9 Aralık 2001 Pazar

"Hep Aşk Vardı"



İstanbul geceleri...

Bir başka renkli... Bir başka sevecen...
Bir başka mutlu... Bir başka huzurlu...

Aslında bir başka renksiz... Aslında bir başka sevimsiz...
Bir başka mutsuz ... Bir başka huzursuz ...

Yanıp sönen neonların gözalıcılığında, yanıp sönen hayatların öyküleri, çekilen çilelerin, ortak mücadelelerin öyküleri, hepsi vardır bu kentin içinde...

Yaşarsınız, her anı... İçinizde yaşatmak istediğiniz gibi... Gecenin alacalığında gezerseniz şayet, farklı hayatları ve anları kaydedersiniz hafızanıza...

Yine soğuk bir gecenin başlangıcı...

Günlerdir yağmur yağmadı... Ancak soğuk üşütüyor... Geziyorum şehrin caddelerinde ve sokaklarında arabamla...

Şu an Kurtuluş semtinin ana caddesi üzerinden Pangaltı'ya doğru döndüm, trafik ağır ilerliyor... İnsanlar koşuşturmacalı telaş içinde...

Taksim istikametine dönmeme az kaldı... Döndüm...

Yine ağır ilerliyor trafik... Yeni bir çevre düzenlemesi çalışması... Trafiği aksatıyor...

Durduk...

Hiç ilerlemiyor artık trafik...

15 dakikadır aynı noktadayım...

Sağ tarafımda Kenter Tiyatrosu; "Hep Aşk Vardı" oyununu sahneleniyor...

Tiyatro önü kalabalık... Birazdan oyun başlayacak... Herkes en güzel dış görüntülerini giyinmişler, öyle gelmişler oraya...

Herkesin yüzünde tatlı bir tebessüm... Ya içleri?..

Kimbilir birazdan neler seyredecekler içeride... Ya sevinecekler, ya da üzülecekler... Neyse onları orada öyle kendi mutlulukları içinde bırakırken, bir şeyin farkında olduklarını hiç zannetmiyorum...

Az önce yanlarına iki eş güvercin kondu ve gezindi... Bir şeyleri paylaşıyorlardı birlikte...

Ve minik bir kedicik de o güvercinleri gözlüyordu ... En sevimli haliyle... Caddenin ve kaldırımın yoğunluğuna rağmen, soğuğa rağmen...

Meraklandım... İzlemeye başladım...

Tiyatro'nun sağ tarafında bir kuruyemişçi var, çırağı dışarıda leblebi kavuruyor... Kavrulmuş leblebi kokusu mis gibi... Koku taa oradan burnuma kadar geliyor...

- İnip acaba alsam mı?

- Yok, ya şimdi trafik açılırsa... Arkadan gelenler korna sesleriyle, bu güzel sessizliği bozarlar...

- Neyse...

- O da ne? Bir naylon poşet havalandı kuruyemişçinin önünden.. O minik kedicik, poşeti kovalarcasına patileriyle yakalamaya çalışıyor...

- Rüzgar havalandırdı herhalde... İnanamıyorum... Az önce yerde gördüğüm iki güvercin... Her ikisi de birer ucundan tutmuşlar naylonun, aynı anda uçuyorlar... Naylonu onlar havalandırmışlar... Minik kedicik de poşeti değil, güvercinleri kovalıyormuş...

- Ne yapacaklar acaba? Naylonu bıraktılar havadayken... Naylon rüzgarın da etkisiyle uçup, gözden kaybolup gitti...


Minik kedicik kenar bir yere sindi, kulaklarını geriye attı, o minik sevimli sesiyle "mıkırık mıkırık" diye bağırmaya başladı... Aklı sıra "sizleri yakalarsam, bu akşam bana ziyafet var" demeye getiriyor kerata...

Nasıl yaptı bunu güvercinler? Nasıl kaldırabildiler o koca poşeti? Şimdi de kuruyemişçinin önünde duran bir çuvalın üzerine kondular her ikisi de...

Cam soğuktan buğulanmış göremiyorum... Bir dakika... Siliyorum camı daha iyi görebilmek icin...

- Ah canlarım, miniklerim benim... Çuvalın içinde mısır taneleri var... Nasıl da yemeye başladılar. Hiç ara vermeden...

Minik kedicik de çuvalın üstüne atlamaya çalışıyor ama ufak olduğundan çuvalın yarısına kadar tırmanıyor, sonra düşme endişesi ile geriye atıveriyor kendini tombul haliyle...

Yoldan gelip geçenler farkında değiller, kuruyemişçi farkında değil, tiyatro önündekiler farkında değiller, öylesine bir saldırış var ki mısır tanelerine, hiç durmamacasına... Küçük kafaları bir inip bir kalkıyor...

Kedicik ise bir türlü çuvalın tepesine tırmanmayı başaramıyor... Yarısına kadar gelip, tombul midesini daha fazla kaldıramıyor ve yere düşüyor... Hiç kimse farketmez inşallah, doyursunlar doyurabildikleri kadar karınlarını diye düşünürken, kuruyemişçinin çırağı fark etti bu sevimli hırsızlığı...

Çırak içeriye girdi, kuruyemişçiye bir şeyler söyledi... Birlikte çıktılar dışarıya, güvercinleri kovaladılar. Ve başka bir naylon poşet geçirdiler çuvalın üzerine... Demek ki biraz önce bizim acar hırsızların havalandırdıkları bu çuvalın naylon poşetiymiş...

Kedicik de kuruyemişçi ve çırağından kuvvet almış olacak, dayılanma hareketleriyle güya onlara yardım etmekte... "Bakın güvercinleri bu çuvalın başından ben uzaklaştırıyorum... Ben büyüyünce onları yakalarım, siz merak etmeyin" havasında mırıldanmakta...

Gülüyorum bu izlediğim sahneye... Bacak kadar boyuyla neleri beceriyor baksanıza...

Tam güvercinler nereye gitti sorgulamasındayken... Tekrar iniverdiler çuvalın başına... Etrafında gezindiler... Biraz önce ne güzel karınlarını doyuruyorlardı... Hiç farkettirmeden... Tekrar naylonu açma çabalarına giriştiler... Bu sefer zor olacaktı.. Çünkü çok sıkı bağlamışlardı çuvalın ağzını naylonla... Minik kedicik de artık çuvalın başından ayrılmaz oldu... Koruyor ya orayı... Artık ona emanet o çuval... Görevini tam anlamıyla yerine getiren neferler gibi... Nöbetçi kesiliverdi bir anda...

- Bu trafik de hala açılmadı...

- Mis gibi de kokuyor leblebiler...


İndim arabamdan... Leblebi kavuran çırağın yanındayım...

- "Şurdan 100 gram verir misin bana?"

Çırağı içeriye gönderdim... Mısır çuvalının sıkı bağlanmış poşetini çabucak el yordamıyla açıp, araladım...

Kediciğin de başını okşadım. "Aferim, görevini iyi yapıyorsun.. Yapıyorsun da, ya o güvercinlerin karnı nasıl doyacak: Bırak doyursunlar doyurabildikleri kadar" der gibi gözlerinin içine bakıverdim...

O da büyük bir keyifle nasıl da mırıldanıyor, ayaklarıma dolanıyor bir bilseniz... Çırak hemen bitiverdi yanımda...

-"Buyur ağabey leblebilerini..."

-"Sağol..."

Tekrar yönelirken arabaya, gözlerim iki güvercini havada arar oldu.

- Hehh!! İşte gördüm, yukarıda bir pencerenin yanında ikisi de... Oh hele şükür, ayrılmamışlar buradan...

Arabamdayım...

İki güvercin pencerede...

Minik kedicik çuvalın başında nöbet bekliyor...

İnsanlar tiyatronun önünde bekleşiyorlar...

Trafik hala ilerlemiyor...

Kuruyemişçi ve çırağı dükkanın içindeler...

Mısır çuvalı yerinde ve üstü yarı açık yarı kapalı...

Evvvvetttt... Beklediğim an yeniden geldi.. O iki sevimli yürek, iki güvercin yeniden iniverdiler çuvalın başına... Aralanmış naylon poşetin kenarından mısır tanelerini yemeye koyuldular... Bu arada ben de leblebilerimi... Minik kedicik de habire çuvala tırmanma çabasında... Ama başaramıyor... Dükkanın önüne gelip mırıldanıyor, ama ne çare... Anlatamıyor ki zavallı bu sevimli hırsızlığı...

Görülesi şey değil... Bir tiyatro sahnesi sanki... Bir oyun da burada sergilenmeye başladı bile...

Kenter Tiyatrosu'nun kapısı açıldı, seyirciler içeriye giriyorlar...

Kuruyemişçinin içi müşteri doldu... Hayırlı işler olsun onlara da...

Bu arada iki sevimli güvercin yemekten doymuş olacaklar ki, çuvalın başından ayrılmadan önce birbirlerini gaga sürtüşmeleriyle öptüler sanki... Bu akşamki yemeğimizi de birlikte paylaştık ve doyduk dercesine...

Minik kedicik de güvercinlere doğru bakarak "mıkırık mıkırık" diye bağırmaktan bir hal oldu. Fırsatını bulsa, korkmasa, üstlerine atlayıverecek.. Ama o cesareti daha yok onda...

Sonra iki sevimli güvercin havalandılar, yukarıdaki bir pencerenin kuytu yerine doğru... Bir yuva görünüyordu, pencere kenarıyla, aşağıya inen yağmur oluğu arasında, çer çöple yapılmış.. Aşk yuvaları olacaktı... Sarmaladılar birbirlerini... Karınlarının tokluğuyla...

Tiyatroda da oyun başlamış olmalı... "Hep Aşk Vardı" ....

Ve Perde ....

Trafik açıldı...

Yola devam ediyorum... İçimde derinlemesine bir huzur... İki küçük sevgilinin de bu akşam karınları doydu...

Sevimli bir minik kedicik de görevini yerine getirmenin huzuruyla uykuya daldı.

Aslında yaşanan "Hep Aşk Vardı" ve hep VAR olacaktı...

Ertan Yurderi


7 Aralık 2001 Cuma

"Bana ne anlatmak istedin? - 1"



Dışarıda yağmur yağıyor...

Arabamın içindeyim ve içerde sıcak bir ortam var, dışarının soğuğuna engel...

Arabanın silecekleri, teybimde çalan müzik sesine ritim tutturmuş, ona eşlik ediyor...

Yavaş ilerliyor trafik... İstanbul'un akşam saatleri çöküyor ortalığa, günün yorgunluğunun çöktüğü gibi omzuma...

Günün yoğun trafiğinden soluklanmak için yol kenarındaki bir park yerine çektim arabamı... Dinleneceğim birazcık...

Etrafa şöyle bir bakıyorum... Parkın her yanını yeşil renkteki çam ağaçları süslüyor, diğer yapraklarını açmak için inatla çabalayan ağaçlara... Arabamın benden taraftaki camını açtım ve çam ağaçlarının kokusunu solukluyorum içime doğru... Öyle güzel bir koku var ki, is-duman-egzoz kokusuna rağmen havada...

Bu arada öyle bir park etmişim ki arabamı, beş ayrı yolun birleştiği bir kavşağı da görmekteyim... Trafik ışıkları bir yanıp, bir sönüyor... Araba kullananların yüzlerinde değişik ifadeleri de gözlemleyebiliyorum. Kimisi neşeli, kimisi üzgün, kimisi endişeli... Kimisi korkak... Kimisi sinirli... Fakat hepsinde aynı beklenti... "Bir an önce yeşil ışık yansın".. "Yansın ki bir an önce hareket edeyim ve uzaklaşayım stres dolu bu yollardan..."

Zaman geçiyor... Ben ise dinlenmeye devam ediyorum...

Ağaçların arasında bir karaltı görüyorum. Bir şeyler var galiba orada... Ne olduğunu anlamlandıramıyorum. O karaltı arabaya doğru, bana doğru yaklaşırken gelenin dişi bir köpek olduğunu fark ediyorum...

Şu an yanıma kadar geldi...

Yanımda...

Islanmış ve üşümüş görünüyor...

Kuyruğunu tatlı tatlı sallıyor. Gözlerim gözlerine kilitlendi... Aramızda sessizce bir haberleşmeyi yakaladık...

Yalvaran gözleriyle ona bir şeyler vermemi istiyor galiba... "Karnın aç mı kızım?" diye soruyorum, anlamsızca...

Bu arada torpido gözüne doğru uzandım, açıyorum, orada yarım paket bisküvim olacak.. Evet buldum...

Paketi hızla açıp, ona uzatıyorum, yemesi için... Hayret, verdiğim bisküviyi almadı... "Al kızım, ye" diyorum. Hiç ses seda yok, umursamıyor sanki beni...

"Önce sen ye" demeye getiriyor sanki gözleri, verdiğim bisküviyi beğenmemiş bakışlarıyla... Bir tane ağzıma attım ve yemeye başladım...

Yavaşça arka iki ayak üstünde ayağa kalkıp ön ayaklarını cama doğru dayayarak "bana da verebilirsin artık" diyor...

Elimden teker teker yemeye başladı... Başını sevgiyle okşuyorum bu arada, fırsattan istifade... Ve son bir tane kalana kadar yedi, bitirdi... Fakat son verdiğimi ağzına aldı, yemiyor...

"Hadi ye kızım, niye yemiyorsun, doydun mu" diyorum.

Hayır, yemiyor...

Hay Allah!... Ağzındaki biskuvitle yanımdan uzaklaşmaya başladı...

Arada bir geriye dönüp bana bakarak, yüzündeki tebessümüyle...

Tam "Güle güle köpekçik" diyeceğim anda trafik lambalarının yanıp sönmesi ansızın duruverdi...

Elektrikler kesildi... Beş yola doğru yönleniyor. Aman Yarabbim nasıl geçecek karşıya? Trafik lambalarına bakıyor. Onlar ise ne yanıp ne sönüyor... Bir iki deneme yaparak karşıya geçmeye çalışıyor. Ne mümkün... Araba sürücüleri fırsattan istifade hiç durmamacasına, yayalara da hiç fırsat vermemecesine hızlıca geçiyorlar...

Köpekçik, karşıya geçme denemelerinin sonucunu alamadı ve insanların yanına geldi, fırsatını kolluyor, onlarla birlikte geçmek için..

Ve hala ağzında bisküvi duruyor...

Fakat bir türlü firsat vermiyor arabalar... Ne yayalar geçebiliyor karşıya, ne de o sevimli köpekçik...

Bisküvi ise hala ağzında...

İçim elvermiyor, arabadan alelacele dışarı çıktım, içimden gelen bir hisle o köpeği karşıya geçirmek istiyorum. Hızlı adımlarla yola doğru yürümeye başladım...

Bisküvi ise hala ağzında...

İnsanların çoğu yanlarında bir köpeğin olmasından huzursuz olacaklar ki köpeğin yanından uzaklaşıyorlar. Kimisi ise o sevimsiz kelimeyi kullanıyorlar ona karşı "hoşt!"

O ise hiç aldırmıyor bu sözlere...

Bisküvi ise hala ağzında...

Yol hala bitmedi, dizlerimin bağı çözülüyor... Bir an önce onun yanına gelmeliyim... Ona yardımcı olmalıyım...

Yağmur şiddetini artırıyor...

Sürücüler ise süratlerini...

Bisküvi ise hala ağzında...

Allahım o köpeği karşıya geçirmek için ayaklarıma yeteri kadar kuvvet ver... Yalvarışlarındayım...

Birden o köpeğin sol on ayağı kıvrılıveriyor... Sendelemeye başladı... Topallıyor...

Artık hızlı koşmaya başladım.... Bir şey mi oldu, gözümden bir şey mi kaçtı??? Allahım yardım et bana...

Bisküvi ise hala ağzında...

Arabaların arasına dalıveriyor... Arabalar onu görünce fren yapıyorlar... Birbiri ardı sıra... O ise topallamaya devam ediyor...

"Aman Yarabbim ezilecek" diye bağırmaya başlamışken, topallaya topallaya caddenin birisini geçmeyi başardı bile...

İnsanların yanına kadar soluk soluğa geldim... İzliyorum onu, çaresizce...

"Orada dur kızım" yanına geleceğim...

Bisküvi ise hala ağzında...

Yolun diğer tarafını da aynı şekilde geçiyor... Topallayarak.... Tüm arabalar yine ona yol veriyorlar...

İnanılmaz bir manzara... Kare kare izliyorum olanları... İnanamıyorum... Oysa biraz önce o köpekçik gayet sağlıklı yürüyordu. Hiçbir şeyi yoktu.. Ne oldu, gözümden neler kaçtı? Anlayamıyorum... Düşünemiyorum... Düşünce sistemim altüst...

Bisküvi ise hala ağzında...

Oh, hele şükür caddeleri kazasız belasız geçti...

Yolun tam karşısında kaldırımda durdu... Bana doğru bakıyor...

"Güle güle git köpekçik... Seni seviyorum" diye bağırdım... İnsanlar tuhaf tuhaf yüzüme bakmaya başladılar... Yüzümde hem sevinç, hem de hüzün... Son kez köpekçikle birbirimize bakışıyoruz...

Bisküvi ise hala ağzında...

Ve biraz önce topallayan o köpekçik hiçbir şey olmamış gibi dört ayağının üzerinde gayet sağlıklı bir şekilde yürüyerek, ortadan kayboluveriyor...

Bisküvi ise hala ağzında...

Güle güle git köpekçik... Bilmiyorum o bisküviyi kime götürüyorsun? Bu akşam bana ve oradaki insanlara neler anlatmak istedin... Bana ve onlara hangi dersleri verdin? Yolun açık olsun, bilge köpek...

Arabama doğru geri dönüyorum, yağmur şiddetli yağıyor, gözlerimden akan yaşlara karışıyor...

Aldığım dersin açısından olacak, orada öylece arabamın başında kalıveriyorum...

Arabamın içi hala sıcak, dışarının soğuğuna engel... Silecekler ise çalışıyor, müzikle birbirine paralel...

Ertan Yurderi

6 Aralık 2001 Perşembe

"Kendisini Sevgi Eksikliğine Mahkum Etmiş Bir Gardiyan..."

Kendisini ne kadar büyük "sevgi eksikliğine tayin etmiş gardiyan" birini yıllardır tanıyormuşum. Aynı evi paylaşmışım onunla. Ancak bu mahkumiyetten yeni kurtarabildi kendisini. Bunu başarabildi. Ama nasıl? Kiminle? Hadi gelin hep birlikte bu soruların yanıtını, gerçek yaşam öykümüzden alınmış bölümlerle izleyelim...

Ben, yıllardır kuş sevgisiyle büyüdüm şirin evimizde. Hiç eksik olmadı onlar yaşamlarımızda. Küçük sevimli yaratıklar. İlk önceleri kanarya beslerdik, her türünden... Çiftehaneliğimiz bile vardı. Çoğaltırdık, büyütürdük onları sevgimizle.

Hepsinin birer adı vardı. Hepsinin evde sevdiği bir insanı vardı. Daha sonra saka kuşlarımız oldu. Ömürleri fazla değildir onların. Tabiat kuşlarıdır ancak, iyi beslediğiniz ve sevginizi verdiğinizde kendilerine, çok uzun yaşarlar sizlerle birlikte. Yaşamları boyunca onlar da tüm sevgilerini size verirler, sizlerle bir tüm, bütün olurlar. Onlara öyle alışırsınız ki bir gün onların da ömürleri tükenir, ayrılırlar aranızdan ama sevgileri hep sizinle kalır. Tıpkı aramızdan ayrılan sevdiklerimiz gibi. Hiç unutulmamacasına...

Rahmetli babamın ve annemin de iki saka kuşu vardı, ikisi de annemin ve babamın ölümünden hemen sonra onların sevgisinden mahrum kaldıkları için ölüvermişlerdi. Ve bizlere sevginin ne kadar büyük bir ihtiyaç olduğunu anlatmışlardı, anlatmasına da...
 
Sevgi, o minik dostlara onların istedikleri gibi verilmedikçe, o yaşam onlara anlamsız geliyor. Aslında ben elimden geldiği kadar onların acılarını sardım... desem de yalan olur. Siz onları yaşama bağlamaya ve yaşatmaya çalışsanız bile, onlar zaten yemeden ve içmeden kendilerini kesip, bu dünyayı terk eyliyorlar, sevdiklerinin yanına...
 
Daha sonra dünyaya yeni bir bebeğimiz gelmişti. Bir kızım olmuştu yani. O da daha küçük yaşta hayvan sevgisini içinde hissetsin diye saka kuşu almaya devam ettik. 15 seneye sığan 3 minik saka kuşu... Onlar da bizlerle yaşamlarının sonuna kadar mutlu yaşadılar ve bu dünyayı onlar da digerleri gibi terk ettiler, yaşamsal ömürleri bittiğinde... Ve benim kızım onlarla birlikte yaşadi, büyüdü, onların sevgisini tattı. Şimdi 15 yaşında genç kızlığa yeni adım atmış bir yetişkin olarak duruyor karşımda, içi hayvan sevgisiyle dopdolu...

Derken bu sene Mayıs ayına doğru ailemize 4. kişi daha katıldı. Minik, sevimli erkek Tekir bir kedi... Adı, "Şanslı" oldu, daha eve gelir gelmez. Ev hanımlarının seslerini duyar gibiyim şu an. "Ayyy, evde kedi beslenir mi? Çok tüy döker, etrafı pisletirler, nankördürler, kist yaparlar, kuduz olurlar, şöyledirler, böyledirler, vs... vs...."

Bu arada apartmanımızda bizlerle birlikte hayatlarını sürdüren komşularımızdan bir aile var ki, evlerinden kahkahalar, mutluluk çığlıkları hiç eksik olmuyor, sürekli tebessümdeler etraflarına, sevgi saçıyorlar adeta. Evde 4 kişiler. Biri erkek diğeri dişi iki kedileri de var. Anne, baba, yetişkin kız çocuk ve erkek çocuk. Aynı evi paylaşıyorlar, huzurlu ve mutlu. Evin oğlu doktor, kızı ise Veteriner hekim. Anne ve baba da dahil yıllardır kedilerle büyümüşler. Kedileri çok seviyorlar. Onların kapılarının önünden geçerken evden saçılan sevgi seli bizleri de çok etkilemiş olacak ki, biz de günün birinde bir kedi almaya karar verdik...
 
Benim hanım önceleri hiç istemedi. Kuşlara alıştığını zannettiğim eşim, kediye karşı öyle aşırı bir tepki duyuyordu ki... Onu zar zor ikna etmeyi başardık, doktor ve veteriner hekim olan komşumuzun kızıyla. Aşıları tam olarak yapılmış kedilerin insan sağlığına zararları olmadıkları gibi, fiziksel ve ruhsal açıdan bizlere ne gibi faydalar sağlayacağı konusunda bizleri örneklendirerek anlatmaya çalıştılar, günlerce. "Sevmem o kediyi ben, elleyemem, bakamam, evde onunla yalnız başıma kalamam" derken aslında kendisini ne kadar sevgisizliğe mahkum ettiğinin farkında değildi eşim...

Zaten yaz ayı gelmiş, okullar kapanmıştı. Eşim de bütün bir yaz boyunca kızımı da yanına alarak yazlığa gitmişlerdi. Ben de calıştığıim ve Şanslı'nın bakımını üstlendiğimden evde "Şanslı" ile başbaşa kaldık. Şanslı, gün be gün büyüyordu. Tüm sevimliliğinle vazgeçilmez yapıyordu kendini. Benim gönlümü ve sevgimi çoktan çalmıştı. Onsuz bir dakikam bile geçmiyordu.

Zaten o buna hiç fırsat vermiyordu. Akşamları bilgisayarımın başına geçince, hemen mousepad'imin üzerine kurulur, bir eli mouse'da, sırtını bilgisayarın ekranına dayayarak, klavyemin tıkırtılarıyla birlikte mırıldanarak uyurdu...
 
Sonbahar gelip okullar açılmak üzereyken, eşim yazlıktan eve döndü. Onun için yeniden mahkumiyetler başlıyordu, adeta. Şanslı ile birlikte bir evi paylaşabilecekler miydi? Onunla yalnız kalabilecekler miydi? "Ya masanın üstünde tabakların arasında onu görürsem... Ya onu yemek tenceresinin içine patisini sokarken görürsem..." Bu "ya"lar çoğalıp gidiyordu. Bu arada gelişen ve büyüyen Şanslı'nın kendisine farklı yönden yaklaşan eşime karşı tepkisi farklı bir boyutta gelişmeye başladı. Nabza göre şerbet misali... Benimle farklı oyalanıyor, gerektiğinde en haylazlığını yapıyor ve evi birlikte altüst ediyoruz, onun yaramazlığına ben de iştirak ediyorum, kızımla farklı oyalanıyor, ona farklı bir sevgisini veriyor. Eşime gelince de o haylaz yaramaz kedi birden bire değişiyor, gayet dürüst, gayet efendi, gayet sakin, filozof bir kimliğe bürünüyordu, çaktırmadan...
 
Eşimin evin içinde her halini takibe almıştı. Ona nasıl yaklaşacağını çok iyi biliyordu. En nazik sesini ona karşı kullanıyor, eşim her sabah uyandığında onu odanın kapısında karşılıyor ve yere yatıyor önünde yerde yuvarlanıyor, tüm sevimliliğiyle ayaklarına sürtünüyordu. Zaten ilk temas böyle başlamıştı. "Sen bana gelmezsen, ben sana gelirim... Hem de tüm sevecenliğimle ve sevgimle..." Evet Şanslı bunu uygulamaya başlamıştı ona karşı...

Gün be gün, hiç usanmadan, devam ettirdi Şanslı bu hareketlerini taa ki günün birinde eşim, elini ona ilk uzatana kadar... Önceleri ürkek, korkak bir vaziyette sevmeye başladı eşim Şanslı'yı. O ise hiç tepki vermiyordu. "Sev beni", "Sar beni, kollarına" diyordu içi ama... Her şeyin bir sırası vardı. Onu beklemeliydi. O zamanların geleceğini büyük bir sabırla bekleyecekti Şanslı.
 
Ben ve kızım Şanslı'yı azdırttıkça azdırtıyor, kudurtuyorduk. Onun eve gelmesiyle, tıpkı aşağıdaki aile gibi kahkahalar yükselmeye başlamıştı evimizde, mutluluk saçmaya başlamıştık, çevremize.

Yine günün birinde Şanslı ile en kudurmus anımızdı. Onunla saklambaç oynuyorduk, hepimizi bu oyuna dahil ettirmişti. Şanslı bir ara oyuna öyle kaptırmıştı ki kendisini, birden kendini, eşimin kucağında buluverdi, farkında olmadan... Oysa o güne kadar hiç eşimin kucağına gelmemişti. Eşim de şaşırdı, Şanslı da... Bir an birbirlerine bakakaldılar. Anlık mesele. Gözlerle konuşmaya başladılar.

Şanslı'da utangaç, çekingen, afallamış değişik bir ses tonu, özür diler misali. Eşim de bir an öyle kalakalmıştı. Ne yapacağını bilmiyordu. Bağırıp kediyi üstünden mi atacak diye beklerken, onunla ilk sıcak teması başladı. Onu elleriyle kucaklarken, bir evlat sevgisiyle kafasını okşamaya başladı. 

Aralarındaki ilk sevgisellik, ilk aşk... Şanslı, belki de annesinden ayrıldığından beri ilk kez bir ana kucağının sevgisini ve sıcaklığını tadıyordu. Eşimin de ses tonu aynı Şanslı gibiydi. Onunla evladıyla konuşuyormus gibi konuşmaya başladı. Bu sevişme hali epey uzun sürdü. Biz de kızımla onları başbaşa bırakarak ben bilgisayarımın başına, kızım da dersinin başına geri döndük...
 
Şanslı başarmıştı. Azmi kuvvetliydi. Sabır da göstermişti ve kazanmıştı gönlünü eşimin. Kendini bunca zamandır hayvan sevgisizliğiyle, ne büyük bir sevgi eksikliğine gardiyan tayin etmiş olan eşim, artık onsuz kalamıyordu. Birbirlerinin olmuşlardı. Şanslı da, eşim de birbirlerinden tüm gün boyu ayrılmamaya karar vermiş iki sevgili gibiydiler evin içinde..
 
Ve sevgi kazanmıştı. Şanslı da... 
 
Sağol Şanslı, kedim... Bizim ailemize iyi ki geldin ve varsın... Bizlere, sevgiden ve şefkatten gittikçe uzaklaşan dünyanın en güzel tatlarını tattırdığın için de binlerce teşekkürler sana... Ve Tanrım... En büyük teşekkürler aslında sana... Her halinle varsın bu dünyanın içinde... Her şekilde tezahür ediyorsun gönüllerimizde, hissettiriyorsun varlıgını...Senin sevgin bizleri kucaklıyor. Bu minik kedim Şanslı'mla olsa bile...

Ertan Yurderi