31 Mart 2010 Çarşamba

"Ende tura güzellik..."


Çocukken bizim mahalle kızlarının oynadığı saçma sapan bir oyun vardı “ende tura güzellik” diye…

Genelde kızlar bu oyunu oynarken, biz erkekler onları seyreder, seyrederken onların oyununu bozmak için oyuna bizler de dahil olur, kızları çılgına çevirir, kovalatırdık kendimizi…

Bu oyunda ebe, yüzü duvara dönükken "ende tura güzellik" diye sayardı…

Diğerleri de bu sırada ona yavaş yavaş yaklaşırdı… Bu sayma işlemini bitirip de arkasına döndüğünde “güzellik” yerine başka şey yapan birisini gördüğünde o kişi yanar ve ebe o olurdu…

Tabii sadece “ende tura güzellik” denmezdi…
O anda ebenin aklına ne gelirse onu söylerlerdi…

“Ende tura çirkinlik”…
“Ende tura çamaşır yıkamak”…
“Ende tura uyumak…”
“Ende tura ütü yapmak…”
“Ende tura yemek pişirmek…”
“Ende tura temizlik yapmak...”
“Ende tura ….”
“Ende tura .…”

Yukarıda da dediğim gibi mahallenin kızları bu oyunu kız kıza oynadıkları bir oyun şekline çevirdikleri için ve biz erkekleri de oyuna katmadıklarından dolayı onların oyununu bu yüzden bozardık…

Oysa bu oyunun aslı “ende tura bir, iki, üç”tü… Kaideler yine aynıydı… Yine bir ebe yüzünü duvara döner, “ende tura bir, iki üç” diye sayar, diğerleri bu sırada ona yavaş yavaş yaklaşırlar, ebe geriye döndüğünde kim hareket ediyorsa onu ebe yaparlardı…

Böyle oynansa amenna, diyecek sözümüz yok… Kızlı-erkekli böyle oynadığımızda büyük zevk alırdık tabiiki de…

Neyse, aradan 40 küsur sene geçti... Hepimiz büyüdük, koca koca adamlar olduk… Büyüyünce de buna benzer oyunlarımızı siyasi sahnelerde çocukluk günlerimizin neşesiyle oynamaya başladık…

Şimdilerde bu oyunumuzu başarıyla oynayanlarımız da var...
Bana "O da kim?" diye sormayın hiç...
Bu oyunun hem "ebe"sini hem de "oyuncular"ını her gün yeni versiyonlarıyla görüyoruz milletçe…

Oyunun başlangıc cümlesi aynı kalmak şartıyle bu oyun oynanırken artık şöyle söyleniyor…

“Ende tura kon kon, er-ge-ne kon…”
“Ende tura KİT’leri sat…”
“Ende tura eş-baş-kan-lık yap…”
“Ende tura dört ceeeee de…”
“Ende tura iki beeeeee de…”
“Ende tura ormanları sat…”
“Ende tura emekliyi ez…”
“Ende tura işçiye az para ver…”
"Ende tura memurları inlet..."
“Ende tura topraklarını yabancıya peşkeş çek…”
“Ende tura telekulakçılık yap…”
“Ende tura darbe olacaktı de…”
“Ende tura askerleri tutuklat…”
“Ende tura suikast yapacaklar bana de…”
“Ende tura ağla, ağla, donunu da bağla…”
“Ende tura anayasayı kafana takma, nasılsa değiştireceğiz…”

“Ende tura GDO’lu yiyecekleri millete kakala…”
“Ende tura yargıtayı, danıştayı kafana takma…”
“Ende tura açılımla açılın…”
“Ende tura saçılımla saçılın…”
“Ende tura sı..ılımla memleketin içine sı…”

“Ende de tura…”
“Ende de yazı…”

“Ende de tura çevir kazı aman yanmasın…”
“Ende de tura bu uyuyanları aman uyandırmayalım…”

“Ende de tura hazırlayın hazır edin yeniden nevaleyi…”
“Ende de tura seçimlerde yine tek parti biz olalım…”

Pekiii…. Bu oyun hep böyle mi devam edecek?
Oyuna doymayan ebe; daha başka yeni “ende tura”lar mı icat edecek?..

“Ende tura şu seçim zamanı bir an önce gelsin artık…”
“Ende tura sandıklar tez kurulsun, bu halk bıktı artık…”

“Ende tura oylarımızı bilinçli atalım…”
“Ende tura halkın meclisini yeniden kuralım…”

Haydi şimdi hep birlikte başka bir oyuna başlayalım...

“Bir, iki, üç …. TIIIIIIPPPPPP….”

Ertan Yurderi

30 Mart 2010 Salı

"Ah o gemide ben de olsaydım..."


Geçenlerde şöyle evden çıkıp temiz hava alayım dedim...

İyi de etmişim...

İstanbul'da gününüzü değerlendirmek için alternatifler çok elbet...

Ancak deniz yoluyla İstanbul'u gezmek daha iyi geliyor insana...

Böyle düşünürken, kendimi Üsküdar'a geçen küçük bir vapurda buldum...

Bu arada da Karaköy Yolcu Salonu'nun önündeki limana bağlı iki büyük yolcu gemisi de gördüm...


Ne zaman bu tür yolcu gemisi görsem zaten imrenirim... "Ah o gemide ben de olsaydım" derim...

Türkiye'nin neden bu kadar büyük yolcu gemisi yok diye de sorarım kendime...

Var olanları biliyorum, ancak onlar da çok eski... Ve onlarla sadece Türkiye'nin belli limanlarına yolculuk yapabiliyorsunuz... Uzun yolculuklar için böyle bir gemiye acaba ne zaman sahip olacağız merak ediyorum...


Bu arada iyi ki yanıma fotoğraf makinemi almışım... Bastım denklanşöre hem kendim için hem de sizler için bu pozları yakaladım...

Sizlerle de paylaşayım istedim...

Bu arada da içimde yaz tatili için bir şeyler kıpırdanmaya başlamadı değil hani, kıpırdanıyor kıpırdanmasına da...

Biz emeklilerin yaz tatili de işte böyle ya şehir hatları vapurlarıyla bir yakadan bir yakaya geçmekle oluyor, ya da birkaç aylığına yazlığa gitmekle oluyor ancak...

Böyle büyük gemilere bakıp bakıp, yutkunup duruyoruz ne yazık ki... Yemeden içmeden birkaç senelik emekli maaşımızı biriktirsek ancak böylesi bir gemide yolculuk yapabiliriz...


Bir gün elime büyük bir para geçerse ilk yapacağım şey böyle büyük bir gemiyle yolculuğa çıkmak olacak elbet... Gezmek istiyorum dünyanın dört bir yanını...

Ne dersiniz değmez mi böyle bir tatil gemisiyle yolculuğa çıkmak?...

Siz benim yerimde olsaydınız ne yapardınız?..

Ertan Yurderi

29 Mart 2010 Pazartesi

"BİR'den BİR'e..."


Birdenbire olur, beklenmedik zamanda;

İçinde belirsiz bir şey sezersin...

Yüreğinin yankılanan tınısında, bir şeydir olan ama ne olduğunu bilemezsin...

Ne hüzündür, ne kederdir, ne acı; yalnızca kendisidir, kendine benzer...

Oturur onu yazarsın, onu paylaşırsın...

Evet, Hiç'liktir özümün duygusal çeperi, işte ben yıllar yılı yarı ölü, yarı diri; O HİÇ'liğe yazarım bunca yazıyı ve şiiri...

ve ardından Orhan Veli gelir birden aklıma...

her şey birdenbire oldu.
birdenbire vurdu gün ışığı yere;
gökyüzü birdenbire oldu;
mavi birdenbire.

her şey birdenbire oldu;
birdenbire tütmeye başladı duman topraktan;
filiz birdenbire oldu,
tomurcuk birdenbire.
yemiş birdenbire oldu.

birdenbire,
birdenbire;
her şey birdenbire oldu.
kız birdenbire, oğlan birdenbire;
yollar, kırlar, kediler, insanlar...
aşk birdenbire oldu,
sevinç birdenbire…


hele de bugünlerde, dilimde hep şu dizeler...

gün olur, alır başımı giderim,
denizden yeni çıkmış ağların kokusunda.
şu ada senin, bu ada benim,
yelkovan kuşlarının peşi sıra.

dünyalar vardır, düşünemezsiniz;
çiçekler gürültüyle açar;
gürültüyle çıkar duman topraktan.

hele martılar, hele martılar,
her bir tüylerinde ayrı telaş!...

gün olur, başıma kadar mavi;
gün olur başıma kadar güneş;
gün olur, deli gibi...

Ertan  Yurderi

28 Mart 2010 Pazar

Böyle sevgiyi özledim ...

Yazacağım şeyler tıpkı bir çocuk öyküsü gibi, ancak gerçek...

Çin'de bir hayvanat bahçesinde annesi tarafından terkedilerek tam ölmeye yatmış halde bulunan minik 3 aylık şempanze yavrusu bakıma alınmış. Yedirip içirmişler... Sarıp sarmalamışlar... Kendine getirmeye çalışmışlar...


Minik şempanze fizyolojik olarak toparlanabilmeyi başarmış ancak ne yapılırsa yapılsın annesinden uzak ve sevgisiz kaldığından mıdır ne bir türlü ruhen canlandırılamamış...

Ve günün birinde bakıldığı kafesin üzerine mucizevi şekilde bir güvercin gelmiş veeee....


Yavru maymunun şimdi tek dostu hatta ve hatta annesi bu beyaz güvercin oluvermiş...
Onun ruhen kurtuluşu da bu olmuş...

Aslında fazla söze de gerek yok... Yukarıdaki 2 kare fotoğraf her şeyi anlatıyor zaten...

Bu olay Türkiye'den, İstanbul'dan yüzlerce kilometre ötelerde olurken, geçenlerde evden temiz hava almak için çıkıp Aksaray semtine doğru yürümeye başladım...

Tam Aksaray otobüs durağının oraya geldiğimde bir ağacın altında sevimli mi sevimli öyle güzel iki güzel varlığa rastladım ki anlatamam... Tıpkı yukarıdaki haberdeki minik şempanzenin hayat hikayesine benziyordu bu dostluk da...

Yan fotoğraftaki kedi ile fal bakan sokak tavşanının dostluğuydu bu...

Tavşanın sahibinden öğrendiğime göre, bu fal bakan sokak tavşanı yeni doğan ve annesi tarafından terk edilmiş kedi yavrusunu evlat edinmiş, onu kendi evladı gibi bakıp büyütmüştü...

Şimdi yavruluktan çıkmış yetişkin olan kedi yavrusu, annesi olarak kabul ettiği falcı sokak tavşanının yanından hiç ayrılmıyordu. Ona öyle güzel sarılıyor, onunla öyle güzel koklaşıp oynaşıyordu, hayran kalırsınız...

Önce durup onları doyasıya seyrettim, sonra da yanımdaki fotoğraf makinesinin denklanşörüne ardı ardına basıverdim...

Bu dostluğu, bu birlikteliği ve en güzeli de bu yüce SEVGİ'yi bu karelerle ölümsüzleştirdim...

Ardından tavşanın sahibi yanıma gelip: "Abi, bu tavşancağıza bir havuç parası verir misin" deyince de seve seve cebimdeki bütün bozuk paraları adamın avucunun içine sayıverdim...

O adam verdiğim paralarla tavşana havuç, kediciğe mama aldı mı bilmiyorum...

Yaşamda SEVGİ'ye dayanan böyle dostluklar, birliktelikler ve elelelikler bu devirde kolay kolay kurulmuyor maalesef sizler de biliyorsunuz...

Ben şu dört fotoğraf karesinin içinde çok şey bulup kayboldum diyebilirim...

"Sevginin sözde değil, gönülde olduğunu" gördüm, yaşadım ve de öğrendim bu sevimli şirin varlıklarla...

Bir yüce bilge diyor ki; "Siz şimdi aranızda öyle seviniz ki birbirinizi, Yaradan size sevgi ile baksın. Siz SEVGİ'yi öyle pişiriniz ki aranızda, burcu burcu koksun da, kokusunu duyanlar koşsun aranıza...”

Ben gerçekten de böyle sevgiyi çok özledim…

Ertan Yurderi

27 Mart 2010 Cumartesi

"Seni değil, suretini seviyorum..."


Gazete kupürlerini ve bazı gazeteci dostlarımın yazılarını biriktirmeyi severim.

Onları özenle keser, arşivimde saklarım...

Bazen fırsat bulduğumda o biriktirdiğim yazılar içinde seyahate çıkarım...

Ne kadar da iyi gelir ruhuma...

Bu akşam biriktirdiğim yazılar içinde yine seyahate çıkmışken, 2002 senelerinde Ertuğrul Kayserilioğlu'nun Finansal Forum gazetesi eki Light Forum'da (9-10 Şubat 2002 Cumartesi-Pazar) "Seni Değil, Suretini Seviyorum" başlığıyla yayımlanan bir yazısı elime geçti...

Gecenin ilerleyen saatlerinde elime geçen bu yazı ne kadar da ruhumu dinlendirdi...

Bu yazıyı sizlerle de paylaşmak istedim... Umarım sizler de beğenirsiniz...

Aşık olduğumuz zaman gerçekten karşımızdakini mi severiz? Yoksa hayal dünyamızda yarattığımız ona ilişkin bir imgeyi mi?

Yazar Attilâ İlhan, niçin "Seni değil, suretini seviyorum" diyor? Ve yakınıyor, "Ey suret, neden iki kişisin" diye?

Bir gece bir mekanda bir kadınla tanıştırdılar beni. Bu kadın 'ilginç' bir tipmiş. Beni etkileyebilirmiş... Haklıydılar. Kadın daha ilk anda beni şöyle bir sarstı. Güzel, alımlı, hoş bakışlı 'farklı' bir kadındı. Birbirimizi iyice süzdüğümüzü hatırlıyorum. Derken benden uzaklaştı. Ve başkalarıyla sohbetine devam etti. Dolambaçlı olmaya gerek yoktu. Yanına gittim, "Neden benden kaçtın?" dedim. "Çünkü özgür olmak istiyorum" dedi. O geceden sonra o kadını her gece farklı bir erkekle gördüm. Ne demek istediğini o zaman daha iyi anladım.

Gerçekten de bazı özgürlükler ancak aşkın olmadığı ilişkilerden yaşanabiliyor.


Cinsellik yeter mi, yetmez mi?

Sekste, derinliğe gerek duyulmayan zamanlar olabilir. Bu durumlarda beğenmek yeterlidir. Her şey bittikten sonra gidersiniz. İnsanın hayatında bu tür dönemler olabilir yani...

Ama hayat da böyle gitmemeli, sanki?.. Biyolojik olarak 'hayvan' olsak da, psikolojik olarak öyle olduğumuz pek söylenemez. Çünkü bizi 'son tahlilde' içgüdülerimiz değil, psikolojimiz yönlendiriyor.

İçgüdülerimiz bize yemek yediriyor, su içiriyor, seviştiriyor, çiş yaptırıyor... Ama güldüremiyor, ağlatamıyor, şüphelendiremiyor, yalnız hissettiremiyor, sevdiremiyor, aşık olduramıyor, inandıramıyor, coşturamıyor, dedikodu yaptıramıyor, müzik dinletemiyor ve en önemlisi bu boyutlarda düşündüremiyor, konuşturamıyor...

Çünkü içgüdülerimiz bizi ayakta tutar, psikolojimiz ise yürütür.


Aşksız olur mu, olmaz mı?

Doğada bazı hayvanlar genetik yapıları gereği yalnız, bazıları eşiyle, bazıları da gruplar halinde yaşıyor. İnsan üçüncü tür 'hayvan'lardan. Ne yalnız yaşayabilir, ne de yalnızca eşiyle yaşayabilir. Eşiyle birlikteyken, diğer insanlara da gereksinim duyar. İnsanın, 'psikolojik' olarak da hayvan olan canlılardan farkı işte bu noktada ortaya çıkıyor. Birlikte yaşayan insanlar, bu birlikteliği itiş-kakış olmadan, farklı iletişim kanalları kullanarak yürütmeye çalışır. Bunu da kimi zaman becerirler, kimi zaman beceremezler.

Estetik de burada devreye girer. İnsan, kendisiyle, başkalarıyla ve hayatla ilgili olan her şeye estetize etme çabası içinde olmuştur hep. Estetik, insan yaşamında yapay bir 'şıklık' arayışının ürünü değil, tersine, onu farklı kılan özellikleri dolayısıyla 'varoluşsal bir gereksinim' olarak ortaya çıkar. Çünkü insanın 'tatmin' ölçütleri hayvanınkinden çok yüksektir. İnsanlar için estetik olmayan 'şey'lerin tatmin düzeyi düşüktür.

Sekste bu durum çok açıktır. İnsan, karşı cinsten birisiyle hayvansal bir algılamayla seviştiği zaman sınırlı bir düzeyde tatmin olur. Ama sevdiği, tutku duyduğu, aşık olduğu, özlediği, kıskandığı ve daha birçok şey hissettiği bir eşle sevişirken çok daha derin duygular yaşar. Aşk, bir yanıyla, cinselliğin estetize edilmesi olsa da onun önemi, yalnızca, sevişirken daha yüksek bir tatmin sağlamasından kaynaklanmaz!

Çünkü aşk, cinsellikle sınırlanamayacak kadar geniş, tek bir etkene indirgenemeyecek kadar karmaşık bir 'gerçek'tir.


Sevgi ve tutkunun bileşimi nedir?

Aşkın; tutkunun ve sevginin bir bileşimi olduğunu düşünüyorum.

Genel olarak tutku, ne olduğunu, nasıl oluştuğunu, hedefini nasıl belirlediğini ve sonraki işleyiş mekanizmalarını tam olarak bilemediğim bir 'uçuş' süreci. Ama kaynağını tahmin ediyorum!

İnsanoğlunun gerçeklikten kopmaya, biraz 'flu' olmaya, bulanık görmeye, bir şeylere kendini kaptırmaya, yani 'sarhoş' olmaya her zaman ihtiyacı olmuş. Sanat, spor, alkol ve her türlü kuvvetli kopuş, bu ihtiyacın bir sonucu. İnsanın 'eş'ini yalnızca sevmekle ve onu arzulamakla yetinmemesi, ona tutku da duymasının bir açıklaması da bu belki de...

Aşktaki tutku, kimi için tutkuların en güçlüsü, kimi için de en güçlülerinden biri. Bu tutku, gerçekliği dev aynasının önüne koyar, insanı şaşırtır, aklını karıştırır, başını döndürür ve her şeyi büyütür. Acıları, sevinçleri ve daha bir çok şeyi olması gerekenden daha büyük yaşatır. Başlangıçta hızla yükselen bir çizgi izleyen tutkunun grafik eğrisi, mantığın sınırlarının epeyce zorlandığı maksimum noktasında bir süre durduktan sonra, ilişkinin niteliğine göre, ya 'sıfır' noktasına düşer ve tamamen kaybolur ya da sonsuza kadar yaşayabileceği, daha sağlam bir noktaya iner ve ilişkinin 'ateşleyici gücü' olarak hayatiyetini sürdürür.


Sevgi nedir peki?

Sevgi ise insanın diğer insanlarda aradığı ölçütlerle, ihtiyaçlarıyla, savunma mekanizmasıyla, kültürüyle ve bilinçaltındaki bilemeyeceğimiz bir sürü etkenle ilgili bir duygu. İnsanı yalnızlıktan kurtaran, çoğaltan, paylaşmaya iten, anlamaya zorlayan, kendisi için girilen çabalar dolayısıyla yükselten, ısıtan, hüzünlendiren, sevindiren, güç veren, daha sağlıklı yapan, bağlı kılan bir duygu. Sanırım, duyguların en güzeli...

Sevgi, zamanla kaybolacak bir duygu da değil. Tutkunun tersine, yaşandıkça artabilir, bağımlılığı da içerir hale gelebilir. Dolayısıyla 'yaşayan' bir aşk ilişkisinde tutku, zaman içinde zayıflarken, sevgi daha da güçlenir... Her tür badireyi atlattıktan sonra 'yaşayan' bir ilişki, böylece yeni bir kimlikle; içinde sıcaklığın, dostluğun, güvenin ve alışkanlığın olduğu bir kimlikle yoluna devam eder.

Ancak, sevgi günümüzde çok zor yaşanabiliyor. Yaşamın ve insanların böylesine atomize olduğu, her şeyin ve herkesin böylesine farklılaştığı bir dünyada bir şeylere ve birilerine ihtiyaç duyabiliyor, yakın hissedilebiliyor, hoşlanılabiliyor, arzulanabiliyor... Ama sevmekte zorlanılıyor. Çünkü sevgi kırılgandır ve engelleri aşmakta hiç de başarılı değildir.


'Ey suret, neden iki kişisin?'

Gazeteci, köyün birinde yaşlı bir kadının yanına yaklaşıyor:

"- Teyzeciğim, sence aşk nedir?.."

Nine, yüzünde halk bilgeliğinden kaynaklanan ironik bir gülümsemeyle yanıtlıyor:

"- Yandaki köyden kız istersin, vermezler, adı aşk olur."

Gerçekten de Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin, Mem ile Zin gibi aşk efsanelerinde hep sevgililerin birbirine kavuşamazlığı anlatılmaz mı?

Hep bir uzaklık, bir kavuşamama hali; acı, hüzün, keder!.. Gerçeğe dönüşemeyen, yaşanamayan, hayal olarak kalan...

Günümüzde de öyle değil mi sanki!

Şarkılar, şiirler ve her türlü çılgınlık, en derinden hissedilen o karşılıksız aşklar için yazılmıyor mu?

"Karşılıksız" kelimesi en geniş anlamıyla ama...

Aşkların en dramatik olanı, yaşansa da bir türlü beklentilerin karşılanmadığı aşklar değil midir? Hep bir taraf diğerini daha fazla sevmez mi?

Daha az sevenin hayallerini daha güçlü bir aşkın olasılığı süslerken, daha fazla seven ondan istediğini alamamanın acısını her an göğsünde hissetmez mi?

Eğer tüm bunlar doğruysa... Aşık olduğumuz zaman gerçekten karşımızdakini mi severiz? Yoksa hayal dünyamızda yarattığımız ona ilişkin bir imgeyi mi?


Attilâ İlhan acaba bundan dolayı mı "Seni değil, suretini seviyorum" diyor.

Onun için mi yakınıyor, "Ey suret, neden iki kişisin" diye...

Aşk değişmeli mi?..

Geride bıraktığımız her aşk içimizden kopup giden bir parçadır.

Hiçbir zaman eskisi gibi olamayız. Hiçbir şey eskisi gibi olmaz. İşte bu nedenle, aşkın doğasının değişmesi gerekiyor belki de.

Neden hep bu hüzüne katlanalım ki. Neden hep bile bile lades olalım.

"Mutlu aşk yoktur" diyor Aragon.

Yani mutluluk denen halet-i ruhiye, aşkın doğasına aykırı. Aşk acıya içkin!

Gerçekten de hepimizin geride bıraktığımız hayli hüzünlü hikayeler yok mu, unutmak istediğimiz. Ama hiçbir zaman tam da unutamayacağımız...

Kadın ve erkeğe dair bir şeylerin değişmesi gerekiyor artık, kaybetmenin "aşk" adı altında yüceltilmediği hayatlar için!..

Ertan Yurderi

26 Mart 2010 Cuma

Gelin UFO'canlar tanış olalım!..


Aslında aşağıda okuyacağınız yazımın bir bölümünü 18.06.2008 günü kaleme almış, Hürriyet gazetesinin şu an var olmayan blogu "Onpunto"sunda da yayınlamıştım...

Aradan epey bir zaman geçti... Çoğu şeyleri unuttuğum gibi bu yazımı da unutmuştum arşivimin tozlu byte'larında...

Ancak bugün Facebook'ta yeni bir video paylaşımıyla bu unuttuğum yazımı yeniden günyüzüne çıkartma gereğini duydum...

Paylaşılan videoda Japon asıllı Amerika Birleşik Devletleri doğumlu fizik teorisyeni olan Michio Kaku, "Kainat ve dünya dışı zeki yaşam" konusunu anlatıyor, bu uçsuz bucaksız evrenin içinde ve dışında nice evrenlerin varolabileceğini bize fizik kuramlarıyla açıklamaya çalışıyordu...

İşte o video...




Evet şimdi gelelim benim bu konuda daha önce de paylaştığım düşüncelerime...

Şu kâinat denilen sonsuz âlemde bir tek canlı varlık olarak dünyalıların olmasını düşünmek ne kadar doğru bir düşüncedir?..

Bilimsel olarak tek akıllı varlık olarak biz dünyalıları mı görmek zorundayız?..

Kendi galaksimizin (Güneş sistemimizin)dışında bizim galaksimize benzer milyarlarca galaksi varken oralarda da dünya benzeri farklı gezegenler ve yaşamlar olamaz mı?

Onların bilimsel ve teknolojik gelişmeleri bizlerden üstün olamaz mı?..

Önyargılardan ve dinsel düşüncelerden uzak olarak bu satırlara yazılamayan milyonlarca düşünceyi felsefi olarak da sorgusalınıza aldığınızda bir çok varsayımlar çıkarabilirsiniz kendinize...

Şöyle bir soruyu yöneltelim kendimize...


- Uzaylılar bir gün biz dünyalılarla iletişime geçmeye karar verirlerse gerçekten hangi ülkenin insanlarını tercih ederler? Amerikalıları mı, Japonları mı, İngilizleri mi, yoksa "UFO taşlamak" gibi sabıkası olan biz Türkleri mi tercih ederler?

Diğer hangi ülke insanlarını tercih ederler bilemem ama şu an ilk önce Türkleri tercih etselerdi, bu konuya hepimizden en fazla meraklı Sirius Uzay Bilimleri Araştırma Merkezi Başkanı Haktan Akdoğan'la temas etmelerini isterdim doğrusu...

Şundan eminim ki; Haktan Akdoğan, onlarla oturur konuşur, onların Türkiye'yi ziyaret etme sebeplerini bizlere en gerçekçi ve en bilimsel biçimde açıklayabilirdi...

Zaten Haktan Akdoğan'ın bu konuda http://www.uzmantv.com/ sitesinde değerli açıklamaları var...

Haktan Akdoğan'ın açıklamalarını oradan izlediğim şekliyle yazı olarak dökmektense görsel olarak aktarmayı tercih ediyorum...

Şimdi sırasıyla konu başlıklarına göre size linklerini vereyim... Siz seyredin, bu konuda bir fikriniz olsun...

- Uzaylılar Türkiye'yi neden ziyaret ediyor?
http://www.uzmantv.com/uzaylilar-turkiyeyi-neden-ziyaret-ediyor

- Türk devleti UFO'lar hakkında gizli bilgilere sahip mi?
http://www.uzmantv.com/turk-devleti-ufolar-hakkinda-gizli-bilgilere-sahip-mi 

- Anadolu tarihinde UFO ziyaretleri var mı?
http://www.uzmantv.com/anadolu-tarihinde-ufo-ziyaretleri-var-mi

- Niğde ve Aksaray'daki UFO hareketleri nasıl arttı?
http://www.uzmantv.com/nigde-ve-aksaraydaki-ufo-olaylarinda-neler-yasandi

- 17 Ağustos depreminde uzaylılar neden bu bölgeyi sık sık ziyaret ediyorlardı?
http://www.uzmantv.com/17-agustos-depreminde-ufo-hareketleri-nasil-artti

- Hükümetlerin elindeki gizli UFO belgelerinin açıklanması için ne yapılabilir?
http://www.uzmantv.com/hukumetlerin-elindeki-gizli-ufo-belgelerinin-aciklanmasi-icin-ne-yapilabilir 

- Uzaylı ziyaretçiler mutlaka UFO ile mi geliyorlar?
http://www.uzmantv.com/uzayli-ziyaretciler-mutlaka-ufo-ile-mi-geliyor

- Uzaylılar dünyada en çok nereleri ziyaret ediyor?
http://www.uzmantv.com/uzaylilar-dunyada-en-cok-nereleri-ziyaret-ediyor

Ve daha bir çok bilgi Yaşam\Bilinmeyen\UFO Fenomeni başlığı altında http://www.uzmantv.com/ 'da izlenebilir...

Ayrıca Sirius UFO Uzay Bilimleri Araştırma Merkezi'nin http://www.siriusufo.org/tr adresini de ziyaret edebilirsiniz...

Elbetteki, uzaylıların varlığına inanıp inanmamak kişilerin tercih sebebidir.

Dileyen buna inanır, dilemeyen ise inanmaz...

Dileyen "bunlar deli saçması şeyler" diye gülüp geçer, dileyen de düşünür, inceler ve olabilirliğini hem kendisiyle, hem de bu konuya meraklı kuruluş ve kişilerle tartışadurur...

Yukarıda da dediğim gibi şayet biz Türklerle bir gün iletişimleri söz konusu olacaksa, bence ilk olarak o gün bu konuyu çok iyi bilen, bu konuda önyargısı ve beklentisi olmayan, tarihimizden gelen ve elindeki bilimsel verileri ÖZ’ündeki SEVGİ kavramıyla insanlığın ve evrenin hayrına kullanan kişi ve bilim adamlarıyla iletişime geçmeleri daha mantıklı olur diye düşünüyorum...

Çünki şu anda gözlemlediğim ve hissettiğim kadarıyla bazı insanlar ve bilim adamları insanların ve evrenin hayrına hizmet vermiyorlar bu dünyada…Ürettikleriyle, kendilerinin ve dünyadaki tüm canlılarının yaşamsal kaynaklarını yok etmeye programlamışlar kendilerini ve bunu tamamen ülke ve kendi çıkarları için yapmaktalar… Böylece hem dünyaya zararları oluyor bu tiplerin hem de Yaradan’ın tamamen saf SEVGİ’siyle kurulmuş olan evrensel sisteme de zararları oluyor…

Bu bağlamda; dünya dışından gelip ÖZ’lerinde Yaradan’ın saf SEVGİ’sini taşıyan, evrensel sistemlere hizmet etmek isteyen varlıkların bilgi ve deneyimleriyle, dünyada kendini SEVGİ’ye, huzura, barışa adayan ve bu alanda hizmet veren bilim adamlarının bilgi ve birikimleri birleştirilebilinir.

Böylece dünyada ve evrende barışın ve huzurun temininde daha yararlı şeyler yapılabilir inancını her zaman taşıyorum yüreğimde.

UFO veya UFO benzeri uzay gemileriyle ÖZ'lerinde Yaradan'ın saf SEVGİ'sini taşıyan ve evrensel sistemlere hizmet etmek isteyen dünya dışı varlıklarla bir gün kendim de karşılaşırsam şayet, önyargısız olarak hiçbir korku, endişe vs. çekmeyeceğimi, onlarla her şekilde iletişim kurma yolları deneyebileceğimi düşünüyorum...

Ayrıca tüm samimiyetimle ve kocayürekliliğimle söylüyorum ki.. Şayet bir gün böyle bir şey söz konusu olursa; Ben de tıpkı Yunus Emre ve Mevlânâ'nın hümanist felsefelerinde olduğu gibi, Yaradan'dan ötürü dünyayı ziyaret eden ve iletişime geçen bu varlıkları da aynı şekilde SEVGİ'yle kabul edecek ve onları da dünya insanları gibi sevebileceğimi düşünüyorum...


Bu arada rahmetli Bülent Ecevit’in 1953 yılında yazdığı “Uçan daireler” şiiri geldi aklıma...

Diyordu ki üstat bu şiirinde;

"Bu sonsuz gök
bizden midir değil midir
bu yıldızlar
canlı mıdır cansız mı

dostlar olmalı
bu göğün içinde
düşman olmalı

canlıysa bu yıldızlar
toprağında can olmalı
nefes alınmalıdır
yaşanıp ölünmeli

insan bu göğün boşluğuna dayanmaz
bir koca göğün içinde
bir ufacık dünyada yapayalnız
bir avuç insanla yaşanmaz

can olmalıdır göğün
yıldızlarında can
bize benzer veya benzemez
dost veya düşman

gelmeliler dünyamıza
içmeliler suyumuzdan..." 
(Bülent Ecevit, 1953)

Son söz olarak ben de diyorum ki;

"Gelin UFO'canlar tanış olalım,
SEVGİ’ye, barışa hep BİR’likte varalım…"

Ertan Yurderi 

25 Mart 2010 Perşembe

Yedinci yılında Irak...


Irak’ın ABD'nin önderliğindeki “koalisyon güçleri” tarafından işgal edilmesinin yedinci yılına giriliyor bu günlerde...

İşgalin üzerinden altı yıl kadar bir süre geçti geçmesine de, Irak'ta yaşananlar, gelecekte, "insanlık dramı" olarak tarihteki yerini alacaktır...

“Savaşın”  üzerinden geçen bu süreç içinde tüm dünyada yaygın protesto gösterileri yapıldı ve yapılmaya da devam ediyor... Ancak hiçbir sonuç alınamıyor o da ayrı bir konu...


Her ne kadar alışkanlıkla ağzımız "savaş" kelimesini telaffuz etse de, orada yaşananlar, bir savaş değil, tamamen dünyanın gözü önünde yapılan tam bir katliam ve kırımdır...

Bir tarafta on yıldan fazla bir süredir ambargo altında ve en zorunlu yaşam maddelerinden bile yoksun bırakılmış bir ülke ve mazlum bir halk, diğer tarafta dünyanın en yıkıcı güçlerini biriktirmiş zalim bir ordu ve soyguncular çetesi büyük  nemayı üleşmek için oradalar bunca yıldır...

Bu saldırıyı ABD ve sadık müttefiki İngiltere başbaşa planlayarak güya Irak'ın “korkunç kitle imha silahları ürettiğini” iddia edip ve bunu da tüm dünyaya umacı gibi gösterip, işgalin gerekçesi yapmışlardı...

Hele hele, 11 Eylül’de "İkiz Kuleler"e yapılan terör saldırısını da öyle ustaca kullandılar ki... Onlara göre bu saldırıyla "Saddam yönetiminin doğrudan bağlantısı bulunuyordu...  Biraz daha genç kalınırsa yeni büyük terör saldırıları gündeme gelecek, korkunç kitle imha silahları kullanılacaktı" imajını yaydılar dünya insanlarına...  Bunu başardılar da... Ve hem Saddam'ı devirmek hem de tüm bölgeye demokrasi ve özgürlük getirmek için Irak'a girdiler...

Bu büyük güçlerin tüm söylediklerinin ne kadar büyük ve adi bir yalan olduğu epeyce süre önce ortaya çıktı. Irak’ta hiçbir kitle imha silahı yoktu, üretme hazırlığı da yoktu, 11 Eylül saldırıları ile Irak devletinin hiçbir bağlantısı da bulunmuyordu.

O zamandan bu yana neler olmadı ki... Irak’ta kurulan ise demokrasi değil, sömürge yönetimi oldu. Tüm bölge, özgürlük bir yana, sadece işgalcilere yarayan büyük bir kaosun içerisine çekildi. Hele ki Saddam'ın idam edilmesi bu kaosu tamamen içinden çıkılmaz bir hale getirdi... Iraklıların deyimiyle, "Bir Saddam öldü, bin Saddam doğdu..."

Şu anda Irak'ta yaşananları tüm dünya kamuoyu ile birlikte izliyoruz bizlere empoze edilmeye çalışılan şekliyle...

Aslında madalyonun yüzü hiç öyle değil, orada bambaşka dramlar da yaşanmakta...



Irak'ta işgalci güç durumuna düşen müttefik ABD ve İngiltere, karşısında her geçen gün büyüyen direnişle karşılaşınca, bu birleşik direnişin gelişmesini engellemek için farklı mezhepleri biribirine karşı kışkırtarak mezhepler arası çatışmanın fitilini de ateşlediler...

Bugün Sünniler ve Şiiler birbirine kırdırılmakta... Her iki taraf her gün yüzlerce ölü vermekte ve katliamların ardı arkası ise kesilmemektedir.


Ancak ABD her gün bindiği dalı kesmekte olduğunu göremiyor ve bu ısrarını da devam ettiriyor... 2011 yılında tamamen çekileceklerini söylüyorlar, ama ben bu yalana da inanmıyorum...

Şu anda Irak halkı istiklal savaşı verir gibiler... Tüm halk bu işgalci güce karşı kanının son damlasına kadar mücadele etmekte ısrarlı...

ABD, İngiltere ve dolaylı olarak büyük büyük güçlerin yandaşları, petrole ve doğalgaza, diğer doğal kaynaklara egemen olmaya devam ediyor.

Petrol bölgesi üzerinde tam bir denetim sağlamak, stratejik geçiş yolları kontrol etmenin bölgeye egemen güç olmanın yollarını bulmak için sürekli çıkış arıyorlar...


Bu büyük güçler, o bölgeye kim hakimse, o bölge üzerinde hegemonya ve egemenlik mücadelesinde büyük bir avantaj sağlayacağını çok iyi bilmektedirler ve şimdi de bu denetim mekanizmasının kurulmasının mücadelesini de vermektedirler.

Bundan sonraki aşamada İran söz konusu olabilir... İran'ın işini bitirmek için mücadeleye de girişebilirler...

Saddam'a için söylenenler bugün İran için de söyleniyor... İran'ın nükleer güce sahip olması ve nükleer çalışmalarda bulunması onları rahatsız ediyor...

Aslında bu işgalcilerin amacı, dünyanın belli başlı bölgelerini egemenlikleri altına almak ve tatlı karlarına daha fazla tatlılık katmaktır... Zaten geçmiş tarihe de bakarsak hep böyle olmadı mı? Hep işgal ettiler ve sömürdüler...

Ancak bu arada halkların çektiği büyük acı, kan, gözyaşı ve katliam gözardı edilmektedir...


Ancak Yaradan hep büyük güçler tarafında olacak değil ya...
Hani derler ya; "Zalimin zulmü varsa mazlumun da Allah'ı var..." diye...
"Keser döner, sap döner, gün gelir hesap döner" elbet... 
Ve o zaman acılar içindeki Irak halkı, bu acıyı bir şekilde silmesini de bilir...
Er ya da geç bu durumun böyle olacağını tüm dünyanın göreceğinden eminim...

Ertan Yurderi

24 Mart 2010 Çarşamba

Sınırsız SEVGİ, bahar, doğa, doğaçlama ve paylaşımlarımız...


Sanal alemin sıkı takipçisiyseniz Facebook'u da muhakkak takip ediyorsunuzdur... Üyeliğiniz vardır ve siz de diğer kişiler gibi paylaşımlar yapıyorsunuzdur...

Son günlerde dikkatinizi çekti mi bilmem ama, Facebook'ta ne kadar çok kedi-köpek, kuş-kedi, kuzu-insan, ördek-balık, arslan-insan, anne kedi-yavru kedi, vs.. vs.. vs... paylaşımları arttı...

Neden mi? İnsanlar artık siyasi çekişmelerden, gergin ortamdan, TV haberlerinden, ondan, şundan, bundan ve her gün her kanalda aynı ekşimiş ve kızgın suratı görmekten bıktı da ondan...

İnsan ve doğa birbirinden uzaklaşınca birbirini özlemeye başladı sanırım... Ben de öyle...


Gün geçmiyor ki Facebook'ta kedi ile köpeğin birbirleriyle dostça geçindiğini görmeyelim...

Kuş ile kedinin normal zamanda bir arada olabilmesi mümkün mü, değil elbet... Ama muhabbet kuşuyla ufak bir kedinin oynayışını görünce insanın içinden bir şeyler kopuyor, gidiyor... SEVGİ denilen şey dört bir yanınızı sarıveriyor...

İnsana SEVGİ'yi böylesine veren ne bir insan, ne de bir eşya, ne de ne, hiçbir şey...
Sadece doğa ve doğanın doğallığı... İçtenliği, samimiliği...



Bir anne kediyle yavrusunun birbiriyle oynaşmasını belki yüzlerce kez izledim... Her izlediğimde bambaşka keyifler aldım... Her izleyişimde onlardaki sevgi denilen enerjiyi içime yüzlerce kez çektim, çektim... Düşüncelerimi onların birbirine duydukları sevginin içine kattım, onlarla doldurdum benliğimi...

Sonra çektim kedim Şanslı'yı bir kenara, onunla tıpkı o anne kedinin yavrusuyla oynayışı gibi oynadım...

Asla kedi deyip geçmeyin... Ona verdiğiniz sevgiyi sonuna kadar hissediyor, karşılığını ise fazlasıyla veriyor... Onunla oynaşırken, sevgi arsızlığı yaptık birbirimize... Şımardık hoyratçana ve doğalcana...



Hele bir kuzu videosu vardı onu izlediniz mi onu?... Evinde kuzu besleyen bir kadın... Kuzusunu çağırıyor... Kuzu da onu evin içinde zıplaya zıplaya arıyor... Odadan odaya koşarak geçiyor... Sonra kadının sesinin nereden geldiğini görünce ona doğru koşuşturuyor...

O sahneleri izleyince o an o kuzuyu yakalayıp doyasıya öpmek ve sıkıştırmak istedim... Öyle bir kuzuyu evine alıp evinde kim beslemek istemez ki?.. Tabii ki şehir denilen binalar içinde yaşadığımızdan böyle bir şey mümkün değil... Ama insan yine de bunu yaşamak istiyor, ya da ben istiyorum...

Yaşamak istiyor... Yaşamak istiyorum... Yaşamak istiyoruz... Yaşamak istiyorlar...

Aslında hepimiz doğal ve doğayla birlikte yaşamak istiyoruz... Doğayla içiçe olmayla mutlu olacağımızı zannediyoruz...

Elbette doğanın da kendine göre kuralları ve ilkeleri var... Onlar yerine getirildiğinde böyle bir şey neden mümkün olmasın?

Şehir denilen beton yığınları arasında tek başına kalakalmış erik ağaçlarının zamansız açan çiçek dalları gibi olduk hepimiz...



Bu içimizi dolduran Sevgi ve Sevincimiz belki de bahar içindir... Baharın ruhumuza getirdiği o mis gibi kokudur belki de...

Doğadaki canlılar birbirleriyle uzlaşmayı ve dayanışmayı biz insanlardan daha fazla gerçekleştiriyorlar...

Hani bir ördek ve balık dayanışması vardı Facebook'ta hatırladınız mı? Minik ördek, kenarda ona verilen ekmekleri balıklarla paylaşıyordu hani... O sahneleri izlerken neler hissetmedim ki...



Biz insanlar bir ördek ve balıklar kadar ne uzlaşmacı ne de dayanışmacı olamıyoruz ne yazık ki... Ekmeğini diğer canlılarla üleşmenin en tarif edilemez videosuydu o video...

Ne güzel, bugünkü yazımı doğaçlama yazıyorum, dönüp dönüp başa bakmıyorum. Söz verdim kendime bakmayacağım da... Tekrar da okumayacağım bu yazımı... Virgül, nokta, soru işareti veya ünlemlere ise hiçççç kafamı takmayacağım... Tüm yalınlığımla, doğal ve doğaçlama bir ürün olacak bu yazı... Gönül sızıntısı gibi bir şey... Gönlümün en derinlerinden gelen sızıntı...

Sevgi denilen şey sarmallıyor yine dört bir yanımı...
Şenlendiriyor zihnimi bahar ayında çiçek açan o koskoca ağacın dalları...
Ve yeniden bütünleştiriveriyorum düşüncelerimi...
Ve konuşturuyorum şu yarım asırlık kocayüreğimi...


ADSIZ bir ağaç...

Daha bir tohum iken toprağa düşüp VAR'edilen,
Aynı yerde yıllarca KÖK salması emredilen,
Biraz toprağı, az bir suyu, bir de güneşi verilen,
Türü belli, ismi ADSIZ bir ağaç bu besbelli...

Kupkuru dallarında yaprağını yeşillendirip,
Sevgisiyle besleyip büyüten..
Binlerce öğreti içinde,
Kendi öğretisini betimleyen..
Rüzgarla uygun senfonisini besteleyen,
Türü belli, ismi ADSIZ bir ağaç bu besbelli...

Kendi BİR'ine aşık, dost ellerine yanaşık,
Altında bir gölge ki;
Saz çalar dile gelir bu aşık..
Ne ölümünü düşünür, ne de gidenini,
Türü belli, ismi ADSIZ bir ağaç bu besbelli...

Gün gelir, devranlar döner,
Mevsimi gelir, BİR'e uyanır, BİR'e döner,
Belki de Mevlası'na ÖZ'üne döner,
Bir nacak darbesiyle sarsılınca bedeni..
Türü belli, ismi ADSIZ bir ağaç bu besbelli...

TEK öğretisini BİR'inden ortak SEVGİ'sinden alan,
Kendi öğretisini kendinde betimlemiş olan,
Uygun senfonisini kendi ritmiyle bestelemiş olan...

Türüm belli,
İsmim ADSIZ bir ağaç,
"O" BEN'im besbelli...
E.Yurderi (kocayurek, 23.2.2004)

Ertan Yurderi

23 Mart 2010 Salı

"İdealimi kaybettim, hükümsüzdür..."


İdeal’in ya da ideallinin kelime anlamı nedir? İdeal, ülkü müdür? Yoksa ancak düşüncenin tasarlayabileceği bütün üstünlükleri kendinde toplayan mıdır?

Ya da felsefik anlatımla yalnız düşünceyle algılanabilen bir şey midir?

İdealizm: Bilgide, düşüncenin temel olduğunu öne süren, düşünceyi temel alan ve varlığı insan düşüncesinin oluşturduğunu, kurduğunu kabul eden öğretilerin ortak adı mıdır?

Elbette yukarıda yaptığım tanımlar bugün ansiklopedik bilgilerde yer alan ideal, idealli, idealizm bilgisinin felsefik açıdan anlatımıdır…

Birkaç yıl önce Cumhuriyet Bilim Teknik’in “Genetik Tartışma” bölümünde (CBT: 1095/9 – 14 Mart 2008) Tahir M. Ceylan “İdealin Kayboluşu”ndan bahsederek; “Bugün insan, ekmeği sahiplerince verilen, verilmediğinde ölen evcil bir hayvan olmuştur. Ama insanın kolay teslim olmasını beklemiyorum. Bunca kötülüğü ve hasarı temizlemek için dünyada yeni bir sol dalganın önü açılacakmış gibi duruyor” diyordu…

O günden bugüne geçen zaman içinde düşünüyorum da, böyle bir düşüncenin savlaması doğru olabilir mi? Gerçekten de ideallerimiz kaybolmuş mudur?

Şayet kaybettiysek, “Hükümsüzdür!..” ilânı vermemizin zamanı gelmiş midir?..

Yoksa yine de şartlar ne olursa olsun, ideallerimiz peşinde koşmaktan vazgeçmeyelim mi?..

Hadi gelin o günlerde yazılan bu yazıya şöyle bir göz atalım, günümüzün şartlarını da düşünerek ideallerimizin nasıl kaybolduğu konusunda yazarın düşüncelerini okuyalım ve ayrıca bu yazıya katılıp katılmama konusunu da kendi düşüncelerimize bırakalım…


Eskiden kim yaparsa yapsın, bir ideal için yapardı, hırsızlığı bile… Bir cinayet işlenirdi, “Bana şerefsiz dedi” derdi katil, “şerefim için vurdum”. Bir araştırma yapılırdı, “insanlık için yaptım” derdi bilim adamı, “gecelerce uyumadım, benliğimi insanlığa adadım”. Şimdi analar kendini çocuklarına adamıyor, dindarlar bile dinin en dünyevi şeklini yaşıyor.

Platon’dan beri insanlar kafalarında bir ideal (nesnelerden bağımsız bir düşünce) ile yaşamıştı. Özgürlük için ölmek, eşitlik için savaşmak, bir kadının hayaliyle beklemek, hep ideal için yaşamaktı.


İnsan ideali kendini yükseltmek için kullanır. İdealler, peşindeki insana değil, başkalarına hizmet eder, yani onun gerçekleşmesi için çabalayan, ideal gerçekleştiğinde bundan yararlanamaz. Onun için ideal sahibini, idealden yararlananlar yüceltip tanrılaştırır.

Teknoloji gelişip de insanın bir makine olduğu anlaşıldıkça ve şirketler insanları çalıştırırken bırak tanrılaştırmayı, insanlıktan düşürüp bir maymun yaptıkça, hem insan içinde kendini tanrılaştırma niyeti yaratamıyor, hem de ortaya çıkacak böyle bir tanrıya ötekilerin inanırlığı gerçekleşmiyor. İdeali ve ideal peşine düşecek insanı yeşertecek zeminin kayması aslında insanın kaybolması anlamına gelir. Bugün insan, tayını sahiplerince verilen, verilmediğinde ölen evcil bir hayvan olmuştur.


Bugünkü toplum “görünüm-odaklı (appearence-oriented) ve “utandırma güdümlü (shame-driven)” olarak tanımlanabilir. Bir genç babasından Levi’s pantolon isterken, toplumca görünür olmayı arzu etmekte ve onu giymediğinde itilerek utanır hale düşmekten korkmaktadır. Ayağında Levi’s olmadan içinde bir ideal taşımak, toplumca görünür hale gelmeye asla yetmemektedir.

Neden böyle diye soracak olursak, kaçınılmaz olarak şu sonuca ulaşırız. İnsana ideal satılamaz, ama pantolon satılabilir. Kapitalist sistemin yürümesi için insanların pantolon alması gerekir, onun için pantolonlar bugün ideallerden yücedir. Bir insan bedenini pantolonun süslediği gibi, insan ruhunu da süsleyecek nesne bulunsaydı eğer, hiç şüphe yok ki, kapitalist yapı onu da üretir satardı.


Merak edilmesin ama, o da gün geçmeden bulunacak ve bir idealin yeşermesi için korunan son nokta olan ruh da, görünüm odaklı toplumun işgaline kuşku yok ki uğrayacaktır. “Yeniden tazelenme (refreshing)” programları, her yerinden ticaret akan yoga merkezleri, en ücra köşelere geziler, ruhu da ticari meta haline getirmenin ilk adımlarıdır.

Buna rağmen hâlâ ideal taşıyan insanlar var ve hiç ideallerini bırakacakmış gibi durmuyorlar. Onların bir sahibi yok, dolayısıyla tayın alamıyorlar. Çevre örgütleri, Sınır Tanımayan Doktorlar, nükleer karşıtı gruplar ve daha niceleri ideallerini zor koşullarda da kaybetmiyorlar.


İnsanın kolay teslim olmasını beklemiyorum. Bunca kötülüğü ve hasarı temizlemek için dünyada yeni bir sol dalganın önü açılacakmış gibi duruyor. Yoksa iki asırdır büyük yıkım geçirmiş insanın onarımı sağlanacakmış gibi değil.

İnsanın bir özelliği de şudur: Ne lazımsa onu yapar. Yıkım lazımsa yıkım, onarım lazımsa onarım. Mark Twain, “Asla insanı şüpheye düşürecek bir yalan ve birini inandıracak bir gerçek söylemedim” demiş ve söylediklerinin etkisiz olmasını dilemişti.

Böyledir insan, toplamı her sıfırda tutmayı sever, kumarcılar kazandıkça oynar ve sıfırı tüketirler, zenginler mirasyedi yaratıp sonunda fakirleşirler. İnsanlık da öyle yapacak, yıktıklarını yapacak ve sonra tekrar yıkacak. Bu işin kahramanları yukarıda adı geçen örgütlenmelerle belli olmaya başladı. Kahramanlar ve caniler idealleriyle devirden devire geçişin öncüleridir. Voltaire’in dediği gibi çünkü, “Yiğitlik vicdansız hergelelerle, büyük insanların ortak özelliğidir.”

Bugüne kadar caniler yapacağını yaptı, şimdi sıra bilimin, felsefenin, edebiyatın ve daha başka basitçe hayatın kahramanlarının. Onların da yapacakları olacak, henüz ne idealler ne de insan öldü. Hatta idealler sayıca az insana yoğun biçimde kaldığından, az sayıdaki idealist insan, şimdilerde en koyusundan insan.


Pekâlâ göz göre göre nasıl bu duruma geldik? Sanırım sistem insanı en zayıf halkasından yakaladı: Bencillik. İnsan bencil olduğu için hiçbir moda davranıştan geri kalmamak uğruna, uzatılan havuçları yuttu ve kendini yok etti. Gelmiş geçmiş en büyük akıl olan Kant şöyle demişti: “Kendini sevmek, her zaman suçlu olmasa da, bütün kötülüklerin kaynağıdır.”

Sizler ne dersiniz bu konuda? İdeallerimiz gerçekten de bencillik yüzünden mi kayboldu acaba?

Ertan Yurderi