23 Ekim 2010 Cumartesi

Hoşgeldin Ya Ramazan!



Ramazan’ın 9. gününe denk gelen 23 Ekim Cumartesi günü eşim Zeynep ve bu yazıyı birlikte hazırlayacağımız Zeynep’i yani Felix’i buluşma yerimizde beklerken, günün bize ne sürprizler hazırlayacağından haberimiz yoktu… Nerelere gidecek, kimleri ziyaret edecektik bunları bilmiyorduk… Kesin bir program yapmamıştık çünki…

Vosvos’umu çalıştırarak ve sevgili Felix’ imizi de yanımıza katarak, İstanbul şehrinin suriçi evliyalarını teker teker ziyarete çıktık…

Yolculuğumuzun ilk durağı Ramazan ayının ilk günü topluca oruç açılan yer olan “Oruç Baba” kabriydi… Şehremini otobüs durağını az geçtikten sonra Pazartekke durağına gelmeden ilk sağdan kıvrılırken yıllar öncesine gidiverdim birden… Bu yer sokak arası bir yerdeydi… Etrafında eski evler vardı… Buraya Ramazan ayının ilk günü çevre mahallelerden insanlar gelir, oruçlarını sirkeye batırılmış ekmek ve zeytin tanesiyle açardı… Anlatılan rivayete  göre, “Oruç Baba” burada her Ramazan ayının ilk günü Hızır Aleyhisselam ile buluşup orucunu açarmış.. Şimdilerde ise, çevre biraz düzenlenmiş… Mezar yerleri temizlenip, etrafı çevrilmiş… Pırıl pırıl bir yer haline getirilmiş… Ramazan ayının ilk günü de artık değil çevre mahallelerinden,  İstanbul’un dört bir yanından, hatta değişik illerden insanlar gelip, oruçlarını burada açıyorlar… O gün oradaki insan selini ve kalabalıklığını anlatabilmek imkansız… Ortalıkta “Oruç Baba’nın yüzü suyu hürmetine Allah’tan ne dilerlerse bir yıl içinde gerçekleşir rivayeti” de dolanınca değil o sokakta gezinmek, yürümek bile imkansız hale geliveriyor Ramazan’ın ilk günü…

 “Oruç Baba” adıyla tanınan Mustafa Zekai Efendi Halveti şeyhidir, 1860’da vefat etmiştir. Yanındaki kabirlerde ise Şeyh Hasan Aziz Efendi ve Şeyh Ahmet El-Mısri Hazretleri yatmaktadır… Kabirlerde yatan diğer şeyh efendilere ve köşede bizi ilgili gözlerle izleyen yaşlı beyaz kediye de selam vererek oradan ayrıldık…

Yazın son demlerinden güneşli bir İstanbul sabahında, Has Odabaşı Camii ile karşılıklı Ayazma‘nın arasından Şehr-i Ramazanın’da yine Halveti tarikatının Ramazaniyye kolunun kurucusu olan Ramazan Efendi Camii’nin bulunduğu yere doğru ilerken, yolumuzun üstündeki Seydi Seyfullah Baba’yı, Cevdet Paşa Caddesi üzerindeki Haffaf Baba’yı da ziyaret ederek, Bezirgan Tekkesi’ni içine alan Ramazan Efendi Camii önünden Kocamustafapaşa’ya çıkıyoruz. Halveti’nin Pir’i Sümbül Efendi’ye geliyoruz.


Arabamızı uygun bir yere park ettikten sonra Sümbül Efendi Camii’nin avlusuna doğru her iki Zeynep’le birlikte yürürken  Felix Zeynep’in yüreğinden coşan nağmeleri dinleyelim isterseniz…

“Yaradan’la muhabbetin kokusu Sümbül kokusu mudur? Sandukasında çiçekler,
Camii avlusunda kadınlar birlikte dua ediyor, birlikte diliyor umut ediyor sevinçleri…
Avluda Çifte Sultanlar’a (Fatıma ve Sakine) yanaşıyorum, başımı demirlerin üzerinden kaldırıp bakıyorum, bir çift kumru, gülümsüyorum. Alem konuşur kendi diliyle ve her dili bilen bir ‘O’ var…”

Sümbül Efendi, Sultan II. Bayezid, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman zamanında yaşamış bir velidir. Halvetiyye tarikatının Sümbüliyye kolunun kurucusudur. Adı Yusuf Sümbül, lakabı Zeynu’d-Din’dir. Sümbül Sinan diye tanınır.  1451 Merzifon Hamideli doğumludur. İlk tahsilini Merzifon’da almış, 1465’te İstanbul’a gelmiştir.

Sümbül Efendi, etrafında bulunanlara verdiği vazifeler hususunda da son derece titiz
davranırmış. Hakk aşığı olabilmenin güçlüklerle dolu bir mücadele gerektirdiğini ifade etmek için de:

– “Ben onsekiz yıl var ki hiç sırtımı yere koymadım. Bu zaman zarfında hiçbir yere dayanmadan odanın ortasında oturdum. Uykumu da o vaziyette uyudum!” dermiş…
Rivayetlere göre; devrin koskoca padişahını dile getiren Sümbül Efendi’yle Yavuz Sultan Selim arasında geçen şu olaya kulak verelim…

Yavuz Sultan Selim, tekkede sema ve devran yapıldığını duyunca kızar ve Koca Mustafa Paşa’ya, tekkenin yıktırılmasını emreder. Tekke’yi yıkmaya gelenler, Sümbül Efendi’yi karşılarında görünce, O’nun heybetinden korkarak geri dönerler. Bunu duyan padişah: “Kendim varıp, orasını yerle bir edeyim!” der ve birkaç adamıyla birlikte gider. Tekke’ye vardığında, Sümbül Efendi’yi görür görmez niyetinden vazgeçer. Samur kürkünü hediye ederek geriye döner. Saraya geldiğinde, “Niçin gittik, ne yaptık?” diye soran nedimlerinden birine şöyle der:

– “Şeyhin yanında kükreyen iki aslan ve üzerlerinde de süvariler vardı! Onlardan korktum. Şeyh’den de utandım. Bunun için niyetimden vazgeçtim!..”
Sümbül Efendi, 2 Muharrem 1529 Pazartesi günü vefat etmiştir..
 
Camii’in içi Ramazan dolayısıyla kalabalıktı… Türbe ziyarete açık olduğu için ziyaretimizi dualarla süsleyip ve camii avlusundaki diğer şeyh’lerin kabirlerini de ziyaret ettikten sonra, Uyku Dede’nin bulunduğu sokağa doğru hep birlikte yürüdük…

Kocamustafapaşa’nın yaşlı evlerinden sonra dar bir sokakta karşılıyor bizi Uyku Dede…
Seceresi yazmıyor ama kapısında ‘Bir Garip Derviş’ ‘Uyku Dede’ yazıyor sadece… Kabrini çevreleyen duvardaki ufak camdan içeriye bakıyoruz… İçersi çok düzenli ve temiz… Kabri üzerinde bir sürü tespit ve kalemler var…

Bu arada Felix Zeynep’in yine mırıldanmalarını işitiyorum:
“Bu rüyacı ‘feyz’ ister huzursuz uykularına ve hangi âlem uykuda hangi âlem uyanık?”

Uyku Dede’nin yanından duamızı ederek ayrılıyoruz… Az ilerdeki fırından burnumuza mis gibi pide kokusu gelirken eşim Zeynep fırına uğradığında biz de fırının karşısındaki sokağın içinde iki evin arasında dinlenen Abdullah Efendi Hazretleri’ne duamızı ediyoruz…

Sümbül Efendi Camii önüne park ettiğimiz vosvosumuza bindikten sonra camii önünden uzaklaşarak, Cerrahpaşa Caddesi yönünde ilerlerken, Hekimoğlu Ali Paşa Camii’nin arka  tarafına denk gelen yerde Vücuduzade Hazretleri’nin mezar yeri önünde kısa süreliğine durup, duamızı yaptıktan sonra Camii’nin ön tarafına dönüyoruz… “Hekimoğlu türküsü”nü dilimize dolandırırken Silivrikapı istikametine arabamızı yönlendiriyoruz… Karşımıza ilk çıkan Seyit Seyfullah Hazretleri’nin önünden geçerken az ileride  Sitti Hatun Camii’ni görüyoruz… Sur dışına doğru çıkarken de sur kapısına denk gelen yerde Elekli Dede’ye selam ediyoruz…

Belgradkapı’yı geçip, Yedikule istikametine geldiğimizde arabamızın direksiyonunu, Kazlıçeşme’de eskiden dericilerin bulunduğu, şimdilerde ise alabildiğine açıklık olan arazi önündeki yola çeviriyorum…

İlk durduğumuz yerde; “Tandırın Kenarı, Erleri Yeri Horasan”dan gelip İstanbul’a kelle veren “7 Şehitler”i (7 Emirler) selamlıyoruz.

“Tanrı’dan geldik, Tanrı’ya gidiyoruz. Tanrı’dan başka kimse de kudret ve kuvvet yoktur ki bizi durdursun. Biz mekansızlıktan gelip mekansızlığa gidenlerdeniz.”

Biraz ötede Mehmet Haydar Dede, Tekli Dede, Fatih Sultan Mehmet’in Sakacıbaşı… Yolun bitiminden Kazlıçeşme tren istasyonuna doğru döner dönmez Canlar’ın Babası “Erikli Baba”da soluklanıyoruz. Burası restore edilerek günümüzde Cemevi olarak kullanılıyor… Erikli Baba, kapıdan girer girmez sizi karşılıyor mezar yeriyle… Etrafı bir çiçek ve gül bahçesine çevirmişler buradaki görevliler… Duamızı edip, buradan da ayrılıp, Kazlıçeşme tren istasyonu önünden Mevlanakapı arkalarına, eski Kozlu mezarlıklarına doğru yola çıkıyoruz…

Hafta sonu olması sebebiyle Merkez Efendi Camii ve çevresi epey bir kalabalık… Camii’nin önündeki dini yayınlar satan derme çatma işportacıları geçip, cami avlusuna girdiğimizde epey bir kalabalık görüyoruz… Çevre illerden otobüslerle evliya ziyaretlerine gelenler doldurmuş içersini… Zorlukla Merkez Efendi’nin kabrinin içine giriyoruz… Duamızı ede ede yavaşça dışarı çıkıyoruz… Daha sonra Merkez Efendi’nin çilehanesine iniyoruz… Yerin iki kat altında bir yer burası… Merkez Efendi günlük işlerinin sonucunda buraya inip, ibadetinin geri kalan kısmını burada yaparmış…

Asıl adı Musa bin Muslihiddin bin Kılıç olan Merkez Efendi 1463 Denizli doğumlu olup, veli ve ruh hekimidir. Halvetiye Tarikatı’ndandır… Sümbül Efendi’nin öğrencisidir… Ona “Merkez Efendi” ismini veren yine Sümbül Efendi’dir… Bunun hikayesi ise şöyledir:

Sümbül Efendi ile Merkez Efendi bir gün sohbet ediyorlarmış. Bir ara Sümbül Efendi sormuş:

– “Bu Dünya’yı sen yaratsaydın, bu alemde neler yaratırdın?”

Merkez Efendi cevap vermiş:

– “Her şey o kadar mükemmel ki, ona ne bir şey ekler, ne de bir şey çıkarırdım. Her şeyi merkezinde, yerinde bırakırdım.”

Sümbül Efendi, bu cevabı alınca çok sevmiş ve:

– “Bundan sonra, senin ismin ‘Merkez’ olsun. İnşallah, sen de merkezini bulursun!” diye dua etmiş.

Merkez Efendi daha sonra Sümbül Efendi’nin kızı Rahime Sultan ile evlenerek Denizli’ye geriye dönüp orada irşad görevinde bulunmuş. Bu arada dönemin padişahı Kanuni Sultan Süleyman Manisa’da ölen annesi Hafize Sultan için camii, imarethane ve bimarhane  yaptırınca, Sümbül Efendi’den bu imarathane ve bimarhane için bir hoca istemiş… Bunun üzerine Merkez Efendi hocası Sümbül Efendi’nin çağrısı üzerine Manisa’ya gelip imarethanenin ve bimarhanenin başına geçmiş…

Manisa bimarhanesinde göreve başladıktan sonra, hastaların tedavileriyle de meşgul olmuş; musiki ile tedavi usulünü ve Tıp’ta, büyük bir yenilik sayılan “Macunla kür yapma” usulünü uygulamış, birçok hastayı bu yöntemle şifasına kavuşturmuş.

41 çeşit baharattan meydana gelen ve “Mesir Macunu” adı verilen bu macunun terkibini Merkez Efendi keşfetmiştir.

Macunun şöhretinin her tarafa yayılması üzerine, bu husustaki istekler, bir zaman gelmiş, artık karşılanamaz olur. Bunun üzerine Merkez Efendi, macunun: İlkbahar’ın geldiği ilk günlerde, bir defaya mahsus olmak üzere halka da dağıtılmasına karar verir.  Bu karar üzerine her sene Mart’ın 22’sinde (eski Mart’ın 9’unda) Sultan Camii’nin minarelerinden, halka Mesir Macunu atılması, asırlardan beri süre gelen bir adet halini almıştır.

Sümbül Efendi’nin ölümü üzerine İstanbul’a gelen Merkez Efendi daha sonra Sümbül Efendi’nin makamına geçip burada görevine devam etmiştir… Merkez Efendi 91 yaşında vefat etmiş, bugün Mevlanakapı’daki kendi adıyla anılan camiinin içine defnedilmiştir.

“Her şey merkezindedir, eksik noksan yok” diyerek selam verip, selam alıyoruz yeniden… Gönüllerimizde “aynı anda kalbinden geçiyorsa iyilik, kabuldür çünkü her şey merkezi”nde sözleriyle Camii’nin avlusunda Merkez Efendi tekkesinin şeyhleriyle koyun koyuna yatan Rıfai’nin gözbebeği Kenan Rifai’ye de selam ediyoruz…

“Evvelce Zahir Tekkesi’nde demsaz idik, Şimdi Kalb Tekkesinde dilsazız” derken ziyaretlerimizin sonra durağı olan Eyüp semtine doğru yolumuz düşüyor…

Burası tam bir evliyalar merkezi gibi… Her sokak içinde birkaç cami ve birkaç evliyaya rastlamak mümkün… Arabamızı park ettiğimiz yerden Eyüp Sultan Hazretleri’ne doğru yürürken karşımıza çıkan evliyalara da dua ediyoruz teker teker… Öğlen namazına denk geldiği için Eyüp Sultan Camii’nin ön avlusunu kadınların rahat namaz kılabilmesi için kadın cemaatine ayırmışlar… İçeriye girmek namümkün olduğu için bulunduğumuz yerden duamızı edip, tekrar geriye dönüyoruz…

Yolumuz üzerinde bulunan Hacı Bayram Veli ve Akşemseddin Hazretleri’nin Pirdaşı olan İstanbul İstanbul’un fetih şehitlerinden Ebu Edhem Hazretleri’nin kabrinin içine girip duamızı ettikten sonra, en son olarak Halvetiye tarikatı şeyhlerinden Pir Ümmi Sinan’ın tekkesini ve mezar yerini ziyarete gidiyoruz…

1568’de hem dergahın banisi ve hem müridi Nasuh Efendi’nin yaptırdığı “Gül Bahçesi Dergahı”na varıyoruz.

‘Seyrimde seyre vardım
Gördüm sarayı, gül’dür gül
Sultanınım tacı tahtı gül’dür,
Gül bağı divan gül’dür gül’

Hazireye son sırlanan Ümmi Sinan’ın son mürşidi Talip (Kargı) Baba’nın yaptırdığı semahaneden “Gül ilahisi” duyulurken, ata emaneti dergahın bekçisi Kargı ailesi’ne de uğrayarak gezimizi bugünlük tamamlıyoruz…


“Aşık’a sordum seni,
Maşukun ettim seni,
Ümmi Sinan’a sordum,
Talip’te buldum seni”

Ümmi Sinan Hazretleri’nin kabri içine girdiğimizde o gül kokusunu her soluk alışımda hissediverdim… Gözlerimi kapayıp duamı ettiğim sırada sordum kendi kendime “Nerdeyim?” gözümün önünde bir mekan beliriverdi ansızın… Mekanın sağ tarafı masmavi bir deniz idi, uçsuz bucaksız bir kumsalı vardı.. Sol tarafına kafamı çevirdiğimde ise yine uçsuz bucaksız gül bahçesi içinde buluverdim kendimi… Rengarenk çeşitli güllerle kaplı sonsuz bir gül bahçesini gördüm… Kendime geldikten sonra o ruh haletini anlatamam… Günlerce etkisinde kaldım…

Son söz olarak Felix’in yüreğinden dökülenler;

Girdim Sinan Şehri’ne,
Pir’im Ümmi Sinan
Muhabbeti Muhammed Ali
Gül demindedir Sinani
Yolunun Candan Talibi

Cümlesine Selam OLsun. Cümlesinin Yüzsuyu Hürmetine Yaradan Derman OLsun.

Son söz olarak benim de kocayüreğimden dökülenler;

Ey CAN’ımın CANAN’ı  “Sevgili”;
Dinle az hele içimdekini…

Bir değirmen misali vecd edip,
dönüp duruyorum yana yana.
İster yele veririm kendimi,
İster isem hayat suyuna…

Gül bahçesinin bir gülüydüm,
Günüm geldi açıldım,
Günüm geldi koparıldım
Günüm geliyor solacağım
O “Yar”e yine “sevgi” ile sunulacağım…

O “Yar”in uğrunda can versem ne yazar,
Ne hoş ölüm olurdu bu bana…
Ben “O”nun divanesiyim zaten,
Toprak da hep aşina bana…

Bu gece aşkın gam’ı var sanki,
BİR’in PERDE’sinden okunan…
Sufleler veriliyor sanki,
Her NAĞME’siyle yazdırılan…

“Aşıklar Diyarı”nın ışığını yaktım,
“Gönlü Uyanık”larla uykusuz kaldım,
“Sevgi”yi “Sevgili”lerle halka yaptım,
Hadi bu kapıdan BİR’likte geçelim…

Son sözünü eder bu Kocayürek;

Bu geliş-gidişler hep senin GÖNLÜ’ne,
Bütün günahlar ise benim HANE’me,
Şükürler olsun ki BIZ’i kavuşturana
Ayrılık zincirinin BAĞ’larından kurtulduk…

Bu huş’u içinde çarpıyor işte kalbim,
Tef vuruşu misali irkiliyor şu beynim
Ben ağlamaklı inleyiş arasında gidip gelmekteyken,
Nasıl SECDE edeyim ah “Yar”im sana….


7 Ekim 2010 Perşembe

Kış gelmiş neyleyim!..


 
Ne güzel... Güney yarımkürenin yaz aylarına girmesine az kaldı, onlar şimdilerde ilkbaharın son demlerini yaşıyorlar... Ardından oralara yaz gelecek...



Ancak, Kuzey yarımkürede yaşayan bizleri, soğuk havanın beklediği ise kesin...

Bunları ben demiyorum elbette... Önce Polonyalı bilim adamları "Avrupa 1000 yılın en soğuk kışını yaşayacak" demişler... Ardından NASA'dan gelen veriler böyle bir önermeyi doğrular nitelikteymiş...

Polonya ve Rusya bu durum için daha şimdiden önlem almış durumdaymış... 

Bir iki sene önce National Geographic Channel'da Gulf Stream sıcak su akıntısını konu alan bir belgesel seyretmiştim... Orada da aynı konu işleniyordu. Gulf Stream sıcak su akıntısının akış debisi yıllar içinde gittikçe azalıyordu. Buna da sebep küresel ısınmaydı...

Umarım tüm Türkiye olarak bu soğuk havaya hazırlıklıyızdır... En başta büyük metropol İstanbul'da yaşayan bizlerin yetkilileri, bu haberlere kulak kabartıyorlardır... Gerekli tedbirleri almak için kolları sıvamışlardır... Yoksa halimiz harap... Bastıran ani kar yağışı sebebiyle tedbir almadan yola çıkan arabaları, trafik keşmekeşini vs.. vs..'yi düşününce kanım şimdiden donuveriyor...

 Hiç unutmam 1987 senesiydi... Şubat ayı mevsim normallerinin üstünde gitmişti... Ancak Mart ayı geldiğinde öyle bir kar yağışı olmuştu ki, kar 15 gün yerde kaldı. İstanbul kara tam teslim oldu... O senelerde Cağaloğlu'nda Milliyet'te çalışıyordum... Gece çalışan bizler eve dahi gidemiyorduk. Yakınlardaki bir otelde kalmak zorunda kalmıştık... Birkaç gün gündüz çalışan arkadaşlar işe dahi gelememişler, onların yerine de biz çalışmak zorunda kalmıştık... 

Şimdilerde ise en ufak bir kar yağışı alarmı aldıklarında her yeri tatil ediyorlar... Bilhassa da okulları...

Neyse ne yapalım... Kış ayı bu... Geç de gelse erken de gelse bereket aylarıdır kış ayları...

Çiftçiler kar yağışını beklerler ürünleri bol ve bereketli olsun diye...

Bu yüzden de boşuna dememiş atalarımız; "Kar yağar, bereket artar" diye...

Kışın yağan kar toprağı zararlı etkenlerden korunmasını ve dinlenmesini sağlarken bir yandan da toprağı nemli tuttuğundan verimini de artırırmış...

Bu yüzden cümbür cemaat bekliyoruz kış aylarını...

Yine atalarımızın deyimiyle "Soğuk kış günleri aygır gibi gelir, kısrak gibi çıkarmış"... Bu yüzden "kış geldi, başımıza iş geldi" demeden, "Kış güneşine fazla güvenmeyelim"... Kendimizi soğuktan ve aşırı yağışlardan koruyalım...

Ertan Yurderi

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Kemal Öncü'ye sesleniş ...


Sevgili Kemal ağabeyciğim,
Bugün senin doğum günün,
Dünyasal yaşamdan sesleniyorum sana...

21 + 21 + 21= ??
İster altalta yaz, ister yanyana topla
Değişmez sonuç her daim karşında
Yaş denilen şey rakamlar toplamı ...
Yaşamı hep matematiksel gördün mü kafana takarsın,
Matematikle işin olmazsa:
"YAŞ karar"larına takılmazsın derdin
Bizlere ironi yaparak bilirim...

İyi yaşayın,
Mutlu yaşayın,
Huzurlu yaşayın,
Gerisi ise "Nema Problema" diye de öğütlerdin...

Bugün YAŞ'ın;
Ne 1 eksik, ne 1 fazla.
Ama BİZ'lerin sana olan ÖZLEMİ çok fazla...

Huzur içinde yat ağabeyim,
Mekânın Cennet'tir eminim...

Zaten duydum ki;
Halikarnas Balıkçısı Cavit Baba,
Can Yücel Baba ve sen
Üçlüyü kurmuşsunuz oralarda,
Siz Nuri'ler, karşınızda da huriler
DEM'leniyormuşsunuz dünyaya gülümsemeyle bakarak..


Ağabeyciğim,
BİZLER de dünyadan gökyüzüne bakarak DEM'leniyoruz
Yanınıza gelmek için gün sayıp sıra bekliyoruz,
İyi sohbetler ve iyi DEM'lenmeler sizlere ...
Seneye bugüne sağ çıkarsam yine gelirim yanına
Elbette dünyasal doğum gününü kutlamaya..
Şimdilik kal huzurla ...

Onpuntocu kardeşin
Ertan Yurderi

11 Haziran 2010 Cuma

Suya giden eşek, sudan geriye döner mi dönmez mi?..






70’li yılların başlarında daha ben ortaokul çağlarındayken İbrahim adlı dayakçı bir Türkçe öğretmenimiz vardı…

Tesadüf budur ki bu Türkçeci öğretmenimiz haftanın altı günü bizim sınıfla da yakından ilgilenirdi.

Çünkü sınıf öğretmenimizdi…

Öğretmenimizin “Dayakçı” lakâbını okulda bilmeyenimiz yoktu…

Okulun diğer sınıflarındaki tüm öğrenciler bu yüzden bizlere acıyarak bakardı…

Öğretmenimizden gerek Türkçe dersinde, gerekse de Türkçe dersi dışında dayak yemeyenimiz kalmamıştı…

Sınıfımızın camlarının açık olduğu zamanlarda ellerimize vurulan cetvel sesini, caddeden geçenler bile duyardı…

Öğretmenimizin ilginç bir dövme stili vardı…

      -          Ödevini yapmayanlar ayrı,
      -          Konuşanlar ayrı
      -          Yaramazlar ayrı
      -          Sıra başkanları ayrı
      -          Sınıf başkanı ve yardımcısı ayrı

Kısaca herkes ayrı sınıflandırılmayla sıra dayağına çekilirdi…

Aslında bu sıra dayağının ilginç olan diğer tarafı da, dayak yemeden önce öğretmenimizin bizi psikolojik olarak çökerten sorusuydu… Bu soruyu sormaya başladığında hepimiz korkudan tir tir titrerdik… Çünkü sonunda gayet okkalı dayak vardı…

Bizlere sorduğu soru şuydu:

- Suya giden eşek, sudan geriye döner mi dönmez mi?

“Gelir” diyen de dayak yerdi, “Gelmez” diyen de… Yani o gün kısmetinizde dayak varsa o dayak mutlaka yenilirdi…

O zamanlar içimden hep…

“- Ulan eşek, eşşoğlueşek seni elime bir geçirirsem.. Seni suya götürüp susuz getirecem” derdim…

Tabii ki bu kadar kibar bir cümleyle değil…Onu da siz anlayın artık…

Ha bu arada bu eşek milletinin söz dinlemeyen bir hayvan olduğunu daha o zamanlar anlamıştım…

Başına buyruk hareket etmeyi sevdiklerinden serbest bırakıldıklarında olması gereken yerlerden uzaklaşıp kendilerini aratmalarıyla meşhur olduklarını da …

İyi de kardeşim, eşek susuyor, suya gidiyor, geriye dönmüyor… Bu yüzden kendini aratıyorsa, dayağı niye biz yiyoruz bunu hiç anlayamamıştım o zamanlar…

Yine Türkçe öğretmenimizin dersinin olduğu bir gün, önceden verilen ödevimi yapmayı unutmuş ve öyle okula gidivermiştim… Okula geldiğimde arkadaşlarım “Hocanın verdiği dersi yaptın mı?” diye sorduklarında aklım başıma gelmişti… Tırsmıştım… O gün dayak yemem kesindi…

Neyse, elimiz mahkûm tahtaya kalktık, dayak faslına başlamıştı öğretmenimiz…

Kategorize edilmiş sırayla dayak yiyen yiyene… Sıra bana geliyordu…

Tabii ki o kaçınılmaz soru bana da soruldu:

- Söyle bakalım Ertan. Suya giden eşek, sudan geriye döner mi dönmez mi?

“Gelir” desem de dayağı yiyecektim, “Gelmez” desemde…

Aklıma bir anda güzel bir fikir geldi ve başladım şiirimsi dizeleri ard arda okumaya…

“Bir eğerdir eksikliğin eşekten
Bir de başında değnekle efendinden
Değnek sana azdır, sopa sana gerektir.
Eşeği dürtersin gider, çüş dersen durur
Eşek Ertan sen ne çüşten ne de durdan anlarsın
Ders yapmadan okula gelirsin…
Artık şu eşekliğini bırak bakalım…
Unutma, sonunda cenaze namazını sen de bekleyeceksin…”

İbrahim öğretmenimizin kolu tam havaya kalkmış ve cetveli indirmek üzereyken bu şiiri duyunca;

“- Bu şiiri sen mi yazdın evlat, bir yerde mi okudun…”

“- Ben yazdım öğretmenim…”

"- Tamam geç yerine otur eşek herif, bir daha ödevini yapmadan derse gelme…” demez mi…

Koşa koşa gittim yerime oturdum ve sıra dayağı yiyenleri izlemeye başladım…

Bu kafamdan uydurduğum eşek şiiri epey bir popüler oldu okulda… Önüne gelen gelip bana şiirin mısralarını yazdırttı… Ezberlemeye çalıştı, tabii ki dayak yemekten kurtulmak için…

Bizim öğretmenimiz işi çakmıştı artık… Başka sınıflara girince orada dayak faslına başlamadan önce “Eşek Ertan Şiiri”ni okuyanlar bu yana, okumayanlar bu yana diye sormaya başlamıştı…

Şiiri ezbere okuyanlar artık dayak yemiyor, okuyamayanlar ise sırayla dayak yiyorlardı…

Sonrasında ne mi oldu merak ettiniz değil mi?

“Eşek sudan gelinceye kadar” lafı okuduğum okulda tarih oldu…

İbrahim öğretmenimiz emekli olduktan sonra okuldan ayrılmasıyla dayak faslımız bitiverdi…

Ama şiirim okulun duvarlarını ve yıllığını süslemeye yıllarca devam etti…

İşte aşağıdaki fotoğraftaki eşek de, suya gidip, sudan hâlâ bir türlü dönememiş ama röntgene yatmış bir eşek oğlu eşeğe ait… Şimdi kimbilir kaç kişi bu eşek oğlu eşek yüzünden okullarında dayak yiyordur…


Siz siz olun, böyle eşekleri, hatta eşek oğlu eşek’leri görünce dürtün…
Belki söz dinler geriye yuvasına dönerler…
Bu yüzden de bir yerlerde birileri fena halde dayak yemekten kurtulmuş olurlar…

Ertan Yurderi

20 Mayıs 2010 Perşembe

Okyanusta Bir Küçük Kara Balık


Sevgili Genel Yayın Yönetmenim Hasan (Sonsuz) Çeliktaş’ın bir akşam, gecenin en ilerlemiş saatinde beni cep telefonumdan arayıp; “Ağabey, Çağan Irmak’tan senin için randevu aldım, yarın Çağan Irmak’la öğleden sonra röportajın var” haberini alır almaz, hem çok sevindim, hem heyecanlandım, hem de telaşlandım birden… Severek izlediğim “Çemberimde Gül Oya” dizisinin yönetmeniyle görüşecektim sonunda… Sabaha kadar kafamda sorabileceğim soruları düşündüm durdum, heyecanım buluşma saatine kadar devam etti durdu… Gerekli teknik hazırlıklarımı yaparak buluşma saatinde Taksim Gümüşsuyu’ndaki Avşar Film’e inen merdivenlerden inmeye başladım… 90. Basamağın sonu beni Avşar Film’e çıkardı. Kendisiyle ilgili işittiğim setteki gibi otoriter ve sert birisiyle karşılaşacağımı düşünürken karşıma sakin, güler yüzlü ve tüm sempatikliğiyle bir Çağan Irmak çıkıverdi… Yeni bir film çalışmasına başladığından dolayı çok yoğundu, ancak bu yoğunluk arasında bize de zaman ayırdı… Kendisine teşekkür ederek, şirketin üçüncü katında deniz manzaralı bir odada sohbetimize başlayıverdik…

Çağan Irmak 1970 yılında İzmir, Seferihisar’da doğmuş. Anne tarafından Giritli bir aileden geliyor… Kendisiyle konuştukça onun insan ve insana dair düşüncelerini, sinemacı olarak etkilendiği yönetmenleri ve akımları, sevdiği müzik türünü, yeni projelerini, genç Türk Sinemacılara mesajlarını, sporcu yönünü öğreniyoruz..

Irmak, 1992 yılında Ege Üniversitesi Radyo Televizyon Bölümü’nü bitirdikten sonra, sinema ve televizyon sektöründe yönetmen asistanlığına başlamış. Ancak öğrenim gördüğü yıllarda çektiği “Masal” ve “Kurban” isimli kısa metrajlı filmleriyle Sedat Simavi Ödülü’nü almış. O senelerde Yusuf Kurçenli, Orhan Oğuz, Filiz Kaynak ve Mahinur Ergun’un asistanlığını yaparak, 1998’de senaryosunu yazdığı “Bana Old and Wise’ı Çal” adlı ilk kısa filmimi gerçekleştirmiş ve İFSAK Kısa Film Yarışması’nda Birincilik Ödülü’nü elde etmiş.Yine aynı yıl “Günaydın İstanbul Kardeş” ve “Çilekli Pasta” adlı televizyon filmlerinin hem senaryolarını yazmış hem de yönetmenliğini yapmış. Aynı dönemlerde Mahinur Ergun’un yazdığı  “Şaşıfelek Çıkmazı”nın yönetmenliğini yaptığı dönemlerde TV için “Bir Aşk Hikayesi” adlı TV filminin senaryosunu da yazmış. Ayrıca,  “Karanlıkta Biri Var” ve “Pencereden Kar Geliyor” isimli filme çekilen iki senaryosu da olan Irmak’ın, 2000 yılında çekilen “Beni Unutma” isimli bir filmde de oyunculuk yaptığını öğreniyoruz.  “İkinci Bahar” ve “Asmalı Konak” dizi filmlerinin yönetmenliğini de yapan Irmak, 2001 yılında, ilk uzun metraj sinema filmi olan “Bana Şans Dile”yi çekmiş.


– Sayın Irmak, “Bana Şans Dile” (2001) sizin Aksiyon/Gerilim dalında “aile içi şiddet, sevgisizlik ve iletişimsizliği” anlattığınız ilk sinema filminiz olmuş ve 14. Ankara Film Festivali’ne de bu filminizle iştirak etmişsiniz. Ancak bu filmden umduğunuzu bulamamışsınız. Bize bu konuda ne anlatmak istersiniz?

– Bu filmim geçmem gereken bir kapıydı benim için. Tabii ki ben de çok şey umarak başlamıştım bu filmime. Ancak “hayatta insanlar plan yaparken Tanrı yukarıdan gülümsermiş” diye bir laf vardır ya, bu film düpedüz kötü filmdir ve benim için sakat doğan bir bebek gibidir. İlk acemiliğimde “çok şey söylemeye çalıştığım için maalesef çok az şeyi söyleyebildiğim” bir film olmuştur. Senaryosuna çok inandığım bir filmim olmasına rağmen birçok imkansızlıklarım yüzünden de kötü bir film olmuştur. Maalesef yazdığım gibi çekemedim filmimi.

– Sayın Irmak daha sonra sizi yönetmen ve senarist olarak 2004 yılında yine bir Aksiyon/Gerilim filmi olan “Mustafa Hakkında Herşey”le izledik. Bu filminizle de “normal gibi görünen insanların gerçekte hangi koşullarda ve nereye kadar normal olduklarını” sorgulamıştınız. Bu filminizle ilgili olarak bizlere başka söylemek istedikleriniz var mı?

– “Mustafa Hakkında Herşey” benim çok sevdiğim,  tamamen arkasında olduğum bir filmdir. Ancak, Türkiye için hala erken bir film olduğunu düşünüyorum. Çünkü filmim ilk çıktığı günden itibaren (internetteki yorumlara dikkatlice baktığınızda) filmin seyircisi gittikçe arttı ve yine çok enteresandır ki bir yıl sonra seyirciler insanlar bu filmi ancak anlayabildiler. Belki de şöyle bir şey vardı. Asmalı Konak dizisinden sonra benim popüler bir film çekeceğimi zannettiler insanlar ve “Mustafa Hakkında Herşey”le karşılaşınca şaşırdılar. Ve o şaşkınlık beni kafalarında bir yere oturtmamalarına neden oldu. Oturtamadılar çünkü, “Çağan Irmak kimdi? Nasıl bir şey yapmak istiyordu? Popüler sinema mı, dizi film mi? Dizi filmlerdeki bu başarısını sinemada niye sürdüremiyor?..” Ancak, çok enteresandır ki, onların dizi filmlerindeki başarı diye addettikleri şey,  sinemadaki başarısızlık değildi. Bu yüzden kafalar karıştı bir süre. Aslında ben,  “Asmalı Konak”ı ya da bundan önceki çektiklerimi çekmeseydim “Mustafa Hakkında Herşey”i ilk filmini çeken bir yönetmen olarak çekseydim herkesin görüşü çok daha farklı olacaktı. Bir filme tamamen ön yargılarımızı bir kenara koyup da izlemek için gitmeyi henüz tam beceremiyoruz bence.  Nasıl ki, “Bana Şans Dile” düpedüz kötü bir filmim oldu diyorsam, inanın ki “Mustafa Hakkında Herşey” de çok iyi bir filmimdir.

– “Mustafa Hakkında Herşey”le Altın Portakal’da “Behlül Dal Jüri Özel Ödülü” almışsınız, ayrıca İstanbul Üniversitesi “Yılın En İyi İletişimcileri Ödülleri”nde bu filmle “En İyi Yönetmen” ve “En İyi Senaryo Ödülü”nün de sahibi olmuşsunuz…

–  Ayrıca bu filmim birçok yurtdışı film festivallerine de gösterim amaçlı katıldı. Bu da benim açımdan çok güzeldi.

– Peki bunların arkasından size şöyle bir soru sorabilirim. Çağan Irmak yazıp çektiği filmleriyle bize ne anlatmak istiyor? Veya insan’a ve  insan yaşamı’na dair neler anlatıyor?

– Genellikle ben de dönüp yaptığım filmlere baktığımda, “metropol insanı” ve “metropol insanının giderek kaybettiği değerleri” anlattığımı fark ettim. Yaptığım filmler beni hep oraya getirmiş. Yani bu başından beri verilmiş bir karar değilmiş. Ama benim derdim oymuş meğer. Bunu “Mustafa Hakkında Herşey”de de anlatmaya çalıştım hatta “Günaydın İstanbul Kardeş”te bile bunu anlatmaya çalıştığımı fark ediyorum. “Geçmiş zaman” ve “bugün insanı”. Bu insanlar ve insanlar arasındaki ilişkiler 10 yıl önce nasıldı, 20 yıl sonra nasıl olacağa kadar giden sorular cevaplandırılıyordu filmleriminde onu farkettim.

– Peki bu konuda yurtiçinde veya yurt dışında etkilendiğiniz yönetmenler var mı, sizi sinemadaki hangi akımlar etkiliyor?

– Etkilenmek mi, saygı duymak mı veya çok sevmek mi bilmiyorum ama, Ömer Lütfi Akad benim idolüm diyebileceğim yönetmendir. Çocukluğumda onun filmlerini izlerken onu Ömer Lütfi Akad olarak bilmiyordum ama, yaşım ilerleyip daha sonra o izlediğim filmlerin yönetmeninin Ömer Lütfi Akad olduğunu öğrenince  “İşte benim idolum” dedim. Ve bir de Reha Erdem var. Erdem, bence hala değeri anlaşılamamış bir yönetmendir. Bu iki isim bence çok büyük isimlerdir.

– Peki etkilendiğiniz akım?

– New York Bağımsız Sineması’nı çok seviyorum. Kurucusu John Cataves’tir. Maalesef yeni kuşaklar bunu bilmez, Lars von Trier’in filmlerine dogma film derler ama eğer bir dogma sineması varsa o bence John Cataves’le çok uzun yıllar evvel doğmuştur. Çok büyük bir adam bana göre. Etkilendiğim akım ve yönetmen bu…

– Çağan Irmak filmlerinde ve dizilerinde müziği ve kamerayı insanları etkilemek için nasıl kullanıyor? Etkilendiğiniz akımın bunda etkisi var mı?

– Aslında benim ilk temel problemim insanları kamera ile etkilemek değil. Rus sineması ortaya çıktığında da iki kural vardı. Biri “Ben haberci bir kamerayım” der, biri de “Ben kamera olarak bir gözüm” derdi. “Koşan atla beraber koşarım”,  “Yürüyen insanla beraber yürürüm”. Benim yaptığım da sadece bu aslında. Yürüyen insanı takip etmek ve onun oyununu yakalamak.  Bu,  seyirciye ilk başta kamera hareketi gibi geldi. Ama şimdi yavaş yavaş onlar da benimle birlikte benim sinema dilimi kurmaya başladılar. O hareket eden kameranın sadece ve sadece oyuncunun oyununu yakalamak için yapıldığını görüyorlar. Benim tek derdim buydu işte. Değişen durumlar, olup biten herşeyin karşısında insanların yüzlerini en yakın plan ifade ile yakalamak. Bunu yaparken de o mizansenle kamera da hareket ediyor. Dolayısıyla bir kamera hareketiymiş gibi görünüyor ama benim derdim o oyunu yakalamak. Başka bir şey değil kısaca.

– Peki müziği nasıl kullanıyorsunuz?

– Müziğin de çekilen bir sahneye tamamen hizmet etmesini istiyorum. Zaman zaman klasik müzikler kullanıyorum çünkü o sahneyi bana o klasik müzikler hissettiriyor. Bence doğal olan bu.

– Klasik müzikle çekilen sahneleri “Çemberimde Gül Oya” dizi filminde de gördük. Beni en çok etkileyen müzik, Zarife’nin annesi Sultan’ın eşini vurduğu sahnede kullandığınızdı örneğin. O sahneden ben de çok etkilendim açıkçası. Sultan’ın duygularını çok iyi geçiriyordu bizlere.

– Evet o sahnede kullandığım müzikteki aryanın bir anlamı vardı. Aryanın sözlerine baktığınızda “Beni cennette koruyan ve bağışlayan biri var mı?” diyordu. O sahneye bu arya her şeyiyle tam anlamıyla uyuyordu.

– “Çemberimde Gül Oya” dizisi bitti ancak yeni yayın dönemi için diziye devam edecek misiniz? Yoksa yeni bir dizi projeniz var mı?

– Yeni yayın döneminde dizinin devamı asla olmayacak ve yeni yayın döneminde bir dizim de olmayacak…

– Peki yeni bir film projeniz mi var yoksa?

– Evet var. Şu an Komedi/Dram türünde “Babam ve Oğlum” adlı sinema filminin çalışmalarını yapıyoruz. Bu filmin ana temasında Egeli bir aile var. Biraz tatlı kaçık bir Egeli aile bu. Kelimenin manasıyla hani üç şekerli denir ya, işte öyle. Bu ailenin büyük bir çiftlikte başından geçen üç kuşak jenerasyonunun hikayesi olacak bu film. Çok eğlenceli bir senaryo. Çok severek yazdım. Çünkü o insanları da çok iyi tanıyorum çünkü benim çocukluğumun insanları onlar. Doğup büyüdüğüm kasabanın insanları onlar. O yüzden yine benden bir malzemeyle yola çıkıyorum. O filmde o Ege yöresine ait birçok kültürü de bulacaksınız.

– Sayın Meltem Savcı’nın 2002’de sizinle yaptığı bir röportajda okumuştum. Siz yazar olarak Tarık Dursun K’dan da etkilendiğinizi söylüyordunuz o röportajınızda. Hatta Sayın K’nın “Hoşçakal Küçük” kitabını da bir gün film yapmayı da düşünüyormuşsunuz.  Böyle bir düşünce gündemde var mı?

– O sıralar o kitabı aradığımı da söylemiştim. İnanır mısınız, o kitap defalarca bana geldi. Beni çocukken bu kitap çok etkilemişti. İleride bu kitabı da bir film olarak yapmayı çok istiyorum. 70’li yıllardaki bir memur ailesinin hayat mücadelesi anlatılıyordu o kitapta. O yıllardaki idealist bir öğretmen baba ve çocuğunun hikayesiydi. Bu idealist öğretmen sonradan senaryo yazarı olmayı düşünüyor. Bütün bunlar ve o dönem,  küçük bir çocuğun gözünden anlatıldığı için beni çok etkilemişti.

– Umarım bir gün çekmek kısmet olur.

– Umarım, kısmetse…

– Yeniden “Çemberimde Gül Oya” dizisine dönelim isterseniz. 12 Eylül 1980 ihtilali döneminde 10 yaşındaymışsınız. Dizinin senaryosunu,  o çocukluk günlerinizde yaşadıklarınızla ve gözlemlediklerinizle de bağdaştırarak yazdığınız söyleniyor. O günlere dair neler hatırlıyorsunuz? Dizinin senaryosunda atladığınız veya anlatmadığınız bölümler oldu mu?

– Aslında ben o yılları 20’li veya 30’lu yaşlarımda yaşasaydım eğer,  şimdi bu hikayeyi çekemezdim zaten. Çünkü insanlar büyüdükçe kafaları bir sürü şeyle doluyor ve belli bir süre sonra da düşünsel bir kirliliğe geliyorlar. Çocukluktaki gibi kirlenmemişlikle olaylara o kadar saf gözlerle bakamıyorlar. Dizim, o günlere ait çocuk gözlerin hikayesi’ydi benim için. O yüzden şimdi onu anlatıyorum. Televizyon eleştirmeni Yüksel Aytuğ “Çemberimde Gül Oya” ile ilgili çok güzel bir şey söylemiş. Çağan Irmak,  çocuk kalbinin vasiyet mektubunu açtı” diye. Bence “Çemberimde Gül Oya” için söylenebilecek en iyi sözlerden birisi bu. Hakikaten bu bir vasiyetti benim için “Onu yapma, bu günlere anlat”. O günleri yaşayan bir insan belki bir daha onunla birebir yaşayan bir insan artık onunla yüzleşmekten irite olabilir. Onu anlatmak istemeyebilir. Mesela ben biliyorum ki “Çemberimde Gül Oya”yı sırf bu nedenle seyredemeyen bir çok insan var. Mesela benim için çok büyük bir oyuncu olan Tomris İncer, bu hikayeyi izleyemiyor. Çünkü perişan oluyormuş izlerken. Benden çok özür diledi, “Kaç kere izlemek için TV’nin başına oturdum, hep kapattım” dedi. Hani o yüzleşmek denen şey bu işte… Yüzleşmek, bir yerden sonra o yaranın kabuğunu kaldırıp tekrar kanatmaya neden oluyor. Ama “Çemberimde Gül Oya” dizisini yapmamın en önemli nedeni,  sadece bugünkü jenerasyonla tanıştırmaktı o günleri. Ve bu konuda başarıya ulaştığımızı düşünüyorum.  Çok enteresandır ki, bu dizinin seyircisini 30 yaş üzeri beklerken tamamıyla 15 ve 25 yaş arası olduğunu gördük. Bu arada dizinin senaryosunda “özgürlük” anlamında atladığımız ve anlatamadığımız yerler birkaç yerde ve birkaç kez oldu. Bizim kendimize uyguladığımız otosansür’den dolayı anlatamadığımız birkaç yer oldu. Örneğin biz darbede bir kişinin idama gidilişini gösterdik. Ama toplam rakam 516’ymış sanıyorum. Çok daha acı şeylerin yaşandığını ben de biliyorum.

– Senaryoyu yazarken daha önce uzun metrajlı bir film olarak düşünüyordunuz da sonradan diziye çevirdiğiniz için mi bazı sahneler atlandı diye ben de düşünmüştüm.

– Kesinlikle hayır. Aslında biz o dönemlerde işkencenin var olduğunu gösterdik bu dizide, ama sadece Mehmet’e yapılırken gösterdik. Dünyanın bütün politik filmlerine baktığınızda (Missing’e, Costa Gavras’ın yaptığı bütün filmlere), aslında ilk başta bir adamın, iki adamın ya da üç insanın hikayesidir ve bunun sonunda ülkenin politik kaderi sorgulanır. İlk önce o insandan yola çıkarlar. “Çemberimde Gül Oya” da 10 kişinin hikayesiydi. O yüzden Mehmet’e işkence yapıldı. Ama işkence yapılan milyonlarca insan vardı. Şimdi onları gösterirsem bu “slogan atmak” olur. Ben Türkiye’nin o döneme ait bütün durumunu birer kişinin özetine indirmeye çalıştım bu dizide. Çünkü benim yaptığım şey bir hikaye anlatmak. Bunu mutlaka böyle yapmalıyım. Şayet yapmazsan o zaman sinemacı kimliğimden uzaklaşıp bir “slogan atan insana” dönüşürüm. Bu beni yanlışa sürükler. Zaten seyirci de aptal değil, anlıyor. Mehmet’e işkence yapılırken,  “demek ki bu ülkede işkence varmış, demek ki binlerce kişiye yapılmış” diyor. Artık seyirci bunu anlayabilecek kapasiteye geldi diye düşünüyorum. “Çemberimde Gül Oya”nın ratingleri de bunu kanıtlıyor. Bu dizi ilk başta hiç kimse tarafından tutulacağına inanılmayan bir dizi filmdi.  Çok yapımcıdan da geriye döndü.

– Ben de tam, dizinin istediğiniz gibi olup olmadığını ve bugünkü genç kesimden ve o dönem gençliğinden nasıl eleştiriler aldınız diye soracaktım..

– 78’liler Vakfı’nın bu diziyi çok sevdiğini ve seyrettiğini iyi biliyorum. Tepkileri çok olumluydu. İlk birkaç bölümde birkaç çatlak ses duyuldu, onlar da çok aceleci davrandılar. Aceleci davrandılar fakat ilerleyen bölümlerde biraz erken konuşmuş olduklarını onlar da fark ettiler. Çünkü “bir hikaye önce serimdir, sonra  düğümdür, sonra çözümdür.” Çözümü pek beklemeden yapılan konuşmalardı bunlar. Ama sonra da böyle olmadığını gördüler.

– “Çemberimde Gül Oya”nın yayında olduğu dönemde devletin farklı kurumlarından dizideki bazı bölümler yüzünden baskı görüp bu yüzden sansürledikleri bölümler oldu mu?

– Böyle bir şey hiç olmadı, ancak eminim ki getirmeyi istemişlerdir. Fakat onlar da akıllandılar. Eğer bu diziye sansür uygulasalardı, iş daha da büyüyecekti. Büyütmemeyi öğrendiler ve nefret ettikleri halde sustular bence. Ben böyle olduğuna inanıyorum.

– Bu dizi sonrasında Çağan Irmak’ın hayatında değişen şeyler oldu mu?

– Açık açık söylüyorum ki, “Hiçbir şey aynı kalmayacak.”

– Uzun süren bu dizi sizi nasıl etkiledi?

– Beni büyüttü. Bundan önce yaptığım işler açısından söylüyorum genç bir ergensem, şimdi o ergenlik dönemimi atlattım. Yani artık hayatımda hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Her şeyi çekemeyeceğim, her şeyi yapamayacağım. Para kazanmak için bir şey yapamayacağım mesela. Artık “Çemberimde Gül Oya”nın seyircisi bunu kabul etmez.

– Ilıcaklar’ın “Dünden Bugüne Tercüman” gazetesinin düzenlediği “1. Beyaz İnci TV Ödülleri”nde “Çemberimde Gül Oya” dizisi iki ödül aldı.  Drama Dalı’nda “En İyi Yönetmen Ödülü”nü siz aldınız, ayrıca dizide rol alan Özge Özberk de yine Drama Dalı’nda “En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülü”nü aldı. Düzenlenen bu tür ödül törenlerine nasıl bakıyorsunuz yönetmen olarak?

– Biz seyirciden zaten ödülümüzü aldık. Ben o gün İzmir’de yeni çekeceğim film için mekan baktığımdan, ödül törenine katılamadım. Bu tür ödüller açıkçası benim pek ilgimi çekmiyor. Eğer ki bu tür ödüller, beraberinde belirli bir kalite ve standart getirecekse hay hay. Ben gerçek ödülümü seyirciden aldığıma inanıyorum. Benim sinema yaşantıma baktığınızda seyirciden ödüller alıyorum ben. Yani bana verilen ödüller de seyirci oylarıyla veriliyor hep. İstanbul Üniversitesi’nde aldığım ödüller, Asmalı Konak’la aldığım ödüller, bunlar hep seyirci ödülleriydi. Ödüllerin en büyüğünü aldım ben. “Çemberimde Gül Oya”nın 40.  bölümünde bir laf vardı. Dizideki yönetmen telefonda kadına şunu söylüyordu: “Ben bu hikayeyi anlatmak istiyorum. Entelijensiyanın benim sırtımı okşamasına ihtiyacım yok.” Bu da benim için geçerli.

– derKi okuyucularına ve bilhassa derKi’nin genç okuyucu kitlesine bugüne kadar aklınıza gelip de hiçbir yerde fırsatını bulup da bir türlü söyleyemediğimiz özel mesajınız var mı?

– Mesaj değil de bir önerim olabilir. “Hayatlarının her karesi çok değerli” bunu hiç unutmasınlar. Mesela askere gitmeden önceki Çağan Irmak’la, askere gidip geldikten sonraki Çağan Irmak çok farklı. İnsanın bir yerde oturup bir bardak çay içmenin bile bir nimet olabildiğini unutmasınlar. Bu çok önemli. Yanlış anlamasınlar sakın, militarizmi destekliyor diye bir şey çıkmasın bu sözlerimden. Şunu söylemek istiyorum ben: ‘Hayatta bize verilen her şey bir nimet aslında. Ve bunun kıymetini bilmek gerekiyor.’ ‘Etrafınızda hayat akıp giderken buna asla seyirci kalamayız. İçine girmek, gözlemlemek, her an yaşadığınızı hissetmek gerekir.’ O önemli. Onu söyleyebilirim. Bir laf vardır, ‘Mutluluk yaşanmaz da  sonradan hatırlanan bir şeydir’ derler ya. Onlar mutluluğu yaşasınlar.

– An’ın kıymetini bilin ve AN’ın içinde ‘mutlu’ olun. Ne geçmişin tasası, ne de gelecek düşüncesi sizi etkilemesin. Sadece AN’ın kıymeti bilin diyorsunuz kısaca sanırım.

– Evet kısaca öyle.

– Peki Çağan Irmak bir sinemacı gözüyle Türk Sineması’nın geleceğine nasıl bakıyor?

– Açık konuşmak gerekirse, yeni gelen asistan arkadaşlarımızda bir kafa karışıklığı var. Tuhaf bir kafa karışıklığı. Şayet sinema yapacaksanız, sinema sizden hayatınızı ister. Başka hiçbir şeyi koyamazsınız onun yerine. Hani %70 gibi bir oran maalesef sinemayı, salt sinema yapmak için tercih etmiyor. Bu konuda biraz karamsarım. Ama biraz. Hayatlarında çok fazla başka şey var. Çok fazla başka şeyle dolular. Mesela boş zamanlarda senaryo yazmak yerine ya da iyi bir kitap okumak yerine,  (hayatlarında o da olacak ama) maça gidiyorsa bir sinemacı olmak isteyen genç, ondan sinemacı olmaz. O yapmasın bu işi. Tabii ki de bunlar da olacak hayatımızda ancak ‘ben limon da satarım, sinema da yaparım onu da yaparım, bunu da yaparım’ diyorsa hiç yapmasın bu işi. Hiç yapmamalı bence. Bu sinemaya da ihanet etmek demektir. Kısaca,  sette olmak, çalışmak, bunu o aşkla yapmak lazım. Başka türlüsü de  olmuyor zaten.

– Siz sanırım büyük zamanınızı çalışarak geçiriyorsunuz.

– Ben herkesi çalıştırmıyorum ama. Kendim çalışıyorum sadece. Setteki çalışma saatlerini çok makul tutuyorum, bu hem teknik ekip için, hem oyuncular hem de benim için çok önemli.

– Peki yönetmen Çağan Irmak set içinde ve set dışında nasıl biri? Yaşamını nasıl sürdürüyor?

– Normal hayatta çok sakin, çok keyifli ve mutlu bir adamım ama, sette biraz otoriterim, bunu kabul ediyorum. Bu sertlik anlamında değil ama biraz inatçıyımdır. İstediğim şeyler yerine getirilmezse o sahneyi çekmekten vazgeçebiliyor ve paydos verebiliyorum. Yani o standardı, o kaliteyi korumak adına birazcık dediği dedik olabiliyorum. Onu herkes de biliyor zaten. Saklamama gerek yok.

– Boş zamanlarınızda spor yaptığınızı söylemişsiniz bir röportajınızda. Sporla aranız nasıl? Hangi tür spor yaparsınız?

– Ben genellikle koşarım. Koşarken de yeni hikayeler düşünürüm. Böylelikle yaptığım spor da boş geçmemiş oluyor. Ayrıca benim fazla enerji problemim olduğu için onun birazını sette, birazını da koşarken atıyorum.

– Müzikle aranız nasıl? Hangi tür müzikten hoşlanırsınız, sevdiğiniz grup var mı?

– Müzikle aram yok, müzik her an dibimde… Her dakika yanımda sanki. Bach’ı ve “Mor ve Ötesi”ni çok severim.

– Bize yeni film çalışmanız sırasında ayırdığınız bu değerli zaman için derKi okuyucuları ve derkidaşlarım adına çok teşekkür ediyorum. Yeni çalışmalarınızda size başarılar diliyorum.

– Ben de teşekkür ederim.


(Editörün Notu: Türk TV tarihinin belki de en iyi dizisi “Çemberimde Gül Oya”nın, “Küçük Kara Balık”ı Çağan Irmak’a ve röportajı yapan Ertan Abi’ye sonsuz teşekkürler… Çağan Irmak’ı daha nice kereler ayakta alkışlamak dileğiyle…)