri üzerimizi ıslatmış, saçlarımızdan ve yüzümüzden damlıyor tanecikler, bu güz yağmurunun serinliğiyle... Etrafımız yeşilden kırmızıya, kırmızıdan kahverengiye çalan renkli ağaç yapraklarıyla dolu ve biz ağır aksak adımlarla ilerliyoruz Sarayburnu istikametine doğru, yerdeki kuruyup ıslanmış yaprakları ayak uçlarımızla itiştirerek...

O yürüdüğümüz yol hiç bitmeyecek gibi... Sözlerimiz bitmiş, yüzlerimizdeki tebessümlerimiz ile konuşuyoruz sadece... Ve yine sadece gözlerimizdeki derin sevgiyle konuşuyoruz... Ellerimiz, tıpkı yüreklerimiz gibi kenetlenmiş birbirine, sımsıkıca bağlı... Kısaca, "Can't take my eyes off you" hali var her ikimizin de üzerinde...

Sarayburnu'na yaklaştıkça denizin kokusu da karışıyor nefeslerimizin ve dudaklarımızın buğusuna... Ve Sarayburnu'ndaki çay bahçesinde, içimizi ısıttığımız çayı yudumlarken gözlerimiz yine kilitleniyor birbirine...

Gözlerimizin bir ara birbirinden ayrıldığı sırada da, esen poyrazla birlikte taa ilerlerden yanımıza kadar sokulan yağmurun sis bulutu içinde kaybolan gemiler ve o gemilerdeki yolcuları düşünüyoruz.. İskelesi olmayan limanlarda bekleşen sevgilileri ve aşkları düşünüyoruz...

Oturduğumuz masanın üzerine o günkü tarihi de belirterek derin bir kalp çizip içine yerleştiriyoruz isimlerimizin başharflerini, birbirimize verdiğimiz söz'lerin sözcükleriyle birlikte...

Güzeldi onunla birlikte yaşadığım günler ve anlar ve de anılar...

Kanser hastasıydı o... Hastalığıyla mücadele içindeydi, yaşama sıkı sıkıya sarılıyordu lakin genç bedeni bir gün iflas bayrağını çekti yaşama... Onu tıpkı bugünkü gibi yine soğuk bir Ekim günü iskelesi olmayan limanlarda bekleşen sevgililerin yanına sonsuz istirahatgahına yolladım, ellerimde ve yüreğimde açan kırmızı güllerle birlikte...

Bir anda trafik açıldı, yeniden hızlandırıyorum arabamı, sileceklerimin büyüsünden kurtarıyorum kendimi, istemeyerek... Müzik de değişti radyoda... Endless Love çalıyor artık...

Ertan Yurderi


14 Eylül 2004 Salı

Dilme Tatlısı


Servis: Davul tepsisi
Hazirlama Süresi: 60 dakika
Pişirme süresi: 60 dakika
Zorluk Derecesi: Nazik ve Zor


Ana Malzeme

2 adet yumurta
1 kilo un
1 çay kaşığı tuz

İç malzeme:
2 çay bardağı şeker
2 kilo süt
6 tane yumurta
2 yemek kaşığı un
1 paket vanilya

Tatlı şerbeti:
4 bardak şeker
3 bardak su


Yapılışı

Dilme tatlısının üç aşaması vardır.

İlk aşamada tatlı hamurunu tutmak için;
1 kilo un, bir çay kaşığı tuz ve 2 yumurta ile ılık suyla hamur tutulur. 7 + 7 toplam 14 beze halinde bezeler hazırlanır ve iç malzeme hazırlanana kadar dinlenmeye bırakılır.

İkinci aşamada ise iç malzeme hazırlanır. 6 yumurta sarısı ve beyazı ile birlikte çırpılır. Çırpılırken içine 2 çay bardağı şeker de ilave edilerek karıştırılır. Buna bir kepçe oda sıcaklığındaki ılık süt ilave edilir. 2 kaşık un ve bir paket vanilya ilave edilir. İlaveden sonra bunu 2 kilo oda sıcaklığındaki ılık süt’ün içine yavaş yavaş yedirerekten topaklanmaması için katılır. (Boza kıvamına gelene kadar karıştırılır.)

Bu arada 14 beze haline getirdiğimiz bezeler 7 tanesi önce simit büyüklüğünde yuvarlak açılır. Üzerine sıvı yağ sürülür. 7 adeti üst üste konup her biri arası böylece yağlanır. Ve tek bir tepsiden taşacak şekilde yufka açılır. Diğer 7 tanesi de aynı işlemle tek bir yufka halinde açılır. Elimizde toplam 2 tane yufka elde edilmiş olur.

Bu iki yufka arasına da yukarıda ikinci aşamada hazırladığımız boza kıvamındaki iç malzeme konur. Dikkat edilecek husus ve püf noktası, yufkalar çok nazik olduğu için yırtılmamalıdır, tırnakla yavaş yavaş tepsinin etrafından geri kalan hamur parçaları alınmalıdır. Yufkalar çok ince ve nazik olduğu için yavaş yavaş koparılmalı, yufkalar zedelenmemelidir. Çünki yufka yırtılırsa pişirirken yufka söner ve malzemeler boşa gider... Diğer bir püf noktası da boza kıvamındaki kremayı süzgeçle süzerekten iki yufka arasına koymak gereklidir... Üzerine de fincanda geri kalan yağı gezdirilir.

Üçüncü aşama ise tatlımızın şerbetinin hazırlanışıdır. 4 bardak şeker, 3 bardak su ile karıştırılır. Koyu bir kıvama getirilecek şekilde kaynatılarak soğumaya bırakılır.

Tatlının fırında pişirilme süresi 1 saattir. Pişirildikten sonra 10 dakika soğumaya bırakılır. Soğuduktan sonra üzerine hazırladığımız şerbet soğuk bir şekilde iken dökülür. Servis yapılırken dilimlenir ve aynı gün de tüketilmesi tavsiye olunur.

Tarif : Funda Ağan
Reis'in Yeri
Mimar Sinan - Büyükçekmece 0212-8822144

6 Eylül 2004 Pazartesi

Gönlüm Kalikratya'da kaldı... (Üç Balık Festivali ardından..)



İstanbul bu hafta sonu balığa merhaba dedi... Üç Festival vardı ardı ardına düzenlenen, balığa ve denize hasret şehirde...

İlki Fatih Belediyesi'nin düzenlediği "1. Uluslararası Deniz Kültürü Festivali"ydi... Tayf Ajans ve Vira Dergisi'nin organizatörlüğünde Kadir Has Üniversitesi'nde düzenlendi.

İkincisi ise yine bir ilkti Şehriistanbul Derneği'nin gerçekleştirdiği "1. İstanbul Balık Festivali"ydi... Tarihi Samatya Meydanı'nda düzenlendi 2 gün süren etkinlikte 45'likler dinletileri, şiir dinletileri, dans gösterileri, fasıl heyetleri, balık tutma yarışmaları, deniz yemekleri yarışmaları, jonglör gösterileri ve ney dinletisi, keman konseri, İstanbul türküleri konseri, gitar konseri ve en önemlisi 400 yıllık Samatya Sahakyan Korosu'nun konseriyle keyifli zamanlar yaşattı bu mekana gidenlere...

Ben ise üçüncü etkinlik içinde geçirdim hafta sonumu... Kalikratya'daydım.. Yani bugünkü diğer adıyla Büyükçekmece'ye bağlı Mimar Sinan Beldesi'ndeydim vosvos'uma kattığım ailemle birlikte...

"Kalikratya" buranın eski Rumca adı.. "Güzelşehir" anlamına geliyor... Rumların yaşadığı bu bölgeye, mübadele ile Selanik'teki Türkler gelmiş ve yerleşmiş ve buranın yerlileri de oraya göçmüş... Ama gidenler burayı hiç unutmamışlar ve gittikleri yerdeki kurdukları yeni yerleşime de "Yeni Kalikratya" adını vermişler... Doğdukları yere olan sevgilerini çocuklarına, torunlarına da aşılamışlar. Festival sırasında Selanik'ten kalkıp Mimarsinan'a gelen Selanik Belediye Başkanı ve Yeni Kalitratya'lı konuklar "Biz babalarımızın, dedelerimizin doğdukları yerleri görmek ve orada bulunmak istiyorduk. Yeni Kalikratya da tıpkı burası gibi deniz kenarında ve coğrafi özellikleri çok benziyor. Burada olmaktan çok mutlu olduk" dediler, yarım kırık Türkçeleriyle... Eh ben de anne tarafından azbuçuk Selanikli olduğum için öyle mutlu oldum ki bu birlikteliğe, anlatabilmem imkansız... Onlarla birlikte biraz Rumca, biraz Türkçe ezgilerle birlikte halay çektik Mimar Sinan meydanında...

Üç mahalle'de 4 değişik halk yaşıyor içiçe Mimarsinan'da... Artık tek tük kalmış Rumlar, Selanik'ten göç etmiş Selanikli göçmenler ve çevreye güzellik ve neşe katan Roman'lar ve çok az sayıda Karadenizliler... Hepsi de birlik ve beraberlik içindeydiler bu süreç içinde...

Festival Cuma günü İbrahim Tatlıses konseriyle başladı, burayla ne alakası varsa... Cumartesi günü çapariyle balık tutma yarışmaları, plaj voleybolu turnuvası, rüzgar sörfü gösterileri, denize yavru balıkların salınması etkinlikleri vardı... İlginç olan yanı engelli çocukların ellerindeki cam kavanozlarda saklanan ve balık çiftliklerinde üretilmiş olan küçük balıkları denize bırakarak doğal ortamlarına kavuşturmuş olmalarıydı...

Pazar günü (dün) ise çevredeki tüm lokantalar tarafından hazırlanan mangallarda, Mimar Sinanlı balıkçılar tarafından tutulan enfes lezzetdeki balıklar kızartıldı ve halka dağıtıldı... Namı 1900'lerden gelen, unutulmaya yüz tutmuş o yöreye haiz meşhur "Dilme Tatlısı" yarışması düzenlendi... Sonrası rüzgar sörfü yarışması yapıldı... Akşam ise Sinan Özen konseri vardı...

Üç gün süren bu Festival'de en çok beğendiğim elbette balık-ekmek ziyafeti, dilme tatlısının lezzeti ve Roman vatandaşlarımızın kurduğu "Romantizm Dans Grubu"nun gösterileriydi... Bu grup 12'si kız 21 gençten kurulu... ve bir aylık çalışma ile oluşturdukları gösterilerini festival süresince sergilediler ve ortama neşe kattılar... Hele içlerinden bir erkek Roman oyuncunun işitme engelli olduğunu öğrenince hayret ettim... O da diğer arkadaşlarıyla birlikte oynuyordu, hiç hata yapmadan... 

Bu arada ben de bir anda kendimi bu Şenliğe dahil edilivermiş buldum...
 

 
Vosvoscular Derneği'nin 14 Vosvos'çusu da oradaydılar... Rengarenk tosbağalar festivale renk katıyorlardı... Benim arabayı da görünce yolumu kesip, "Hadi sen de dahilsin bize" dediler... Ve bir anda arabamın her tarafını flamalarla süslediler... Gelinlik kız gibi olmuştu arabam...

Mimar Sinan içinde önde Belediye Başkanı'nın arabası ve kameramanlar, arkada da biz 15 Vosvosçu, klaksonlarımıza basarak Mimar Sinan, Sinan Oba içinde şehir turu attık, kahramanlar gibi... Meydana geldiğimizde ise alkışlarla karşılandık... Kendimi Roma'ya giren komutanlar gibi hissettim... Ardından arabalarımızı bir halka yaptık ve Romantizm Dans Grubu'nun neşeli Roman havalarıyla göbecikler attık... Bizi yan taraflardan seyreden diğer Romanlar ise "Ohhhh ohhhh.... Ohhhhh ohhhhh... Maşallah abeme ya... Hadi abem göbecigin havaya..." dedikçe, biz kıvırtmamızı bir Nesrin Topkapı şekliyle yapıyorduk, bir de Asena gibi... Sibel Can gibi kalça titremeyi de genç vosvosculardan kızlar eksik etmiyordu...

Bir hafta sonu daha geçti yaşamdan böylece, balık ziyafetli festivallerle bu diyar-ı şehir İstanbul'da... 

Ama benim gönlüm saçlarını bukle bukle yapmış Kalikratya'lı Eleni'de, esmer Roman güzeli Gülizar'da, taptaze balıklarda ve meşhur dilme tatlısında kaldı...

Ertan Yurderi

31 Ağustos 2004 Salı

Ça-ça-ça sevdiğim ça-ça-ça...



Mesaim bitip, işyerimden her zamanki gibi yorgun bir şekilde çıkıp, eve gelmek için bindiğim servisten Migros önünde inerken, onunla yeniden karşılaşacak olmamın heyecanı sarmıştı bedenimi ve ruhumu...

Birkaç aydır görünmez olmuştu çünki ortalıkta.. Ama yeniden varlığını hissetmek ne kadar çok hoşuma gidiyordu anlatamam... Az sonra onunla karşılaşacaktım her zamanki buluşma yerimizde...

Migros'un açılır-kapanır kapısından içeriye girdiğimde gözlerim onu arar vaziyette geziniyordum içeride hızlı bir şekilde...

Ve işte beklediğim o an gelip çatmıştı... Onu görüyordum... İleride sol köşede duruyordu... Kalbimin çarpıntısını anlatabilmem mümkün bile değil şu an... O kalp sanki bedenimden çıkacak gibiydi... O da öylece duruveriyordu benden habersiz bir şekilde, en masum haliyle... Usulcana yanına yaklaştım ve...

"Seni bulmak ne kadar güzel? Güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemişsin..." dedim usulcana...

O yine sessiz ve mağrur bir o kadar da mahçup şekilde duruveriyordu... Utandığı belliydi... O masumluğunun resmini anca Mona Lisa tablosu anlatabilir... Renkten renge de giriyordu her bir yerine dokunduğumda...

Birlikte Migros'tan çıkıp eve doğru yollandık birlikte... Hiç sesimiz çıkmıyordu bu süreç içinde... Konuşmuyorduk ama, az sonra yaşayacağımız birlikteliğin heyecanını hissediyorduk... Belki de hiç konuşmadığımız da bunun içindi...

Ve sonunda, evdeydik artık...

Onunla evde geçirdiğimiz AN'lar geliyor şimdi yeniden aklıma... Zaten onun için yazıyorum ya bu satırları, paylaşıyorum ya sizlerle...

Bazen tatlı ve bazen de acılı zamanlar geçirmiştik onunla birlikte... En tatlı olduğu zamanlarda ve beni mutlu ettiği zamanlarda ondan vazgeçebilmemin namümkün olduğunu anlıyorum... Ama mecburi ayrılıklar yaşıyorduk, belki de aylar, belki de mevsimler boyu, yeniden karşılaşana dek...

En acılı olduğu zamanlarda ise bana ça-ça-ça bile yaptırıyordu... Elim mahkum o ne isterse onu yapıyordum... Çünki onu çok seviyordum...

Biliyorum yine az sonra yine kaybedeceğim onu... Onu kaybetmek... Evet onu kaybedeceğim yine, istemeye istemeye... Acısı şimdiden yine yüreğime çöktü işte... O ince narin beli, o bedeninin muhteşem parlaklığı ve güzelliği az sonra kaybolacak anılarımdan ve düşlerimden yine...

Kendisine son bir kez daha sarıldım, aldığı duştan çıktıktan sonra... Bir güzelce de havluya sardım onu...

Tavayı ocağa koydum... İçine kızması için yağı döktüm... Az sonra o yana yana pişerken ve birazdan ben de onu afiyetle mideme indirirken, onunla BİR olacaktık... Karışacaktık tüm BÜTÜN'den habersiz...

Çarliston biberimin karnını yardım, pişerken patlayıp etrafa saçılmasın diye... Son kez yine tattım onu, daha en ham haliyle duruyordu... Belki yine acısı çıkar da ağzım yanmasın diye yapmıştım bunu... Ve tavaya bir asker mangası gibi koydum onu... Diğerleriyle birlikte kızartmaya başladım...

Böylece o hamdı, pişti ve yandı, bense hala HAM olarak onun yanındaydım... Karnım da epey acıkmıştı...

Yedim afiyetle... Ve artık BİR BÜTÜN'üz onunla... Yeni bir mevsim ve ayda, belki de onunla yeniden bir Migros rafında veya pazarlarda karşılaşacağız... O ana dek elveda sana Çarliston'um, biberim...

Yine de seni unutmadığımı anlatabilmek için ve içimde acını hep hatırlamak için ça-ça-ça sevdiğim, ça-ça-ça..

Ertan Yurderi

26 Ağustos 2004 Perşembe

"Dağınık Yatağım" ...




Altıncı kattaki daireme ağır ağır çıktım merdivenlerden... Yaş ilerledikçe her bir basamak biraz daha yorucu gelmeye başlıyor insana zamanla...

Gençliğimde hayalini kurduğum böylesi bir atölye çatı katı dairesine sonunda kavuşmuştum; kavuşmuştum ancak 84 basamağı hiç hesaba katmamıştım... Son bir gayretle beşinci katı çıkıp, dairemin kapısı önünde soluklanıverdim...

Çantamın ön yüzünden çıkardığım anahtarımı kapıya yaklaştırmıştım ki; içerden gelen sesler karşısında irkildim... İçerden gelen ses tanıdık bir sesti ancak başka bir ses de o tanıdık sese eşlik ediyordu... "Bu saatte kim ola ki?" "Kim gelmiş olabilir ki?" diye düşünmeye başladım anahtarımı birkaç kez daha çevirirken kapının kilidinde...

Kapıyı açıp içeri adım attığımda, ortalığın karmaşıklığı karşısında daha da irkildim... Her yer, her yerdeydi... Kütüphanemdeki kitaplar yerde, bilgisayar klavyem yerde, su bidonu salonun ortasında, çiçeklerden bazıları devrilmiş, bir gün önce aldığım ama daha soğutamadığım bira şişeleri odanın her tarafına saçılmış... Giysilerimden bazıları ortalarda... Ama tanıdığım sesin kulağımdaki yankısı ise hiç dinmiyordu.. Ve ona eşlik eden çılgın ama bir o kadar da seksi melodik bir ses...

İçerdeki radyomda ise Mariah Carey "Hero"yu yorumluyordu... Birkaç adım attıktan sonra Eric Clapton'dan "Let it Grow"u dinlemeye başlamıştım ki, yatak odamın kapısının ardına kadar açık olduğunu farkettim...

Tanıdık ses ve ona eşlik eden çılgın ama bir o kadar da seksi sesin hafifçe gülüşür şekilde konuşmaları odayı doldurur şekilde çalan müziğe eşlik ediyordu...

İçeriye tam adım attığımda gördüğüm manzara karşısında küçük dilimi yutacak gibi olmuştum... Sabah özenle düzelttiğim, üzerine 50 kuruş atsan, zıp zıp zıplayacağı yatağımın üzerinde her ikisini de öylece görüverdim... Yatağım dağılmıştı... Sanki Müjde Ar'ın "Dağınık Yatak" filmini seyrediyor gibiydim...

Tamam, evimi onunla paylaşıyordum... Bunu anlayışla karşılıyorum, ancak benim yatağımın üzerinde ikisinin de işi neydi? Evimi neden bu hale getirmişlerdi? Ev leş gibi bira kokuyordu...

Hışımla odadan çıktım, salonun ve odaların pencerelerini ardına kadar açtım...Sinirimden ön taraftaki odaya gidip koltuğa öylece oturuverdim..

Herhalde biraz sonra yanıma gelir ve bana bu olanları anlatır diye düşünüyordum.. Ama nafile... Sinirimi yatıştırmak için buzdolabını açtığımda, akşam için sakladığım nevaleden hiçbir şey kalmadığını görünce, dayanamadım... Hışımla odamın kapısının önüne geldim... Ve...

"Bu yaptıklarının mantıklı bir açıklaması vardır, lütfen buraya gel ve açıkla..."

deyiverdim... Hışımla yataktan fırladı, yanıma kadar geldi... Hiçbir şey konuşmuyordu... Sadece gözlerimin içine bakıyordu... Sorumu bir kez daha yineledim... "Görmüyor musun ne olduğunu" der gibiydi yüz ifadesi...

Ve yeniden içeriye gitti...

Sesleri arttıkça artıyordu... Kulaklarımı tıkıyordum... Onun, evime, yatağıma, her şeyime kadar bu kadar sahip olması beni çıldırtıyordu... Şeytan bu işte... Sürekli kafamın içini yiyip bitiriyordu.. Şimdi içeriye gir ve her ikisini kolundan tuttuğun gibi dışarı çıkar diye düşünüyordum... Onların umurlarında mıydı sanki? Neşeli zaman geçirdikleri malum... Benim varlığım onları hiç rahatsız bile etmemişti... Umurlarında bile değildim... Hallerinden memnundular çünki çıkarttıkları seslere bakılırsa...

Tam niyetimi gerçekleştirmek üzereyken, kapının zili çaldı... Karşımdaki bir alt kattaki komşuydu... Bana bütün gün bizim evden gelen seslerden bahsedip, az önce dağınık yatakta gördüğüm kişiyi bana soruyordu...

Aman yarabbim dedim içimden... Ben şimdi adama ne diyeceğim... "Gir içeriye yatak odasına ve dağınık yatağımamı bak" diyecektim adama... Olmaz söylemezdim... Ya sonrası? Tam bir karmaşa, tam bir kaos... Olabilecekleri hiç düşünmek bile istemiyordum...

"Şey" dedim kekeleyerek... "Ev biraz dağılmış da, bizim vatandaş da içerde... Kusura bakma, aradığın kişiyi görmedim" dedim yutkunarak...

Tam o sırada içerden komşunun kulağına onun da tanıdığı ses geldi...

Komşu: "Utanmıyor musun yalan söylemeye... İşte burada, içerde... Sizde ne arıyor?" demez mi? Ben de daha eve yeni geldiğimi, hiçbir şey bilmediğimi söyledimse de, komşu, beni biraz itekleyerek içeriye girdi... Ve sesin geldiği yatak odama doğru gitti...

Ve o da gördüğü manzara karşısında önce irkiliverdi, sonra gülmeye başladı... Adamın gülmesine bir anlam veremedim... Oysa ben çok sinirlenmiştim her ikisine de... Daha özenle bir gün önce serdiğim yatak çarşafımın üzerindeydiler çünki... Yatağım ise şimdi darmadağındı üstelik...

Komşum bana dönerek, "Merak etme Ertan Bey, kızacak ve üzülecek bir durum yok... Artık olan olmuş... Ne yapalım" dedi.. Ben de yine "Elimden gelen her şeyi yapmaya hazırım" dedim üzgün bir vaziyette... Adam yine gülerek, "Size üzülmemenizi söylemiştim, şimdi nedenini açıklayayım" deyince anlam veremedim... Ve o anlattıkça benim üzüntüm, önce neşeye dönüştü, sonrasında da ben de kahkahalarla gülmeye başladım adamla birlikte... Yüreğime sular serpildi...

Meğerse komşumun dişi kedisi "Aşifte" ameliyatlıymış... Ama yine de Mart ayı gelip de kızgınlık zamanı başladığında böyle evden kaçıp kendisine uygun eş arıyormuş... Bu seferki gözüne kestirdiği yakışıklı; benim ev arkadaşım, oğlum Şanslı'ymış... Evimize de tuvaletin penceresinden girmiş "Aşifte"... Tabii ki bizimki de benim kolumu fikfiklemekten, olayın gerçeğine terfi edeceği için ve milliliğine millilik katacağı için evin altını üstüne getirmiş... En sonunda da benim özenle bözenle düzelttiğim yatağımın üzerinde yeni serdiğim çarşafın üzerinde emellerine nail olmuş... Durum bundan ibaretmiş...

Komşumun bu anlattıklarından sonra benim de içim öyle bir rahatladı ki... Kapıyı açtığımda karşılaştığım manzaradan dolayı eve hırsız girdiğini düşünmüştüm ilk önce.. Ama hiç de kapıda ve camlarda zorlama görünmüyordu...

Bizim zıpır oğlan Şanslı keyif yapıyordu işte kendince, sevdiğinle...

"Aşifte" de adı gibiydi.. Nasıl da sanki normal bir insanın kahkahaları gibi gülüyordu mırmırlamalarıyla...

Komşum "Aşifte"sini alıp, gitti... Şanslı da "Noluyoruz ya... Şunun şurasında bir keyfimiz vardı, içine ettin" der gibiydi hali... Sinirli sinirli evin içinde turalıyor, yere dökülen biraları yalıyordu... Arada bir de kafasına esip gelip ayaklarıma pati sallıyordu...

Siz siz olun, evinizde kedi besliyorsanız şayet, böyle davetsiz misafirlerle her an karşılaşabileceğinizi unutmayın....

Onlar mutlu sona erdiler... Hadi yazıyı şöyle bağlayalım isterseniz...

"Onlar erdi muradına, bizler çıkalım kerevetine..."  
Darısı diğer şanslıların başına...

Ertan Yurderi