20 Mayıs 2012 Pazar

Sonsuzluk ve Yaradan ...



Sevgili dostum Deniz Kite'ın Facebook profilinde aşağıdaki şu paylaşımını okuyunca ben de bu konuda bir şeyler paylaşayım istedim...

Sevgili Deniz diyordu ki yazısında;

"Bir olan Bilgi'yi aklın oyunlarıyla sonsuz parçalara ayırmak...
 Her bir parçayı tek gerçeklik kabul edip sanrılarda yaşamak...
 Anlarda her bir parçanın bir bütün olduğunu deneyimleyerek sonsuzluğa ulaşmak...
 Sonsuza sonsuzdan bakıp birliği kavramak..."

Sevgili Deniz dostumuzun bu paylaşımından benim anladığım;

"Her ŞEY bir BÜTÜN'dür ve BİR'lik içersindedir... Bugünkü ilmimizle, bilinen (ya da algılayabildiğimiz) şu AN'da bu zaten...

Yaradan'ın yarattıkları (yani BİZ'ler) O’nun ilminden, kendisinin dilediğinden başka hiçbir şeyi kavrayamıyoruz ne yazık ki ... (Ayetel Kürsi'den)


Ruhsal tekamülünü tamamlayan varlıklar (Yüksek Varlıklar da buna dahil) dahi yine de O'nun izni verdiği yere kadar farkındalıklar yaşayabilirler...

Çünki; Yaratım O'nun düş'ündedir... Yaradan'ın düş'ünde VAR'ız, O'nun düşü'ndüğü kadar VAR'ız... O düşünmezse hiç bir şey zaten YOK'tur..."

Yakınlarda okuduğum bir ruhsal bilgide de şu bilgiler veriliyordu: ...

SONSUZLUK ve O (Yaradan)

"Sen Sonsuz nedir bilemezsin, anlatsak da anlamazsın. Aklın yetmez, kısıtlısın. Şu kadarını diyelim. Zamansızlıktır SONSUZ.. Mekânsızlıktır SINIRSIZ ... Öyle ise ne ZAMAN var, ne de MEKÂN.

SEN ne görüyorsun işte O'dur YARADAN...

SEN'in için VAR'olan nedir? SEN görüyorsan her şey VAR'dır.. SEN görmüyorsan HİÇBİR ŞEY YOK'tur... BİZİM için Âlemler ÇOK'tur...

YARADAN için yaratmanın sonu, sınırı, başı ve bitişi yoktur... Her şey bir hayal, bir düş, bir arzu, bir dilektir YARADAN'ın GÖNLÜ'nde... Ne dilerse VAR olur, VAR eder... Seninkiler ise, O'nun DÜŞ'ünde bir DÜŞ'tür, bilen O, gören O'dur...

Başlatır, bitirir, kurar, derer, toplar, değiştirir, bilimine erişilmez, aklının sonu sınırı yoktur, anlaşılmaz. Güldürür, ağlatır, kendine de her biçimde var eder, çoğaltır. Kendi bizatihi varlığıdır tüm OLAN'lar... Tek canlı, tek gerçek, tek varolan O'dur... Gerisi yalandır, boştur, YOK'tur...

YARADAN yalnız düşler de, yaratır da, bizatihi kendi düşlerinde yok mudur sanırsın? Her yarattığında, her var ettiğinde, elbet kendisi de var biraz... O'nu her an görürsün şu ya da bu şekilde, aklın ermez. Gönlün bilmez. O karşına geçer ve konuşur, fark etmesen de... Güzel de olur, çirkin de olur, sever de, kızar da, hatta bazen döver de... SEN ne bileceksin kaç âlemde var etmekte O kendini... Hangi şekilde ve bedende... Yapan da O, bozan da, kumanda yalnız O'nun elinde ...

Bir düşlediklerin var, bir de "DÜŞ"lerin!.. Bir de "DÜŞÜNDÜKLERİN"... Düş'lerin ve Düşlediklerin O'na ait hepsi düşündüklerinin... O düşlemezse sen neyi, nasıl, nerede, hangi zamanda düşünebilirsin ki... O'na aittir ne varsa, OL'an, BİTEN, "O"ndandır... "BEN" diyorsan eğer, bu yanlızca şaşkınlığındandır..."

Ertan Yurderi

Hasan Sonsuz Çeliktaş'a hatırlattım ...




Lem Hasan, 3 bin küsur yıl oldu gerçi hatırlasana bir... Az mı taş taşıdık o piramitlere koçum ya... Az mı kırbaçlar yedik, taşırken yoruldukça... Bak şimdi Firavun miravunlar da yok, inşaatlar da bitti... 3 bin küsur yıl sonra bile gidip yonttuğumuz, boğaz tokluğuna taşıdığımız taşlarla oluşan alın teri karışmış eserlerimize hâlâ dokunup duruyorsun... Daha geleceğe ne bırakacaksın ki... Bıraktığını bırakmışsın zaten... Dünya var oldukça, piramitler kum fırtınalarının altında yok olmadıkça (Nasılsa arkeolog olarak yine gelir, yine çıkartırsın bilmem kaç yüzyıl sonra ya.. neyse ) bir 3012 yıl daha durur onlar yerinde...

Ha bir daha gidişinde hatırlat da... Şu Keops'ta yaptığımız ufak tüneli hatırlıyormusun bilmiyorum da... Millet şimdilerde o tüneli SIR zannedip duruyor ya hani... Üstelik robot maket arabayla keşfe bile çıktılar akıllılar... Halbuki oraya mutfaktan aşırdığımız yiyecekleri saklayıp akşamları gizli gizli kayıntı yapıyorduk ya... O tünelin ardındaki kapının anahtarını ben odanın sol girişindeki 20. taşın üzerindeki boşluğa bırakmıştım... Onu oradan al da yetkililere ver, onlar da açsınlar kapıyı... İçerdeki kayıntılara da bak bakalım yerinde duruyor mu, yoksa piramitin konuşan kedisi Luxor, hani o arka taraftaki gizli bölmeden gelip de bizim kayıntıları aşırmış olmasın sakın... Eşoğlusu yoksa gidip bizi Tutankamon'a o mu ispiyonladı da bizi adak niyetine milletin öğle yemeğine tadımlık kattılar bilmiyorum hani...

Ya neyse bunları sana gizli gönderiyorum... Nasılsa kimse okumayacak biliyorum... Hani yanlışlıkla yorumların altına gönderseydim, okuyanlar da, ZIRVA'lamış len bu Ertakamon diyeceklerdi...

Ya Hasantakamon işte böyleyken böyle böyle... Bence Reakumona da haber verelim de, gelecek sefer üçleyelim kafileyi... Biliyorsun o bu yaşamda yeni emekli oldu malum... Ona da bana da eğlence gerek... En iyisi oraya gittiğimiz zaman geleceğe şaka yollu bir şey bırakalım... Belki üç bin yıl sonra enayiler şakamızı SIR olarak zannederler... Bak aklıma ne geldi... Bırakacağımız yazı şöyle olsun... "Bunu yazan Hasantakamon-Ertakamon-Reakumon, bu yazıyı okuyamayana takamayakon" ... He he he, bu SIR'rı çözsünler de göreyim onları...

Neyse ne, benden bu kadar tüyo sana... Hani belki sen Rea'dan ve benden sonra geç enkarne oldun ya, unutmuş olabilirsin aramızda geçen bazı anektodları... Bi hatırlatayım dedim... Ben öpmeyeyim seni, Nefertiti teyzen öpsün seni ... Muckssss diye e mi!..



15 Mayıs 2012 Salı

Kahve keyfi ...



Uzun oturmuştu gecenin en koyusuna ...

Uzattığı bacaklarının sonlandığı koltuğa yerleştirmişti o hep üşüyen ve hiç ısınmayan minik ayaklarını ...

"Kahve keyfi" de yerindeydi hani, her zamanki gibi...

İki ekran arasında gidip gelmekteydi yorgunluktan bitap düşmüş gözleri ...

TV'de seyrettiği dizinin sanallığında, kucağındaki bilgisayardaki sanal profilleri de tek tek inceliyor, incelerken "ne ruhlarına bakabiliyorum ekranımdaki profillerin, ne de gözlerine ..." diyerek içsel sesini konuşturuyordu...

İçsel sesine eşlik eden düşünce denizindeki dalgaların coşkunluğundan, uyuşan bacaklarının sızlamasıyla yerinden doğrularak kurtuldu ve kendine "gülümsedi"...

"Olumlamalar"ıyla başbaşa bırakmalıydı zihnini, dinlendirmeye geçirmeden bedenini...

Öyle de yaptı...

Bu sırada kahve fincanının dibi görünmüş, telve tadını duyumsarken dili, "Sevginin Gücü" çoktan kaplamıştı ruhunun her bir zerresini ...

Günlerdir içinde gereksiz yere yaşattığı "Kaybetme korkusu"nu da yenmiş, ne geçmişte ne gelecekte, sadece ve sadece AN'da yaşamanın mutluluğunu duyumsatmaya başlamıştı minik yüreğini...

"Hayallerini erteleme"den, "sezgilerine güvenerek", "geleceğini hazırlaması" gerektiğini bir kez daha düşündü...

"İçindeki karmaşık duygular"la bir yandan mücadele ederken, bir yandan da ona uzanan Tanrı'nın elini de ruhunda hissediyordu hissetmesine de .. İnatçı bilinci "kendiyle barışık" olmasını engelliyor, yaşamına yeni giren olumlu düşünce sistemlerini "bilinçaltına yerleştirme" konusunda kendisini zorluyordu ...

Gerçi, toplumdan kendini soyutlamadan da mutluluğu yakalayabileceğini biliyordu, önemli olan kendisiydi elbette, başkaları değil...

Bu düşünceler sararken ruhunu, "düşüncelerini özgür bırakıp", "Sakinim, iyiliğimin farkındayım, iyiliğim her yerde ve ben güvendeyim" diye düşünmeye başladı...

O sırada gözlerine bakabilseydiniz eğer, gözyaşlarını "yaşamının ırmakları" yapmış olduğunu görürdünüz... Biliyorum .. sevinç ve mutluluk gözyaşlarıydı onlar ... "Tüm duygularımla huzur içindeyim, kendimi seviyor ve onaylıyorum" diyordu her bir gözyaşı tanesi yaşamına haykırırcasına...

"Evren" denilen sonsuzluk denizinde her şey o kadar hızlı gelişip değişiyor ki... Zaman kavramı bile anlamını yitirip AN denilen kavramla artık içiçe yaşadığımızın farkına varıyoruz... "AN"ı farkedin, "AN"da yaşayın, "AN"da ne düşündüğünüze dikkat edin tarzında düşünce şekliyle içiçeyiz her birimiz...

Hayat; akan bir nehre ne kadar çok benziyor değil mi?.. Hayatımıza giren insanların ve şeylerin bize bir şeyler öğrettiği de muhakkak...

"Kahve keyfi" yaparken bile her yeni şeyi inkâr eden inatçı zihnimizin "olumlamalara ve onaylanmalara" ihtiyacı olduğunu unutmamamız da gerekiyor...

Yaşamınızdaki her AN'ın "kahve tadında" farkına varın, gecenin en koyusuna "SEVGİ" ile dalın ...

Ertan Yurderi