19 Ekim 2004 Salı

"Minik bir pide faresiyim ben..."


Yazlık ve tatil rehavetini daha atamamışken üzerimizden, hafta sonu rehaveti de düşünce kocayüreğime, Ramazan'ın da etkisiyle hem nostalji yapalım, hem eski Ramazanlar'ı şöyle bir hatırlayalım hem de yitip giden aile fertlerimi yeniden yad edelim deyip, bu yazıyı kaleme aldım... Sizi minik bir pide faresiyle başbaşa bırakıyorum...

Ramazan deyince ilk akla gelen tatlardan biri de pidedir malum. İftar sofralarının değişmez lezzetleri arasında yer alan pide, ta sultan sofralarından günümüze kadar gelmiş ve hala aynı zevkle yeniyor olması, onu Ramazan'ın iftar ve sahur sofralarının vazgeçilmez tatlarından biri yapıyor olmasındandır. İftar saatine yakın fırınların önünde oluşan kuyruklar, sadece bu aya özel çıkarılan sıcak ve çıtır ramazan pidesi almak uğrunadır. İftariyeliklerle uyumu ise bir harikadır... Hele şöyle sımsıcak bir pidenin içine tereyağını ve gül reçelini koydunuz mu, veya şöyle güzel bir lor peynirini, yeme de yanında yat hikayesi olur. Pide almak için evin en küçüğünü mahalle fırınına göndermek ise hala güncelliğini korumaktadır...

Şöyle yıllar öncesine gittim şimdi... Eskiden mahalle fırınlarının sayısı çok azdı... O zamanlar odunla çalışırdı çoğu mahalle fırınları... Saatler öncesinden fırın yakılır, sabah bir posta ekmek çıkar, öğleden sonraki tüm çabalar, akşam iftar için pide çıkartmak içindi...

Yaşım ya 7'ydi, ya da 8'di... Malum evin küçüğü olmak demek, fırına gidip akşam pidesi için sıraya girmek demekti... Ve alınan pideyi eve ellerimiz yana yana getirmek de cabasıydı, gelirken de sağından solundan fare gibi kemirmek en güzeliydi... Ve gelince de annemin "Kim bu minik fare?" "Kim kemirdi ucundan?" demesi çok hoşuma giderdi... Ben de yüzümde pis bir minik farecik sırıtmasıyla "O minik fare benim anneciğim" demek en çok hoşuma giden şeydi... Evet minik bir fareydim ben, pide kemiren minik bir fare...

O gün yine evden çıktım, semtimizde bulunan Münifpaşa Sokağı'na doğru döndüm.. Yokuştan koşa koşa çıkarak sıra kapmak uğruna Münifpaşa Fırını'nın önündeki sıraya girdim... Önümde yaklaşık hiç abartısız 25-30 kişi vardı... Bir yandan da araya girenler oluyordu tabii ki... Arada bir bağıranlar oluyordu böyle sıraya girmeyenlere, ben de cılız farecik sesimle "Ya girmeyin araya ya, iftar saatine az kaldı, hadi herkes arkaya" diye bağırıyordum.. Ama o güçlü sesler içinde sesimi duyan olmuyordu elbet...

Neyse tam bana sıra geldi... Fırıncı amca; "Pide bitti, yeni çıkacak, yarım saat bekleyeceksiniz" demesi çok sıkıcı gelmişti bana... Elimiz mahkum bekleyecektik elbet... Bu arada fırını minik gözlerimle kolaçan ediyordum... Kanter içinde kalmış çalışanlar, odun ateşi, odunlar, minik kahverengi hamamböcekleri, örümcekler ve ağları hiç dikkatimden kaçmıyordu... Neyse kısaca; yarım saatim fırıncı amca ve çalışanlar ve de her türlü haşeratle bakışmakla geçiverdi...

Fırıncılar, sımsıcak pideleri yavaş yavaş fırının içinden alıyorlardı... Annemin elime tutuşturduğu gazete kağıdını açtım, pideleri aldım, 150 kuruşu fırıncı amcaya verdim eve doğru yollandım... Ellerimin yanması bir yanda, bir yandan da mis gibi kokan pide karnımı acıktırmıştı... Ben yine minik fareliğimi yapıp sağından solundan kemirmeye başladım.. O gün oruçlu olduğumu unutuvermiştim birden o çocuk aklımla...

Eve geldim, annem pencerede beni bekliyor tabii... "Oğlum nerde kaldın? Top patlayacak, sen hala fırından gelemedin?" diyordu...

68'li yıllardaydık... O zamanlar cep telefonumuz yok ki, annemize haber verelim geç kalacağız diye... Neyse annem ağzımın oynadığını görünce, "Seni gidi minik fare, pideyi mi kemiriyorsun? Oğlum sen bugün oruçluydun, gitti oruç" diye feryat edince, aklım başımdan gitti tabii ki... Benim ödüm patlamıştı patlamasına annemin bu bağrışıyla da, evdekilerin hepsi katıla katıla gülüyorlardı benim bu halime...

İşte her Ramazan ve oruç zamanı gelince, pide ve muzır minik fareliğim gelir aklıma böyle... Bu yazımın üzerine, akşama eve giderken şöyle mis gibi bir fırın pidesi alayım yeniden, şehri İstanbul'un geceyarılarına basan iftarın mutluluğuyla birlikte, eski günlerimi ve minik pide fareliğimi yadedeyim yeniden ve yine yine... 

Benim gibi nice minik pide farelerine de selam olsun bu arada...

Ertan Yurderi

13 Ekim 2004 Çarşamba

"Can't take my eyes off you"




Yağmur şiddetini arttırmış, arabamın silecekleri ise yağan yağmurun şiddetine yetişmek için çabalamakta... Yavaşlayan trafikte Volkswagenimden çıkan motor gürültüsünü bastırmak amacıyla, radyonun sesini biraz daha açıyorum...

Radyomda Andy Williams'la birlikte Denise Van Outen "Can't take my eyes off you" adlı parçayı birlikte yorumluyorlar. Bu müzik parçası, gözlerimin önünden film şeridi gibi geçerken, yıllar öncesindeki güzel günlerimi, ruhumun derinliklerindeki gergefe narin bir şekilde oya gibi işliyor... 

Sileceklerin sağlı sollu çalışmasıyla sanki hipnoza girdim, önümdeki beyaz buğulanmış camdan içeriye dalıverdim usulca...

Bir sonbahar güncesini yaşadığım yıllar öncesi İstanbul'un yine soğuk ve yağışlı bir Ekim havasında Gülhane Parkı'nda yürüyorum onunla birlikte...

Yağan yağmur tanecikleri üzerimizi ıslatmış, saçlarımızdan ve yüzümüzden damlıyor tanecikler, bu güz yağmurunun serinliğiyle... Etrafımız yeşilden kırmızıya, kırmızıdan kahverengiye çalan renkli ağaç yapraklarıyla dolu ve biz ağır aksak adımlarla ilerliyoruz Sarayburnu istikametine doğru, yerdeki kuruyup ıslanmış yaprakları ayak uçlarımızla itiştirerek...

O yürüdüğümüz yol hiç bitmeyecek gibi... Sözlerimiz bitmiş, yüzlerimizdeki tebessümlerimiz ile konuşuyoruz sadece... Ve yine sadece gözlerimizdeki derin sevgiyle konuşuyoruz... Ellerimiz, tıpkı yüreklerimiz gibi kenetlenmiş birbirine, sımsıkıca bağlı... Kısaca, "Can't take my eyes off you" hali var her ikimizin de üzerinde...

Sarayburnu'na yaklaştıkça denizin kokusu da karışıyor nefeslerimizin ve dudaklarımızın buğusuna... Ve Sarayburnu'ndaki çay bahçesinde, içimizi ısıttığımız çayı yudumlarken gözlerimiz yine kilitleniyor birbirine...

Gözlerimizin bir ara birbirinden ayrıldığı sırada da, esen poyrazla birlikte taa ilerlerden yanımıza kadar sokulan yağmurun sis bulutu içinde kaybolan gemiler ve o gemilerdeki yolcuları düşünüyoruz.. İskelesi olmayan limanlarda bekleşen sevgilileri ve aşkları düşünüyoruz...

Oturduğumuz masanın üzerine o günkü tarihi de belirterek derin bir kalp çizip içine yerleştiriyoruz isimlerimizin başharflerini, birbirimize verdiğimiz söz'lerin sözcükleriyle birlikte...

Güzeldi onunla birlikte yaşadığım günler ve anlar ve de anılar...

Kanser hastasıydı o... Hastalığıyla mücadele içindeydi, yaşama sıkı sıkıya sarılıyordu lakin genç bedeni bir gün iflas bayrağını çekti yaşama... Onu tıpkı bugünkü gibi yine soğuk bir Ekim günü iskelesi olmayan limanlarda bekleşen sevgililerin yanına sonsuz istirahatgahına yolladım, ellerimde ve yüreğimde açan kırmızı güllerle birlikte...

Bir anda trafik açıldı, yeniden hızlandırıyorum arabamı, sileceklerimin büyüsünden kurtarıyorum kendimi, istemeyerek... Müzik de değişti radyoda... Endless Love çalıyor artık...

Ertan Yurderi