2 Mart 2010 Salı

Bir hafta sonu gezintisi...


Aslında bu yazıyı dün yazıp bloguma koymam lazımdı... Günlük koşuşturmacalarım içinde unutup gitmişim, yerine bambaşka bir yazı koymuşum... Ama iyi ki de koymuşum, güzel yorumlar ve geriye dönüşler aldım... "Görmesini bilen Usta" adlı yazıma yorum yazan ve e-maille geriye dönen tüm dostlara teşekkür ediyorum...

Bilmiyorum siz de farkediyormusunuz benim gibi. Zaman ne kadar da hızlı akıyor artık değil mi?... Gün başı, gün ortası derken, bir bakıyorum hafta ortası ve hafta sonu gelivermiş..

Uzun zamandan beri çevremdeki bir çok arkadaşımın da diline pelesenk oldu bu cümle: "Yahu biliyor musun? Günlerin ne çabuk geçtiğini bir türlü anlayamıyorum. Hafta sonu hemen geliveriyor..."

Gerçekten de çağımızda zamanı hızlı bir şekilde tüketmeye başladık... Ay başı, ay ortası, ay sonu derken bir bakıyoruz ki mevsimler ayları kovalamış, aylar ise yılları... Yaşamımız ise bir çırpıda geçivermiş, gitmiş...


Geçen cumartesi sabah erkenden Fındıkzade'den tramvaya atladığım gibi Mısır Çarşısı'nın yolunu tuttum. Hafta sonları erkenden gitmek lazım buralara. Gün ortasına doğru çok kalabalık oluyor yoksa...


Eminönü meydanına geldiğimde daha sokak köpekleri hâlâ uyanmamış, kediler ise "karnım aç mama yok mu mama?" modundaydılar... Güvercinler ise ürkek bakışlarla onları besleyecek insanlar arıyordu...


Bir yem satıcısı kadının önünden birkaç tabak buğday alıp attım onları beslemek için...

Ardından Çiçekçiler Pazarı'na dalıverdim...


Rengarenk çiçek bahçesi cennetten bir yer gibiydi... Yüzlerce çeşit vardı... Hepsine doyasıya bakarken bazı dükkanlardan gelen kuş sesleri, "gel bize de bak, bize de gülümse, bize de sevgi ver" der gibiydiler... 


Gözüme çarpan bir başka şey de renkli tüylü cins tavuklardı. Hepsinin kendine has isimleri vardı.

Çiçekçiler Pazarı'nın arka tarafındaki girişten Mısır Çarşısı'na dalıverdim...


Sabah alışverişini seven turistler, çarşıyı doldurmuştu... Müşteri bekleyen dükkan sahipleri dükkanlarının önünden gelip geçenleri içeriye buyur ediyordu...


Fotoğraf çeken beni bile turist zannediyorlar, benim hangi milletten olduğumu anlayamadıkları için de "İngilizce, Fransızca, Almanca, Rusça ve Yunanca" laf atıyorlardı...

"Ben Türk'üm yahu, İstanbulluyum" deyince de, yüzlerinde gülümsemeyle "Şey, fotoğraf çekince yabancı zannettik sizi" diyorlardı...


Hasırcılar Kapısı'na doğru yaklaşırken Mehmet Efendi Kurukahvecisi'nden de burnuma mis gibi kahve kokusu geliyordu. Gidip kahvemi aldım...

Tekrar tramvaya atlayıp eve doğru yola çıktım... Yolda gelirken, yanıma kattığım kahve kokusu, benim olduğu kadar herkesi imrendirmiştir eminim... Neyse eve gelir gelmez, hanıma, o mis gibi kokan kahveden yaptırtıp afiyetle içerken yorgunluğumu da attım...

İşte bir cumartesi günü sabah gezintim bu şekilde gelip geçti, gitti...

Yarın ne mi yaparım? 

Yarın ise emekli işi... Eminönü'nden kalkan bir motora atlar, şöyle bir boğaziçi turu yapar, mis gibi deniz havasını solur benim ciğerlerim...

Ne dersiniz yakışır ama değil mi?..

Yaşamdan her an hep tat almamız dileğimle... 

Ertan Yurderi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Nasıl yazımı beğendiniz mi? Yorum bırakarak benim gelişimime katkıda bulunabilirsiniz... Şimdiden katkınız için teşekkürler... Sevgiler ve saygılar... Ertan Yurderi (kocayurek)