Bugünlerde ülkemizin içinde bulunduğu yoğun gündem sebebiyle gerçekten de "canım çok sıkılıyor" dersem abartmış olmam...
Yaşam öyle hızlı akıp gidiyor ki... Gündem an be an öyle çabuk değişiyor ki...
Üstelik havaların da bir gün ılık, bir gün soğuk, bir gün yağmurlu gitmesi sebebiyle kafamın içinde on tonluk bir ağırlık varmış gibi hissediyorum kendimi...
Hani Nisan ayı içinde falan olsak, diyeceğim ki "bu bendeki değişiklik bahar ayının müjdecisi, bahar yorgunluğu"... Ama öyle değil biliyorum...
Kendimi böyle hissederken canım bir şey de yapmak istemiyor. Öylece oturuyorum koltuğumda... Kedim Şanslı ise kucağımda... Bu halimdeyken, onu ne kadar kendimden uzak tutmak istesem de, "Oğlum kalk kucağımdan" desem de nafile. Gidiyor, biraz kendi koltuğuna oturuyor, sonra yine kucağıma gelip poposunu devirip yan gelip yatıyor... Bu haliyle beni içinde bulunduğum durumdan kurtarmak mı istiyor, yoksa keyif mi çatıyor, anlayamıyorum...
Bu arada TV haberlerini seyrettikçe ve gazetelerdeki haberleri okudukça da içim kararıyor.
Dünyanın o kadar çok yerinde gözyaşı var ki... Ayrıca yine bir çok yerinde kan, bir çok yerinde düzenbazlık ve üçkağıtçılık, bir çok yerinde doğal afetler, ölümler ve vesairesi...
Bu haber bombardımanı içimin karartısını daha da körüklüyor.
Doğru dürüst değişik şeyler seyretmek için TV kanallarını turlarken National Geographic kanalında arıların dünyanın bazı yerlerinden birdenbire ortadan yok olmasıyla ilgili belgesele yine denk geldim... Güya canımın sıkıntısını giderecektim, sıkıntımı daha da arttırdım... O minik dostlarımızın aniden yok oluşuna da bir kez daha üzüldüm...
Oysa arıları ne kadar da çok severim... Çok akıllı yaratıklardır aynı zamanda... Yaz ayı geldiği zaman yazlığımın balkonunda sabah kahvaltılarımın vazgeçilmez dostudur onlar...
Hanım sabah kahvaltısını balkonda hazırlar hazırlamaz üşüşürler masamıza... Çilek reçeli tabağımızın vazgeçilmez konukları olurlar...
Bir ara öyle haşır neşir oldum ki bu minik dostlarla, sanki tanış olduk...
"Vız vız vız" diyerek bazen çift kişi ziyaretimize gelirlerdi, bazen de tek olarak gelirdi o irice göbekli olanı...
O irice göbekli olanına bayılırdım... Önce sofranın etrafında bir tur atar, sonra da kokusunu aldığı reçel tabağının kenarına nazikçene konar ve reçeli bizimle beraber üleşmeye başlardı...
Bir ben banardım ekmeğimi reçele... Bir de o banardı minik ağzıyla reçele...
Karnı yeterince doyunca o daha da iriceleşen göbeğiyle kendini zorlayarak havalandırmaya çalışır, bir iki kanat hamlesinden sonra havalanır ve gideceği yere doğru yoluna çıkardı...
Nasıl da söz dinlerdi, bunu nasıl becerebiliyordu hâlâ anlayabilmiş değilim. Sanki ne söylediğimi anlıyor gibiydi...
Arada sırada başka evlerin sabah kahvaltılarına da misafir olurdu kerata..
Bizim balkonun önünden transit geçerken, "Buyrun mösyö gelmiyor musun?" derdim. O da beni anlamış gibi vızvızlayarak "Tamam abi, sen kahvaltına başla, ben şöyle etrafı bir kolaçan edeyim sonra uğrarım" derdi... Yazlık siteyi turlayıp tekrardan gelirdi, reçel tabağımızın başına...
Hanımsa bu sohbete şahit oldukça gülerdi bana... "Bey, bırak arılarla konuşmayı, arıyla arı olma, alimallah seni sokarsa görürsün konuşmayı" ...
Ben de "Niye soksun ki, ben ona bir şey yapmazsam o da bana bir şey yapmaz" derdim hep...
Göbekli arımızın tek anlaşamadığı kişi ise evin Şanslı kedisiydi elbette...
Şanslı eğer sabah şekerlemesini yapmayıp, bizimle birlikte balkon sefasındaysa, bu iri göbekli arının peşini bir türlü bırakmazdı... Amacı onu bir pati darbesiyle yere serip, mağlup etmekti...
Yiyeceğinden falan değil, asla... Sinek olsa amenna, daha havadayken avlayıp mideye indiriyor da, arı yeme huyu yok Allah'tan... Biliyor elbette başına gelecekleri... O bile pati darbesiyle sersemlettiği arının başına ne işler açacağının farkındaydı...
Derken bir gün, evimizin bu sevimli iri göbekli sabah ziyaretçisinin yaşadığı yeri merak ettim ve yazlığımın bulunduğu yerdeki sokakları turlamaya başladım... Muhakkak ya bir kovan bulacaktım, ya da tahta arı kasaları...
Derken bir çıkmaz sokağın sonundaki bahçeli bir evin ağacında o kocaman arı kovanını görüverdim... "Hımmm demek ki bu koca göbekli arı bu kovandan geliyor bize kadar" diye mırıldandım...
Tam kovanı incelemeye koyulmuştum ki, evin bahçe kapısında üzerinde beyaz elbise bulunan uzaylıya benzer bir kişi elinde çaydanlığa benzer bir buhurdanlıkla bana doğru gelmeye başladı... Selamlaştık önce...
Arıların sahibi olduğunu kovandan biraz uzak durmamı söyledi bana... Neyse biraz uzaktan yüksek sesle sohbet ettikten sonra, adama da sabah kahvaltı ziyaretçimizden bahsettim...
O da bana "Evet arılar gerçekten de söz dinlerler, kendilerine bir zarar vermeyeceğinizi bilirlerse bir şey de yapmazlar" deyiverdi...
Adam aslında bu arılarla birkaç sene önce tanışmış. Bir sabah uyandığında bahçesindeki ağaçta bir sürü arının kovan yaptığını görünce hiç ilişmemiş... O gündür bu gündür bu arılarla dostça yaşamak için araştırmalara başlamış. Arıcılık öğrenmiş. Onlarla nasıl dostça yaşanır onu öğrenmiş...
Bir ara şöyle dedi: "Arılar insanlardan daha iyi dostturlar... Onlara dokunulmadıkça zarar vermezler... Arada bir sokaktaki çocuklar kovana taş atıyorlar. Bunu gören savaşçı arıların o çocukları nasıl kovaladıklarını bir görseniz şaşar kalırsınız... İçlerinden birkaç tanesinin canını yaktılar... Anneleri babaları kapımıza kadar gelip bize arıları şikayet ettiler. Belediyeye bildireceklerini söylediler. Ben de onlara arıların zararsız olduklarını gösterebilmek için kovana gidip içlerinden beş on tanesini elime aldım ve sevdim. Bana hiçbir şey yapmadılar. Bahçedeki arı kovanının altındaki taşları anne-babalarına gösterince onlar da durumu anladılar"...
O adamcağız bunları anlatırken, okul sıralarındaki arılarla ilgili biyoloji dersi geldi aklıma birden... Okuldaki biyoloji hocamız "Gelecek hafta arıları inceleyeceğiz, arı getirebilecek olan varsa getirsin" demişti. Ben de annemden gizli evden minik turşu kavanozlarından birkaçını alarak, mahallemizdeki manavın üzüm sandıklarının yanına gitmiştim. Üzümün dayanılmaz kokusuna gelen minik arıları kavanozlara doldurmuştum...
Derse başladığımızda yanımdaki kavanozların içinde yaklaşık 30-40 tane arı vardı... Hocaya göstermek için kavanozları açtığımda hepsi dışarıya kaçışmıştı. O anda sınıfın halini görmenizi isterdim... Sınıftaki kızların çoğunun avaz avaz avazlanarak bağrıştığı ve kaçıştığı anı bugün bile hiç unutamam... Ne kadar da çok gülüşmüştük...
Tabii sınıfın en haylazları olarak bizler bu olaya çok gülüşmüştük gülüşmesine de, sonra her iki kulağım eşek kulağı gibi uzatılmıştı okul müdürü tarafından...
Seyrettiğim belgeseli anlatan kişi, bu minik dostlarımızın, evlerini ve yurtlarını terk edip, sanki toplu intihar eylemi gibi ölümle kucaklaştığını veya bambaşka yerlere doğru yolculuğa çıkıp sırra kadem bastıklarını, gelecekte belki de hiç görünmeyeceklerini söylüyordu ... Eğer böyle bir şey olursa, Einstein'in öngörüsünün gerçek olacağından bahsediyordu...
Einstein'in söylediği şey ise şuydu: "Şayet bir gün arılar yok olursa, bu insanlığın da sonu olacak..."
İşte böyle sevgili dostlar..
Bu arada ne demişler efendim;
Gönül ne kahve ister ne kahvehane
Gönül sohbet ister kahve ise bahane...
Kahve bahanesiyle o minik irice göbekli arı dostumu da bugünkü günceme kaydettim ve andım bu vesile ile...
Dostumla ilgili sözler ve şarkı tadında mısralar dökülüyor şu an dilimden...
"Arım, balım, peteğim, gülüm, dalım, çiçeğim, bilsem ki öleceğim, yine seni seveceğim..."
Evet minik göbekli arı dostum...
Senin bir gün tamamen yok olabileceğini söylüyor belgeseldeki o boğuk sesli spiker... Ayrıca sen olmadığın için bu yaşadığımız dünyada bizlerin de olmayacağını söylüyor...
Lütfen, yok olmayı, kaçıp buralardan gitmeyi hiç düşünme... Bu sene yaz ayında kahvaltı ederken hep ziyaretime gel, eskisi gibi birlikte reçelimi de üleş olmaz mı?..
Ertan Yurderi
Yİne hayranlıkla okuduğum bir yazı...Canlılara bakışınızdan ve bunu harika bi şekilde dile getirişinden dolayı bu hayranlığım...
YanıtlaSilArıların yok olmasının ki dolayısıyla insalığın yok olmasının tek sebebi yine biz insanlar olacak fikrindeyim...
Sevgiler saygılar..
Allah tan ben değilim: o kaca göbekli arı..:) yoksa alınır "senle bütünleşen o narin göbeğe kusur bulur "sen o koca göbeğine bak" der, bu günden sonra sıkı bir rejime girer, azmeder, bir kaç hafta sonra olmayan göbekle karşına çıkardım..
YanıtlaSilolsa olsa ben o senin sonunda bahsetiğin minik göbekli arı dostun olabilirim ya;)
cidden çok hoş bir yazı olmuş ağlattın diyemem.. ardından kahkahalar eşlik etti inan.. sizin bu kıvrak ve üstün zekanız karşısında bir hiç oldum doğrusu.( zaten hiçtim) :)
bu nasıl bir yetenektir böyle ? anlatmak istediğini bu kadar güzel cümlelerle anlatabilmek.. üstün bir beceri, farklı bir farklılık olmalı doğrusu sizdeki bu yetenek.. "nasıl elde ediliyor" demeyeceğim.. onu bu kısa ve öz yazılarınızla anlatabiliyorsunuz zaten.. bize de pay çıkarıp gayret etmek düşüyor doğrusu..;)
minik göbekli bir arı olup. yazı bile beklemeden, kahvaltı sofrana konup, reçelinden üleşmeyi bile hayal ettim doğrusu.. ne dersiniz? benimle de paylaşırmısınız? :)
Ey Adsız kişi,
YanıtlaSilBir kâse reçel bir ömre bedel
Bir somun ekmekle katık hepimize yeter
Bir sen,
Bir ben,
Bir arı,
Bir de kedi,
Üleşirken bir kâseden reçeli
Tut ki karnı acıktı
Sokaktan geçen adamın biri
Bir sen,
Bir ben,
Bir arı,
Bir kedi,
Bir de adamın biri
Üleşirken bir kâseden reçeli
Tut ki karnı acıktı
Sokaktan geçen ayının biri
Bir sen,
Bir ben,
Bir arı,
Bir kedi,
Bir adamın biri
Bir de ayının biri
Üleşirken bir kâseden reçeli
Tut ki karnı acıktı
Dünyanın binbir ahalisi
Bir sen,
Bir ben,
Bir arı,
Bir kedi,
Bir adamın biri
Bir ayının biri
Dünyanın binbir ahalisi
Üleşirken bir kâseden reçeli
Rahat edebilirsen...
Dünyanın binbir ahalisi
Bir ayının biri
Bir adamın biri
Bir kedi,
Bir arı,
Bir ben,
Bir sen ...
Hayal et üleşmeyi bir kâseden
Gel ne olursan ol gel bu tekkeye,
Gir ne olursan ol gel bu haneye,
Gör ne olursan ol gel gör bu garibi
Al nasibini üleşirken bir kâseden reçeli...
Ertan Yurderi - kocayurek (06.03.2010, 22.13)