9 Temmuz 2008 Çarşamba

Ekonomik kriz kapıda mı?


Uzun zamandır düşündüğüm bir şey var... Hani şu beklenen bir türlü gelmek bilmeyen büyük ekonomik kriz nerede, nerede kaldı diye?..

Gerçi düşünmeme pek gerek yok, şöyle evden kafamı dışarıya uzattığımda çevremde gördüklerim ekonomik krizin hangi boyutlarda olduğunu bana anlatmaya yetiyor da artıyor bile...

Ama yine de parasal anlamda büyük kayıplar beklendiğini düşünüyorum...

Bir çok yerde aynı şekilde benim gibi düşünenler de varmış meğersem...

Elbette ben ekonomi uzmanı değilim... TV ve gazetelerden uzman olanların düşüncelerini okuduğumda ya da izlediğimde bunun ne zaman olacağı konusunda bir fikir sahibi oluyorum...

Bu arada net ortamında bilgi paylaşımı ise süper...

Kişileri uyandırma, farkındalık yaratma çabaları ve çalışmaları var kuşkusuz... Gerek internet siteleri vasıtasıyla gerek bloglar vasıtasıyla ve gerekse de elektronik posta yolu ile gönderilen iletilerden bir çok konuda bilgi sahibi oluveriyorsunuz...

Tabii bunların doğru olup olmadığını ancak yaşayarak öğrenebiliyoruz...

Yine böyle bir ileti aldım ve düşüncelerimi bu konuda biraz daha netleşti... Sizinle de paylaşmak istedim acaba bu yazılanlar doğru mu? Sizler ne düşünüyorsunuz bu konuda acaba?

Hani bilirsiniz, hazine düzenli olarak tahvil, bono, ihale vb. araçlarla piyasadan para çeker ve borçlanır ya.

Bu borçlanmalarda geri ödemeyi de düzenli olarak aylık 5 Milyar YTL ile 9 Milyar YTL arasında yapar ya.

Yani her ay 5 ile 9 Milyar YTL arası geri ödeme yapar ya.

Şimdi Temmuz ve Ağustos ayı gelip çattı...

2-3 yıldır yapılan bu borçlanmalarda Temmuz ve Ağustos 2008'e öyle bir yük oluşturuldu ki. Cumhuriyet tarihinde görülmemiş büyüklükte.

Hazine'nin borç ödemelerinin 43 Milyar YTL'si Temmuz 2008 ve Ağustos 2008'de yapılacağını duymuştuk...

Yani 5 ile 9 Milyar YTL'yi öderken güçlük çeken, hatta ödeyemeyen, tekrar borçlanan hazine, 2008'in Temmuz ve Ağustos'unda 43 Milyar YTL'yi nasıl ödeyebilecek acaba?...

Bu rakam (43 Milyar YTL) yaklaşık 6 aylık ödemeye denk geliyor. Hazine bu parayı bulabilmek için yine borç alma yoluna gidecek ve eminim ki bulamayacak.

Nereden bulsun ki piyasada zaten para yok.

Para bulamayınca ne olacak elbette ekonomik kriz.

YTL olarak para kimde diye düşünecek olursak, 2001 krizinden beri bizlere 1.70'lerden $ satan yabancı fonlarda. Bu krizin tarihini sanki önceden hazırlamışlar gibi...

Hem de bilinçli bir şekilde hazırladılar.

Öyle bir tarihe denk getirdiler ki, sorumlusu AKP olmasın falan istediler.

Yani Temmuz, Ağustos 2008'de kim ne yaparsa yapsın kriz kaçınılmazdı.

En önemlisi; Bu krizin sorumlusu kim olacak biliyor musunuz?

AKP'nin kapatılmasını isteyen Yargıtay Başsavcısı...

Belki de (kapatılırsa) Cumhuriyetin Anayasa Mahkemesi ve AKP'ye hayır diyen yurtsever muhalefet.

Kapatma davası, tesadüf bu ya Temmuz, Ağustos aylarında görülecek. Belki de kapatma kararı çıkacak.

Diyecekler ki, AKP'ye açılan dava siyasi belirsizlik yarattı, piyasa tedirgin oldu, krizin nedeni budur.

Diyecekler ki, AKP'ye açılan dava nedeniyle siz esnaflar, siz çiftçiler, siz memurlar, siz işçiler battınız.

Diyecekler ki, AKP'ye açılan dava nedeniyle sizler borçlarınızı ödeyemediniz, işleriniz durdu, 10 yıllardır çalıştırdığınız işyerleri kapanmak zorunda kaldı.

Halbuki öyle değil. Her şey ne kadar güzel olursa olsun, 43 Milyar YTL gibi ödeyemeyeceğiniz bir borcu 2 aya özellikle toplarsanız kriz gelir.

Temmuz, Ağustos 2008'i hazırlayan AKP'dir.

Kapanma davasını da özellikle hızlandırmak isteyen AKP'dir.

Neden başbakan çırpınıp duruyor bir an önce bitsin şu dava diye.

Çünkü dava olmasa kriz kendi kafalarında patlayacak. Bu durumda sorumlunun AKP olduğunu dağdaki koyun bile anlayacak.

Türkiye; Ağustos, Eylül, Ekim…. aylarında ekonomik kriz çıkaran Cumhuriyet Başsavcısını, krizi büyüten Anayasa Mahkemesini ve AKP'nin kapatılmasını destekleyen muhalif yurtsever kişi ve kuruluşları çok konuşacağa benziyor...

Umarım AKP destekçileri de bunun farkına varır...

Bu arada en fazla etkilenecek olan yine küçük işletme sahibi esnaf, çiftçi, işçi, memur ve emekli dostlarımız olacak... Onların hallerini ise düşünmek istemiyorum...

Aklıma hepimize sabır dilemekten başka bir şey gelmiyor ne yazık ki...

Bu konuda sizlerin de düşüncelerini öğrenmek istiyorum elbet... Şayet bu yazıyı uzatırsanız ya da bu yazılanları yorumlarsanız mutlu olacağım kuşkusuz...

Mutlu, huzurlu ve ekonomik krizsiz günler ve yarınlar hepimize...

Ertan Yurderi

8 Temmuz 2008 Salı

"Bir bazkondumuz eksikti, o da oldu"..


Gecekondu olur da, bazkondu olmaz mı efendim?

Olur, hem de bal gibi olur...

Nasılsa kimse bir şey demez, diyemez mantığıyla her yere bazkondu itina ile koyulur, İstanbul böyle bir yer işte...

4 Temmuz'u 5 Temmuz'a bağlayan geceyarısı saat 02.00'de mahallede bir gürültü, bir patırdı... Bir kesme biçme sesi...

Tüm sokak halkı, uykularının en güzel yerinde yatağından bir anda fırlamış, ne oluyor, neler oluyor, yoksa darbe mi oluyor diye sağa sola bakınıyordu camlarından...


Biz de sağa sola baktık... Bizim sokağın tam orta yerinde bir sürü adam, bağırış, çağırış ve canhıraş bir şekilde bir şeyler dikiyordu sokağın başına...

Sokak halkında da bir bağırış çağırış... "Dikemezsiniz efendim, dikemezsiniz..." nidaları sokağı inletiyor...

Ama adamlar bazkonduyu dikmeye kararlı...


Geceyarısı saat 04.00'ü gösterdiğinde mahallemizin en orta yerine hem bir elektrik direği ve hem de üzerine de baz istasyonu konuverdi...

Sokağımızın bir bazkondusu oluverdi böylece...

Yerden nerdeyse 2.5 metre yükseklikte...

Her tarafı apartmanlarla kaplı sokağın tam orta yerine hem de...

Burası Fatih'e bağlı Fındıkzade semti... Lütufpaşa Sokağı ile Karakoyunlu Sokağı'nın köşe başı... Lütufpaşa Camii'nin bahçe duvarının tam kenarı...




2134TM D.3 Elektrik panolu, Türksat A.Ş. Kablo TV FT 03B111 nolu kutudan alınan elektrikle bu baz istasyonu kuruldu...

Bazların üzerindeki anten bölümlerinde de Cell A ve Cell B yazıyor...

Lütufpaşa ve Karakoyunlu sokağında yaşayan bizler bir geceyarısı gözlerden uzak konan bu bazkondudan şikayetçiyiz...

Bu baz istasyonu Ördekkasap Mahallesi muhtarlığına bağlı sokağa kurulduğu için mahalle muhtarlığına gittim... Bu durumu anlatmak için... Sadece şikayetçi olan bizler değilmişiz meğersem... Tüm sokak halkı da muhtarlığa gelip şikâyetçi olmuş...

10 Temmuz Perşembe günü bir şikayet dilekçesi hazırlanıp Fatih Kaymakamlığına şikayette bulunulacakmış...

Tabii ki bu kanuni prosedür... Sonra nasıl işleyecek bilmiyorum...

Ancak o güne kadar faaliyete geçen bu baz istasyonu yayınına devam edecek...


Yetkililere buradan sesleniyorum?..

- Yerden 2.5 metre yüksekliğe baz istasyonu kurulur mu?
- Bu baz istasyonunu kurmak için Elektrik Kurumu'ndan izniniz var mı?
- Türksat A.Ş'nin oradan neden hat aldınız?
- Semtte o kadar yüksek bina varken sokak arasına neden kurma gereğini duydunuz?
- Siz hangi cell şirketinin baz istasyonusunuz?

Ve daha bir çok soru...

Bizler, bu sokak sakinleri, baz istasyonlarının insan sağlığı üzerindeki etkilerini bildiğimiz için bu baz istasyonunun peşini bırakmayacağız... Sağlığımızla oynayanların izinde olacağız...

Çabalarımız sonuç verir mi vermez mi bilmiyorum ama, tüm yetkilileri sorumluluğa davet ediyorum...

Gelin kaldırın bu çirkin görünümlü baz istasyonunuzu buradan...

Ertan Yurderi

7 Temmuz 2008 Pazartesi

"Hücrelerim Gibi Olmak Yeterdi..."


Şu an bu önümdeki beyaz cam’a yazarken, öğle namazı için ezan okunuyor dışarıdaki tüm camilerden… Kuzey’den esen orta şiddetteki rüzgâr da Fatih Camii’ndeki ezan sesini buraya dek getiriyor…

Ayrıca haberleri dinlemek için açtığım bir Skytürk TV kanalı da Fatih Camii’ndeki Hasan Doğan’ın cenaze namazını canlı veriyor… TV’deki ezan sesine, dışarıdaki karışıyor…

Yorumcular yorumlarını yapıyor…

Ben yazımı yazıyorum…

Naaş ise musalla taşında…

Geçen gün kendisine yapılan “yargısız infazla” yaşamını yitiren Kuddusi Okkır da şu an Kabristan’da, tek başına… Çoktan ahret yolculuğa çıkmıştır bile…

Günlerdir ülkemde yaşanan olaylar yüzünden kendimi hiç bu kadar “hazımsız” hissetmemiştim yaşamım boyunca…

Ruhsal olarak çektiğim sıkıntı, midemin üzerinde bir ağırlık oluşturmuş ve bu yüzden de bir iki gün ağrı çekmiştim doğal olarak…

Ta ki iki gün önce yolda yürürken kaldırım ortasına konan bir demir direğe dizimi çarpıncaya dek sürdü bu ağrı…

O çarpmanın etkisiyle midemdeki “ülke gündeminin hazımsızlığı” bu sefer de kendini fiziki acıya bıraktı…

Bir anda dizimle ilgilenmek ve onu iyileştirmenin yollarını denemek zorunda kaldım… Önce şişmesin diye uygulanan “buz” terapisi, ardından morarmasın diye Lasonil adlı pomatla tedavi iyi yapmaya yetti dizimi…

Sonra fark ettim ki… Midemdeki ağrı da geçivermiş…

Ancak ruhumun derinliklerinde hâlâ bir şeyler oluyor, hissediyorum…

Dün ağabeyim Erol Yurderi ile birlikte Boğaziçi silüetini seyrederek yaptığımız konuşmalar geldi birden aklıma… Konuşmalarımızın bir anında bana “Hücrelerin gibi olmak yeterli” demişti…

“Bencil ve hırslı”, “birbirimiz arasındaki işbirliğini reddedici”, "uyumsuz", “benden daha önemli hiçbir yüksek amaç yokmuş gibi davranan” biz insanoğlu’na inat, bedeni oluşturan milyonlarca hücrenin birbiriyle uyumundan bahsediyordu bana…

Ve biraz da sitemkâr olarak, sitesine çok önceleri eklediği Deepak Chopra’nın “Hücrelerim Gibi Olmak Yeterdi” yazısını okumamı tavsiye ediyordu…

Ona okuyacağıma söz vermiştim… Ve okudum da bu sabahın en sessizliğinde… Özümsemeye çalıştım…

Elbette o yazıyı sizlerle de paylaşacağım da…

Şu an Futbol Federasyonu Başkanı Hasan Doğan’ı sonsuzluğa uğurlarken, Hürriyet’in internet sitesinde de Kuddusi Okkır’ın cenaze töreninden bahseden bir haberi yayına koydular… Haberin başlığı “Cenazeye bile gelmekten korktular” diyor bu haberin başlığı…

Şu an yoğun bir kalabalık cemaat ise Hasan Doğan’ı uğurluyor …
Naaş musalla taşında…
Kuddusi Okkır ise Kabristan’da, tek başına…

Midemdeki ağrı geçmiş, yerini ruhsal anlamda derinlerde yaşanan bir ülke gündemini yaşamakta…

Bedenimdeki tüm hücreler ise birbiri ile uyumlu çalışmakta, görevini kusursuz yapmakta…

Ve son söz olarak da şunu eklemek istiyorum bu yazımın sonuna…

“Sonsuzluk içinde düşünün kendinizi, o zaman unutursunuz bütün derdinizi…”

Şimdi yazdığım bu cümleyi düşünmeye ve başarmaya çıkıyorum, evin arka terasına çıkıp, sonsuzluğa gözlerimi dikerek…

Bu arada sizleri de ağabeyim Erol Yurderi’nin www.dogruyasam.com sitesine eklediği “Hücrelerim gibi olmak yeterdi” yazısıyla baş başa bırakıyorum…

Hepinize sevgiyle….

*****


"Hücrelerim gibi olmak yeterdi..."

Spiritüel bir yaşam sürmek ne demek?
Bana ruhsallığın ilkelerini kim öğretebilir?

Şaşıracaksınız ama bedenim bana ihtiyacım olan her şeyi öğretebilir.

Bedenim her şeyi daha sabırla ve kendini adamış bir şekilde benden iyi yapıyor.
Bedenimdeki hücreler Yaşama tamamıyla katılmada hiçbir sorun yaşamıyorlar.

Trilyonlarcası bir arada aynı sessiz anlaşmaya imza koymuşlar. Bu anlaşmada en sıradan insanın da, en spiritüel insanın da kıskanacağı özellikleri sahipler. Paylaştıkları bu değerler her bir hücrenin neyi yapmayı kabul edip, yaptıklarını içermektedir.

YÜKSEK AMAÇ: Bir hücre önce bedenin hayrına, sonra kendi bireysel hayrına çalışmayı kabul eder. Eğer gerekirse bedenin yaşam sürecini korumak için ölmeyi kabul eder. Onun yaşamı, bizim yaşam süremizin yanında çok kısa olmasına rağmen. Deri hücreleri her saat binlerce ölür. Bağışıklık sistemi hücreleri mikroplara karşı savaşırken ölür. Hücrenin yaşamı söz konusu olsa bile bencillik gibi bir seçimi olamaz.

İLETİŞİM: Her bir hücre bir diğer hücre ile temastadır. Mesaj taşıyan moleküller, ufacık bir niyet ve düşüncenin gerektirdiklerini haber vermek için en uzak köşeye dahi koştururlar. Bu görevden çekilme yada haberleşmeyi reddetmek gibi bir seçimleri olamaz.

FARKINDALIK: Hücreler andan ana adapte olurlar. Onlar aniden ortaya çıkabilecek durumlarla başa çıkabilmek için esnek kalırlar. Sıkı kalıplara, alışkanlıklara bağlı kalmak gibi bir seçimleri yoktur.

KABULLENME: Her bir hücre bir diğerini eşit önemde kabul eder. Bedendeki her bir fonksiyon bir diğerine bağlıdır. Tek başına hareket etmek gibi bir seçimleri yoktur.

YARATICILIK: Her hücrenin kendine has fonksiyonları varsa da (karaciğer hücreleri, elli ayrı fonksiyonu yerine getirebilirler), bu fonksiyonlar yaratıcı bir şekilde birbirleri ile kombine olabilirler. Bir kişi daha önceden hiç yemediği bir yemeği sindirebiliyorsa, hiç düşünmediği bir şeyi düşünebiliyorsa, daha önce hiç görmediği bir şekilde dans edebiliyorsa bu nedendendir. Eski davranışlara asılı kalmak gibi bir seçimleri yoktur.

OLMAK: Hücreler dinlenme ve harekete geçme evrensel döngüsüne aynen uyarlar. Bu döngü kendini her ne kadar hormon seviyelerinin, kan basıncının, hazım ritimlerinin iniş çıkışları olarak kendini gösterse de en belirgin ifadesi uykudur. Neden uyumaya ihtiyaç duyduğumuz tıbbi bir gizemdir ama eğer uyumazsak fonksiyonel bozukluklar ortaya çıkar. Bedenin hareketsizliğinde gelecek kuluçkaya yatmış durumdadır. Aşırı hareketli olmak gibi bir seçimleri yoktur.

VERİMLİLİK: Hücreler en az enerjiyi tüketirler. Tipik bir hücre, hücre duvarının içinde sadece üç saniyelik yiyecek ve oksijen tutar. Tam bir teslimiyet halinde rızkının verileceğini bilir. Aşırı gıda, hava ya da su tüketimi, ya da istifçilik gibi bir seçimleri yoktur.

KAYNAĞA BAĞLILIK: Ortak genetik mirasları nedeniyle hücreler temelde aynı olduklarını bilirler. Karaciğer hücrelerinin kalp hücrelerinden farklı olduğu ya da kas hücrelerinin beyin hücrelerinden farklı olması onların ortak kimliklerini sorgulamaz.. Çünkü bu hiç değişmeden aynı kalır. Laboratuarda onların ortak kaynağına geri giderek bir kas hücresi genetik olarak bir kalp hücresine dönüştürülebilir. Hücreler kaç kez bölünürlerse bölünsünler kaynaklarına bağlı kalırlar. Bunun dışında kalmak gibi bir seçimleri yoktur.

VERİCİLİK: Hücrelerin ana aktivitesi vericiliktir. Bu tüm diğer hücrelerle entegrasyon içinde olmak demektir. Kendini vermeye adamak, alıcı olmayı da otomatik olarak beraberinde getirir. Bu döngünün öbür tarafıdır.. İstifçilik gibi bir seçimleri yoktur.

ÖLÜMSÜZLÜK: Hücreler kendi bilgilerini, deneyimlerini, becerilerini hiçbir şey esirgemeden çocuklarına aktarabilmek için ürerler. Bu gerçek bir ölümsüzlüktür, fiziksel planda ölü gibi olsalar, fiziksel olmayan planda kendilerini korumaya devam etmektedirler. Nesiller arası uçurum gibi bir seçimleri yoktur.

Hücrelerimin akitlerine bakınca hepsinin kelimenin tam anlamıyla spiritüel olduğunu görebiliyorum. Bu niteliklerini anlatabilmek için bir başka etiket kullanabilmem imkânsız.

Her şeyden önce, yüksek amaç teslimiyet, diğergamlık olarak da alınabilir. Farkındalıklarında hem her an uyanık ve adapte olmaya hazır oluş var. Ama bedenimin tüm bu etiketlerle hiçbir işi yok. Ona göre bu nitelikler günlük yaşam varlığının içine dokunmuş halde. Bu özellikler milyar yıl süren biyolojik evriminin içinde oluşan yaşamın içsel zekasını taşıyorlar..

Tek bir hücrenin yapısını inceleyecek olursak, teslimiyet, farkındalık, birlik bilinci gibi bir şey göremezsiniz. Bu nitelikler, bakteri, mayalar ve amipler gibi tek hücreli organizmalarda bulunmaz.

Yaşamın gizeminde, tüm potansiyelinin ortaya çıkması için sonsuz sabır ve dikkat vardır. Tek hücreli varlıkların binlercesi bağırsaklarınızda yaşar ve bağırsaklarınız onlar olmaksızın yiyeceklerini hazmedemezler.

Evrim hep ileriyedir ama nerden geldiğini bilir ve hiçbir şey kaybolmaz. Şimdi bile bedenimi bir arada tutan bu sessiz anlaşma bir sırdır. Çünkü anlaşmayı göremeyiz.

Her gün ikiyüzelli çeşitten fazla hücre günlük işlerinin başına geçiyorlar, elli değişik fonksiyonu yerine getirebilen karaciğer hücreleri gibi. Ve bu fonksiyonlarını bırakıp adale, kalp, ya da beyin hücrelerinin işlerine karışmıyorlar. Eğer bir fonksiyonu bıraksalar sonumuz olur.

Annenin rahminde döllenen ilk hücre milyarlara bölünürken dahi kaynakla ilişkisini bellek seviyesinde koruyor. Ben hala o ilk hücreyim ve eğer bir ruhum varsa onun hakkında bildiğim şey önce benim bedenime söylenmiş olmalı.

Yaşamın gizemi, kendini benim ile ifade edecek bir yol bulmuş. Bu nedenle buradayım.

Acaba bu amaca uygun hareket ediyor muyum?

Listeyi tekrar okursanız ve seçimleri gözden geçirirseniz görürsünüz ki, bu davranışlardan birini seçmiş olsak, bedenimizin ölümü ile neticelenirdi.

Zira biz insanlar bencil ve hırslıyız. İşbirliğini reddetmekteyiz. Ben, benden daha önemli hiçbir yüksek amaç yokmuş gibi davranmaktayız. Kendi parçalanmış karmaşıklığımızda, kendi içimizde var olan o mükemmel spiritüellik modelinin farkında değiliz. Onlar ise evrimleştikçe yaşamın devamı için neye gerek duyduklarını çok güzel öğrenmişler.

Bedenimiz kazanılması asırlar almış olan bilgeliğini fırlatıp atmak istemediği için ruhsal yaşama giden yolu dile dökmez. Kendi kişisel yaşamlarımızda acı çekmemizin nedeni, bedenimizi ayakta tutan ruhsal anlaşmanın tam tersine davranmayı bilinçli bir şekilde seçmemizden kaynaklanmaktadır.

Deepak Chopra, MD

5 Temmuz 2008 Cumartesi

Özgürlük üstüne...


Özgür insanın yalnız insan olduğu gibi bir inanç var.

İnsanın yalnız olduğu zaman, daha doğrusu bağlarından koptuğu zaman; toplumsal baskıların üstesinden gelebildiğinde özgür olduğu düşünülür.

Bu böyle değil tabii. Sebebi de gayet basit; çünkü özü gereği, insan dediğimiz varlık, yalnız bir varlık değil. Yalnızlık, insana yakışan bir şey değil. Bir başına olmakla yalnızlığı ayırmak lazım.

İnsan, bir başına, bağımsız bir varlık olarak, diğer insanlarla paylaşabildiği oranda özgür olabiliyor.

Paylaşamayan insan özgür olamaz...

Kendimizi soyutlayıp bir odaya kapattığınızda veya insanlardan kaçtığınızda, dağ başında yaşamaya başladığınızda, "Ben özgürüm" diyemezsiniz. Bu, kendinizi başka türlü bir mahkûmiyet içerisine sokmaktan başka bir şey değildir.

 

Özgürlük, birlikte gerçekleştirilebilecek bir erdemdir, özelliktir. Onun için, kaçışlar ve kopuşlarla sağlanabilecek bir şey değil.

Bir takım insanlarda böyle bir düşünce oluşuyor, toplumdan koparak özgür olunabileceği düşünülüyor. Bu, özgürlük değildir, kendimizi başka türlü mahkûm etmektir diye düşünüyorum...


"Anarşizm özgürlük mü?"

Bu sorunun cevabı, anarşizmden ne anladığımıza bağlı olan bir şey. Ben, anarşizmi çok önemseyen bir insanım. Hatta kendi kendime de, "Ben anarşistim"  diye dolaşıp duruyorum. O ayrı bir konu. Ama özgürlüğün hasının böyle bir şey olduğunu düşünüyorum. Çünkü anarşizm, müthiş bir bilinç meselesidir. Doğmalara, kalıplara karşı çıkan bir yaşam biçimi önerisidir.

Anarşist, farklı düşünme biçimlerini, yaşama biçimlerini, algılama biçimlerini, kültürleri görebilen, onların farklılığını algılayabilen; o farklılıklar içerisinde onlara saygı duyup, kendi farklılığını onlarla birlikte yaşamak isteyen birisidir. O anlamda, ideal özgürlüğe gitme yolunda önemli bir insandır diye düşünüyorum.


Özgürlük eğitimi olabilir mi, eğitimle öğrenilebilinir mi?

Özgürlük terbiyesi dediğimiz bir terbiye olabilir. Bu, maalesef bize öğretilmiyor, sadece nutuklarla geçiştiriliyor.

Çocuklar küçük yaştan beri aile baskısı içerisinde oldukları için, aile baskısından kurtulmayı bir özgürlük zannediyorlar. Kız çocuğunuza, "Hadi kızım, istediğin yere git" diye kapıyı açtığınız zaman, aileden kurtulduğu zaman özgür olabileceğini sanıyor. Bu çok büyük bir yanılgıdır.

Çünkü özgür olabilmek, bir hazırlık, bir donanım, bir eğitim, bir deneyim ve birikim sonucu elde edilebilecek bir şeydir. Özgür olmak, bir çabanın sonucu oluşan bir şeydir. Özgür olmak, karnımızın acıkması gibi, gayet doğal bir şey değildir; özgür olabilmek, hak edilebilecek bir şeydir, kazanılabilecek bir şeydir ve uzun bir öğrenim ve eğitim yolu olduğunu düşünüyorum.

Bizim kültürümüzün, hatta Batı kültürünün de, bugün dünya gezegeni içerisindeki yaşanan hayatın, bu anlamda özgürlüğe çok imkân vermediğini düşünüyorum. Yaşadığımız dünya düzeni, özgürlüğe izin vermiyor. Sürekli olarak şöyle bir propaganda yapılıyor: "Sen özgürsün..." Amerikalılar bir zamanlar çok söylerlerdi, hâlâ da söylüyorlar: "Burası Amerika, özgürlükler ülkesi..."
 

Halbuki insan, özgürlük konusunda büyük ölçüde yanılgılar taşıyabilir. Bu özgürlük eğitimi, bir özgürlük bilinci eğitimidir. Çünkü özgür olmak, cesur olmayı gerektiren bir şeydir. Yiğit insanların, korkusuz insanların, risk alabilecek insanların özgür olabileceklerini görüyoruz. Sürekli olarak bir sürü içinde, sürünün or ta yerinde yer alarak, "Ben de sürüye uyuyorum, o halde özgürüm" diyerek, özgür olunabilinir mi?

Dolayısıyla bizim kültürümüz, boyun eğmenin, tek otoriteye boyun eğmenin kültürü olarak anlaşılmıştır. Ama yine bizim kültürümüzün köklerinde, bunu kırabilecek olanaklar da vardır. Tasavvufun, insanlara inanılmaz bir özgürlük kapısı açtığını söyleyebilirim.

Burada takınılmasını önerdiğin tavır şudur: Özgür olup olmadığımı mutlak anlamda saptayacak bir olanağa sahip değilim; öyleyse olanakların elverdiği ölçüde kendimin özgür olduğuna inanmalıyım. Eğer özgür değilsem bu inancımın yeterince dikkatli olduğum ölçüde bana bir zararı yoktur. Yok eğer özgürsem, o zaman beni gerçekten özgürleştirir.

Elbette tartışmalı bir sav ileri sürdüm. Gelin bunu "özgürce" tartışmayı sürdürelim.

Kaynak: "Gönülden Bilime" - Ahmet İnam - Özgürlük Üstüne...
Alıntı: Cumhuriyet Bilim Teknoloji - CBT 1111/11 - 4 Temmuz 2008

4 Temmuz 2008 Cuma

"O çuval şimdi kimin kafasında?.."


4 Temmuz 2003.

Bundan tam 5 sene önceydi...

Amerikan askerleri, K.Irak'ta Türk askerlerinin kafasına çuval geçirip, "Onları gafil avladık!.."  demiştiler...

Evet askerlerimiz gafil avlanmıştılar...

Kimsenin burnunun kanamaması bir mucizeydi ama...

O çuval o gün sadece Türk askerlerinin kafasına değil, bu milletin de kafasına geçirilmişti... O çuvalın kimin kafasına geçirildiğini bugün yaşanan tüm olaylarda daha net anlıyoruz...


Çuval olayıyla ilgili o kadar çok yorumlar yapıldı ki... Komplo teorileri üretildi ki, kitaplar yazıldı ki, hatta intikam filmi bile yapıldı...

Bu kısımlara hiç girmek istemiyorum...

Sadece bugünleri düşündüğümde, bugün ülkemizde yaşanan tüm gelişmelerde aslında o çuvalın milletin kafasına nasıl geçirildiğini daha iyi anlıyor ve sadece üzülüyorum...

Artık biz, her 4 Temmuz geldiğinde bu tarihi üzüntüyle hatırlarken birileri de ödül gibi verilen komutanlığıyla övünecek...


Dediğim gibi o çuval olayı sadece Türk Silahlı Kuvvetleri'ni yıpratmak amaçlı değildi, Türk milletine öyle bir gözdağı verilmesi olayıydı ki, bugün etkilerini daha net bir şekilde görüyoruz işte...

Tabii ki bunu bugüne kadar iyi anlayabilene ve değerlendirebilene...

Ertan Yurderi