25 Aralık 2009 Cuma

"Tivittırt-tırt-mayın beni!.. Tutun!.."




Tivitır çıktı çıkalı, aklımızın ucu şeyimizin tivitırında...

En hakiki Tivitırcı'dan

- Uyandım
- Gerindim
- Kalkamıyorum, uyku tatlı geliyor
- Kalktım, gözlerim kapalı
- Esniyorum hâlâ
- Tuvalete gidiyorum
- Tuvaletteyim, mıçıyorum
- Tuvaletten çıktım, ellerimi yıkadım
- Çay suyunu koydum, burdayım
- Çayı demleyip geliyorum
- Çay demlendi, kahvaltı masasını hazırlıcam
- Kahvaltı edip, bilgisayar karşısına gelicem
- Az önce çay döküldü masaya
- Peynir de kalmamış
- TV'yi açtım
- Haberler mombok
- Mehmet Amca evleniyor, Zuhal Topal, topallamıyor, ama memeleri hopluyor!..
- Vs. hayatlardayım, filanla yattayım...
- Feşmekan'la Fişmekan, dışmekanda fışfış kayıkçının küreği...

Kon, kon, kon Ergenekon sanıklarının, mahkeme tivitır kayıtlarından...

- Ergenekoncusun diyorlar, iktidarı vermiyorlar
- Rampaların ustasıyım, 1 Numara’nın hastasıyım.
- Ergenekon dediğin nedir ki gülüm, ben senin için Gladyo’yu bile göze almışım
- Nalet olsun içimdeki çete sevgisine
- Hatalıysam Silivri’de görüşelim mi?
- Yakamoz, Sarıkız, Ayışığı, darbeden mi geliyon tugayın yakışığı
- Kazancımız bilek zoru, Allahım sen bizi 13. dalgadan koru!
- Dalga dalga geldiler, bizlen dalga geçtiler
- Sen kaçıncı dalgadansın arkadaş?
- Yiğit kavgasız, Ergenekon dalgasız olmaz
- Nazar etme ne olur, çalış senin de iddianamen olur
- Elimdeki keleş, belimdeki mermiler kadar yakınsın bana Jitemlim
- Yollar gidişime, kızlar bomba atışıma hasta.
- Kamyoncu lokantası değil cezaevi yemekhanesi
- Eylemde seçiciysem günahım ne?
- Perinçek de sollardı
- Silivri yollarında değil, senin kollarında öleyim.
- O şimdi hapiste…
- Vur kalbime hançeri, yüreğim parçalansın; fazla derine inme, çünkü orda sen varsın.
- Darbelerin ustasıyım, GATA’nın hastasıyım.
- Gatakulli yapma bana, yamyam bakteri yollarım sana
- Bir sana, bir de GATA’nın sabah uykusuna hastayım.
- Gönlünde yer yoksa bana güzelim, fark etmez ben GATA’ya da giderim
- Herkes sanıyor ki hastayım, oysa Silivri’de mapustayım
- Haberal’dan haber geldi, Güniz Sokak kederlendi
- Demirel’in hastasıyım, provokasyonun ustasıyım.
- Gaz, fren, şanzıman; cephanesiz halim duman
- En hakiki mürşit, turşucu Hurşit
- Aramasın gözler onu, o şimdi tutuklu
- Özkan, Haberal, Perinçek; yine efkarlandın bi fırt çek
- Sen sus, eylemin konuşsun
- Ömür biter, saklanan cephaneler bitmez…
- Haki renklim, kızıl bayraklım
- Bombayı atarım, gerekirse yatarım
- Darbemi yaparım, Paşa Paşa yatarım
- Bir kavanoz reçel, gülüm mapusluk da geçer
- Torpidonda silah yoksa güzelim, fark etmez bombayla da işi hallederim.
- İktidar dediğin taktın mı kola, çaktın mı duvara yapışmalı!
- Dünya dikenli bir hayat, hep Ergenekoncularda mı kabahat?
- Duanla mı yaşadım ki, iddianla öleceğim?
- Şoför molasız, darbe medyasız olmaz
- Adrese gerek yok, Türkiye bizi tanır
- Yoksa sende bi numara yok mu be 1 Numara ?
- Varsa yalanım, asit kuyularında yanayım
- Miras değil örgüt parası
- Dalgalandım da duruldum, 12. dalgada vuruldum!
- İstedim vermediler, sen Ergenekoncusun dediler
- Ergenekon dalga dalga, benim radyom kısa dalga
- Ergenekon dalgalandı, bilmem nasıl algılandı
- Her kızda resmim, her savcıda ismim vardır
- Ergenekon ETÖ ETÖ, konuşuyor öte öte!
- Gayduru Gubbak Cemile, bunları okumadan geçme; sonra demedi deme
- Silivride yer yoksa güzelim, Ben İmralıya giderim.
- Ergenekon gidişime,Hurşit duruşuma hasta
- Burma burma bıyıklarım 12.Dalgada ayıklarım.
- Burs istedim vermediler, Sen irticacısın dediler.
- Ömür biter dalga bitmez.
- Önünü görmeden sollama, Hurşite acı haber yollama.

Oğlu havuzda boğulan annenin tivitırından (bknz)

- Herkese selam, ne güzel bir gün di mi?...
- Life must go on
- Oğlum az önce havuza düştü
- Oğlum az önce havuza düşmüştü ya, onun için dua edin
- Life will go on
- Oğlum gulu gulu boğuluyor
- Go for life
- Oğlum öldü
- Tivitirım açık cenazeye gidiyorum, ikindiye gelirim...

Feysbuku güzelce bukladık, tivitırı da çivitledik
Biz bu akli bu şekilde yitirdik (mi?) ...

"Tivittırt-tırt-mayın beni!.. Tutun!.. Bu yazıyı da tivitlicem..."

Ertan Yurderi

19 Aralık 2009 Cumartesi

"Tıkır tıkır, şıkır şıkır, fokur fokur, kütür kütür" ...



Birkaç gündür TV’lerin reklam kuşaklarında Türkiye’nin en önde gelen holding patronlarını görmeye başladık…

“Makine Tanıtım Grubu” tarafından hazırlanan reklam filminde rol alan patronlar, “Dünyada rekabetin gittikçe zorlaştığını, artık her yerde teknolojinin ve tasarımın konuşulduğunu, hızınızla, fiyatınızla ve kalitenizle hep daha iyi olmak zorunda olduğunuzu, bu yüzden de sistemin tıkır tıkır çalışması gerektiğini” söyleyip duruyorlar… Ve bu reklam “Sanayinin devleri, Türkiye’nin makinelerine güveniyor” mesajıyla sona eriyor…

Tamam reklamın iyisi de kötüsü de olmaz da…
Sizce de bu ülkede tuhaf giden şeyler yok mu?
Yoksa herkes bambaşka “dejavu”lar içinde “ikileme”ler mi yapıyor?

Makine üreticileri üretiyor “harıl harıl”,
Makineleri çalışıyor “tıkır tıkır”

Patronlar kazanıyor “şıkır şıkır”
İşçiler kazanamıyor “şırıl şırıl”
Hatta dövülüyor “patır kütür”

Eğitim sistemimiz “çöktü çöküyor”
ÖSYM’de öğrenciler “sapır sapır” dökülüyor

Sağlık sistemi Allah’a emanet
Dört kolluyla gidenlere rahmet

İşçi, memur, emeklinin hali ortada
Milletin vekilinin keyfi oh ne güzel keka
Gezinirken “çifter çifter” Mercedes’le
Onlarda “bir afra, bir tafra”

Fakirin midesi kazınırken “gurul gurul”
6 tane uçakla uçuyor birileri “püfür püfür”

KİT’lerimiz satılırken “kütür kütür”
İşyerleri kapanıyor “paldır küldür”

Şehitler gelirken “tümen tümen”
Anaların yüreği kor gibi “alev alev”

Halkın aklı “allak bullak”
“Aç açına” geziniyor “aylak aylak”
Zaten uykuda çoğu zaman “horul horul”
Söylenmiyor, söylenemiyor artık “homur homur”

Türkiye “fokur fokur” fokurdarken
Bu “abuk sabuk”luk biter mi her an
“Akşama sabaha” gün doğar mı el’an…

“İkileme itekleme” “yalap şalap” yazdım bugün bu yazıyı
“Açıklık seçiklik” getirmekti niyetim “aygın baygın” zihinlere

“Vıdı vıdı” yapıp, “ah vah” ettiysem affola
Bugünlük bu kadar olsun, hadi bana eyvalla…

Ertan Yurderi

16 Aralık 2009 Çarşamba

Eyvah!.. "Delirten Bankamatikler", "Multimatik"e dönüşüyor



"Delirten bankamatik"lerin yerine yepyeni bir teknoloji daha geliyormuş... Adı Multimatik ...

Hadi şimdiden hayırlısı mı diyeyim mi, yoksa demeyeyim mi bilemiyorum...

Multimatik adlı bu yeni nesil ATM para çekme makinelerinde bulunacak Türk Telekom Noktası sayesinde, müşteriler buradan internete girip, SMS de atabileceklermiş. Ayrıca bir de telefonla görüşme imkanı sunacakmış bu ATM'ler... Ve yine ayrıca 100'e yakın işlem yapabilecekmiş...

Eyvah yandık ki yandık… Desenize uzun kuyruklara ve kavgalara şimdiden hazırlanalım…

Tabii tüm özelliklerine kullanmaya başlayıp, bunun yarar mı, ya da yarardan çok zarar mı getireceğini hep birlikte zamanla öğreneceğiz...

Türkiye'de ilk ATM kullanımı 25 Aralık 1987 tarihinde İş Bankası tarafından Ankara Yenişehir Şubesi'nde başlamış, günümüze gelene kadar da hemen hemen her yerde ve her bankada kullanıma açılmıştır.

Yalnız kullanıma açılmakla kalmayan, günden güne de hayatımızın her anında bize yardımcı olmaya çalışan ATM'ler ya da nam-ı diğer bankamatikler, para çekmeye gittiğimizde çoğu zaman içinde para olmayan, ya da içinde para olduğu halde "Geçici olarak hizmet dışı" kalmış modern delirtme aletleri olarak da yaşamımıza günden güne renk katmaktadırlar...

Ayrıca emeklilerin pek çoğunun veya annelerin yahut da teknoloji kullanım özürlü yaşlı amca ve teyzelerin tamamının asla kullanamadığı, kullanmak için yanlarında oğulları, kızları onlar da bulunmuyorsa torun vb. birisini götürdüğü veya sırada gözüne kestirdiği efendi görünümlü gençlerden yardım istedikleri cihaz olarak da hizmet veren aletler olarak biliyoruz.

ATM'ler hakkında dağarcığımızdaki bilgiler günden güne gelişmektedir... Örneğin "000" tuşlarının hiç bir zaman çalışmadığı makinalara pek sıklıkla rastlarız...

Ya da tam işlem yaparken yanlış bir tuşa basıp sonra da ne yapacağımızı bilemediğimizden ve tüm bu işlemleri birkaç saniye içinde yapmayı beceremediğimizden dolayı kartımız alıkonulmasına hayatımızda bir kere değil, birkaç kere şahit olmuşuzdur.

Ayrıca bazı bankamatikler işlem bittikten sonra bağırma alışkanlığına da sahiptirler. Gecenin en ilerleyen bir saatinde kimseye görünmeden para çekeyim dersiniz ama sevgili atm'niz bütün semte sizin para çektiğinizi duyurur, bu sizi muhtemel bir hedef haline getirir.

Son zamanlarda kapalı konserve kutusu gibi şehirlerin içine yerleştirilen ATM'ler de genelde gündüzleri para çekmeye, akşamları da kimsesizlere evsahipliği yapmaktadır. Ancak çok kuytu köşelerde bulunan ATM'ler ise geceleri yolda sıkışan ve o an tuvalet ihtiyacını gidermek isteyenlere de bedava umumi WC görevini üstlenmektedir...

Bir de paranızı direkt içine alıp sayan bankamatikler var ki, onlar da sizi çıldırtmakla kalmaz, sinirlerinizi laçka ederler... Eksterinizi ödemeye gidersiniz, elinizde ödeyeceğiniz tam para vardır, makineye parayı verirsiniz... Hoppp üç dört tanesini kabul etmez, denersiniz, denersiniz, yine kabul etmez... Ya, binbir rica ile arkanızdakilerden parayı değiştirmek için uğraşırsınız, ya da "Bir dakika içeri gideyim, kasadan değiştireyim" diye milleti oyalayıp durursunuz...

Ayrıca bu ATM'ler içlerine para yerleştirilmesi veya gün sonu raporu alındığı vakitler işlem dışı bırakılmasının yanısıra şu durumlarda da işlem dışı kalıyorlar:

- Hat sorunu: ATM hat bağlantısı kesildiğinde veya gerekli tcp/ip, server ve router değerlerindeki değişimde makina işlem yapamaz.

- Journal kağıdı: Her ne kadar HDD'ye yazıp daha sonradan kağıda işleyebilecek olsa da bu journal kağıdı bittiğinde, ters konduğunda, ya da sıkıştığında makina işlem yapmaz.

- Kart girişi sorunu: Kart girişinde sıkışma olduğunda (örneğin tırnakçılık diye tabir edilen giriş kısmına kağıt konduğunda) makina işlem yapabilir ama kartları görmeyeceğinden işlem yapacak ünite olmaz.

- Klavye sorunu: Hatalı kart şifresi giriminden kaynaklanabileceği gibi atm makinasının kendi şifresindeki bir değişimden veya klavye ünitesinin bozulmuş olmasından kaynaklanan sorundur.

- Supervisor modu: Supervisor modu esas olarak makinanın ön kapağının arkasından bir butonla geçirilir. Eğer geri döndürülmez veya exit ile çıkılmadan normal moda alınmışsa makina çalışmaz.

- Sürekli reset: Makinanın çalışmamasının nedenlerinden biridir. Bir işletim hatasından kaynaklanabileceği gibi güç kaynağında bir bozulmanın da nedeni olabilir.

Evet şimdi de bugün gittiğim beş ayrı ATM'de tam sıranın bana gelmesine 2 kişi kala (tam geldiği anda da diyebilirim) hizmet dışı olmasıyla ufak çapta da olsa atm'ler ve sıraları hakkında edindiğim bilgi birikimini de paylaşmak istiyorum.

- Öncelikle sakın programınızda yaptığınız sıralamada atm'den para çekme işini arka sıralara atmayınız, unutmayın ki her geçen an başkaları sizin hakkınız olan parayı atm'den çekmekte ve parayı bitirmektedirler...

- Boş zamanlarınızda az kullanılan ve pek keşfedilmemiş atm'leri zihninizin bir köşesinde tutun ve yol güzergahınızı bu atm'lere en kestirme şekilde belirleyin...

- Bir şubenin atm'lerinin bulunduğu alanına geldiniz. Evet yan yana gördüğünüz bir sürü atm var hepsinde de sıra var, şimdi kriterlerimiz ne olacak? Hadi teker teker onu da inceleyelim...

İlk kural olarak: Öncelikle para çekeceksek biz para yatırılamayan atm'yi seçeceğiz. Çünkü sıradaki adamlar zarf yazacak, edecek, para sokacak zarfı atm'ye girecek. Çok uzun bir iş bu. Onun için bu sıradan vazgeçin...

İkinci kural: Elinde kağıt tutan insanların sırasını beklediği atm'lerden uzak duracağız, bunlar muhtemelen havale yapacaklar ve o kağıda her numara için bakıp emin olacaklar yani ölme eşşeğim ölme.

Üçüncü kural: Ve en önemli kural yaşlı amcaların ya da teyzelerin bulunduğu sıraya girme. Bunun sebebini açıklamak acı veriyor ama bizim zavallı ninelerimiz ve dedelerimizin beyinleri hepimizin gelecekte olacağı gibi yavaş çalışmakta parmak ve göz koordinasyonunu kaybetmiş şekilde önce klavyeye bak, düğmeye bas, sonra ekrana bak yazdığının doğru olup olmadığını anlamak için bir süre oraya bak sonra bu işlemi devam ettir gibi bir yöntem izlerler. Bu durumu hoşgörü ile karşılarız ama uzak durma gereğini de aklımızdan çıkartmamalıyız.

Dördüncü kural: Sırada rahat ol. Sıramı kapacaklar, kaynayacaklar telaşına gerek yok. Omuzlarını aç, çeneni kaldır, etrafa bakın. Bu durum araya girmek veya sızmak isteyen cingözlerin gerekli mesajı almasına yeter de artar bile.

Beşinci kural: Bir şubenin atm'sine gittiysen ve beklediğin atm'nin parası bittiyse başka şubeye gitmeye kalkışma sakın. Sana kimse diğer şubede de para olduğunun garantisini veremez. Biraz sabret, beklediğin yer şube!.. 5 bilemedin 10 dakika içinde para tazelenecek ve işlemini gerçekleştireceksin.

Altıncı kural: Tüm bunların dışında hızlı ilerlediğini fark ettiğin sıraya atlamaya her an kendini hazırla. Ama sakın unutma. Bu konuda senden daha yetenekliler olabilir. Atlayacağım derken önünde aynı cingözlülükte 3 kişiyi daha bulabilirsin veya birden hiç beklemediğin şekilde sıra ilerlemeyi kesebilir, içgüdülerine güvenmelisin...

İşte bankamatik de denen illet ATM'lerin neden ruh ve beden sağlığımızı bozduğunu ve biz tüketicilerin neler neler çektiğini bir şekilde öğrenmiş olduk değil mi?...

Şimdi şu teknoloji harikası olacak Multimatik'ler acaba ruh ve beden sağlığımızı nasıl etkileyecek çok merak ediyorum doğrusu...

Sahi sizin de ATM’lerle böyle sorunlarınız var mıydı veya yeni multimatikler için komplo teorileriniz, onları alabilir miyim acaba?

Ertan Yurderi

14 Aralık 2009 Pazartesi

Edgar Enrique Hernandez keratasına açık mektup!..



Küçük kerata, kimsin sen?..
Meksika'nın La Gloria Köyü'ne nerden enkarne oldun sen?
5 yaşında bir fırlamasın biliyorum, bilmesine de...
Bu yaşta tüm dünyanın ebesini belledin kerata...

Gözlerindeki ferfeciri görebiliyorum senin...
Evinin penceresinden dünyanın bugünkü haline bakıp kıkır kıkır gülüyorsun değil mi köftehor?

"Domuz Gribi" hastalığı ilk sende görüldüğü için Bernardo Luis Artasanchez adlı heykeltıraş amcan bile heykelini dikti senin... Bunun farkında mısın? Hiç sanmıyorum...

Üstelik bu heykeltraş amca seni “Domuz gribinden kurtulmuş ve tüm Meksikalıların birliğini temsil eden bir çocuğun portresi” olarak tanıtıyor artık dünyaya... Arada bir gidip bakarsın artık adına dikilen heykeline...




Sen artık çok ünlüsün çokkk, ufaklık...
Ünün taaa buralara kadar geldi senin...
"Orası neresi be amca?" diye sorarsan, burası Türkiye, İstanbulköy çocuğum...

Sakın bizi hemen hindiyle falan karıştırma... Biz bir hindi değil, koskoca bir ülkeyiz...

Bak geçenlerde senin ülkene bir Başbakan Amca geldi ya Recep Tayyip Erdoğan adında, işte ben onun ülkesindenim yaaa...

Hani şu Türkiye'de bugüne kadar Sağlık Bakanlığı tarafından gripten ölenlerin sayısının istatistiğinin tutulmadığı ülkedenim anlayacağın...

Bak kerata ne anlatacağım sana... Masal değil, gerçek, dinle, dinle... Bırak yaramazlığı...

Dünyanın sağlığıyla ilgilenen güya Dünya Sağlık Örgütü diye bir örgüt var... Bu örgüte göre her yıl dünyada 500 milyon kişi grip oluyormuş. Üç ila beş milyon kişi grip yüzünden hastaneye yatıyor bunlardan da 250 ila 500 bini attaya gidiyormuş... Yani ölüyormuş...

Eh bu dünyanın nüfusunu parmakla saymasını becerebilirsen 7 milyar kişi daha var sizin köyün haricinde bu dünyada...

Bizim yaşadığımız ülkede yani Türkiye’de de 70 milyon kişi var... Eh sen daha küçüksün, yarın öbür gün okula gittiğinde, toplama, çıkarma, bölme, çarpma öğreneceksin... Yüzde hesabı nasıl yapılır onu da öğreneceksin...

O zaman bir hesap yaptığında benim yaşadığım ülke olan Türkiye’de her yıl grip ve gribe bağlı hastalıklardan ölenlerin sayısının 2500 ila 5000 arasında olduğunu hemencecik bulacaksın...

Çok değil mi? Sizin köyün halkından bile çok... Ama bizim ülkeye göre normal bir rakam... Baksana dünyada her yıl yaklaşık 500 bin kişi gripten ölüyor...

Zaten bizim buralarda şöyle bir atasözü de var... Belki sizin köyün yaşlıları buna benzer sözleri biliyorlar ve sizlere de söylüyorlardır... "Ecel gelmişse cihane, baş ağrısı bahane..." diye...

Bu cümlenin anlamı da; "Ecel gelmişse bir şey bahane olur, ölüme çare yok" demektir. Bu cümle ile her canlı, mutlaka hastalık, kaza gibi bir sebeple ölecek demektir. Bizim halkımız bu cümleyi çok kullanır, bu yüzden de doktora gitmeye falan gerek yok gibi şeyler de düşünür...

Ama en önemlisi ne biliyor musun? Bak söylesem ya korkarsın, ya gülersin, ya da altına edersin...

Bizim burada kocamannnnn bir canavar var... Biz ona "Trafik Canavarı" da diyoruz... O karşına çıktı mı, ondan kaçış olmaz işte... Adamı bir dakikada "hammmmm" yapıp, öldürür...

İşte her sene bizim yaşadığımız bu ülkede, biz bu canavara senin geçirdiğin ancak mucizevi bir şekilde ölmediğin domuz gribinden daha fazla can veririz...

Yani gripten kaçsan, trafik canavarından kaçamazsın... Anladın mı? Pek sanmıyorum ama, sen anlamış gibi kafanı salla olmaz mı?..

Bir de öyle salakça ölümler olur ki buralarda şaşarsın... "Biz Türk'üz, bize bir şey olmaz" umursamazlığıyla hayatını yaşayanlar mı istersin, veya hiçbir önlem alınmadığı ve yerel yöneticilerin hizmet yerine ceplerini doldurdukları için ya seller olur, ya toprak kaymaları olur, ya da yolda yürürken kafana saksı bile düşüp, ölebilirsin...

İşte böyle çocuk, buralara boşver...

Şimdi sen yavaş yavaş büyürken, dünyada senin başlattığın salgın hâlâ devam ediyor... Nerdeyse 6 yaşına gireceksin... Belki de Mart ayından bu yana yeni yaşına da girdin, bilmiyorum çünki... Senden artık hiç kimse bahsetmez oldu bu taraflarda...

Şayet annen-baban bana kızmazsa, şimdi sana bir amca, hatta bir dede tavsiyesi vereceğim: "Domuzlarla artık fazla oynama" küçük Hernandez, anlaştık mı?..

Tamam annenin ve babanın "Size no'luyor amigos" diyen sözlerini duyar gibiyim... Sen gel yine beni dinle... Domuzlarla biraz daha az oyna... Aman bu arada sağlığına dikkat et, gelecek sene başka bir hastalık icat etme. Dünyanın başına da bela etme...

Gerçi gelecek sene senin ününü ve şanını unutturacak yeni bir virüs daha bulurlar şu bilimadamı amcaların... Hatta onların patronları da yeni yeni aşılar bile bulup, paralarına para katarlar... Bizim gibi ülkelerin de ekonomilerini batırırlar...

İşte bu dünya böyle küçüğüm...

"Domuz yavrusu, öpüldüğü yere gidermiş... " derler buralarda...
Bu dünyada kim kimi öperse...
Gerisini de sen büyüyünce anlarsın artık...

Amca Deden Ertan Yurderi, Türkiye-İstanbulköy
 

5 Aralık 2009 Cumartesi

"Ebe ebe, sobe sobe, poke poke..."



40 küsur yıl öncesindeki çocukluğumu hatırlıyorum da, ne güzel oyunlarımız vardı bizim sokaklarda oynadığımız...

O günler aklıma geldikçe, acısıyla tatlısıyla güzel bir çocukluk dönemi geçirdiğimi düşünüyorum, şimdiki zamane çocuklarına bakarak...

Ebelemecilik, saklambaç vs.. vs.. vs...'si biz çocukların en vazgeçilmez oyunlarındandı...

Birbirimize dokunup "ebe ebe" deyip kovaladığımız zamanları, saklambaç oynayıp dakikalarca ortaya çıkmayışlarımızı, ortaya çıktığımız zamanlarda da gizlice gidip gözünü yuman arkadaşın yumduğu duvarı "sobe sobe" diye "sobe"lediğimiz zamanlar ne güzel zamanlardı...

Kızlı-erkekli sokak oyunlarımıza "ebelemecilik"le başlardık... Eli bir diğerinin eline veya bedeninin bir yerine değsin diye herkes birbirini kovalardı... Tabii ki kızlar kızları, erkekler de gözüne kestirdikleri kızları kovalarlardı, "ebe, ebe" diye...

"Ebelemecilik"ten canımız sıkıldığı an "hadi saklambaç oynayalım" diye coşkuyla bağırır, hemen yumacak birisini adilane bir şekilde seçerdik... "Oooo, portakalı soydum, başucuma koydum, ben bir yalan uydurdum, duma duma dum..." diye.

Ne kadar da büyük keyif alırdık biz "sobe"lenmeyip, gözünü yuman arkadaşımızı "sobe"lediğimiz zamanlar... Eğer gözünü yuman arkadaşımız herkesi "sobe"lemediyse, arkadaş başlardı yeniden saymaya, "1, 2, 3, 5, 10, 50, 100, 1000. Önüm arkam saklanmayan sobedir..." diye... O sayana kadar yine herkes bir sotaya yatar, bu oyun böylece sıkılana kadar devam eder giderdi, türlü türlü mızıkçılıklarımızla...

Şimdilerde öyle mi ya? Büyük kentlerin ara sokaklarında ne çocuk kaldı, ne çocuk sesi, ne "ebe ebe" sesleri, ne de "sobe sobe" sesleri...

Belki büyük kentlerin varoşlarındaki sokaklarda bu oyunlar hâlâ devam ediyordur, bilmiyorum...

Şimdilerde bildiğim tek şey, evinde bilgisayarı olan ya da internete girme şansı bulunan kişilerin büyük-küçük demeden beyaz donuk ve soğuk ekranlar arkasında birbirlerini "poke"lemeleri... Yani Türkçesi birbirlerini dürtmeleri...

Feysbuk adı verilen sosyal bir ağ arkadaşlığıyla girdi hayatımıza bu "poke"lemeli dürtmeler...

Artık feysbuk arkadaşlığımız var ya... Kendi ağına kattığın kişileri canının istediği zaman "dürtü"veriyorsun...

Hal hatır sormak yitip, bitti, gitti... Dürtüver şimdi gitsin...

Her gün feysbuk sayfanı açtığında "Acaba beni kim dürttü? Yine mi dürtüldüm acaba?" diye ekranının sağ orta köşesine bakıveriyorsun...

O günkü moralin "dürtülme katsayına" bağlı artık...

"Oh, oh, maşallah, maşallah... Bugün beni Ahmet, Mehmet, Necla, Mualla.. Oh ne ala, ne ala... Ne güzel dürtüvermişler" deyiverip başlıyorsun, "Dürtüldüm" türküsünü mırıldanmaya yanık, yanık...

"Bayıra karşı yatır beni, tırmalayıp dürtüver kaşı beni...
Bayıra karşı yatır beni, tırmalayıp dürtüver kaşı beni..."


Oysa... Oysa ben böyle sanal dürtülüverilmek yerine, birarada oluvermek, ebelenmek, sobelenmek isterdim... Ama nafile yok... Bu insan unsuruyla olmuyor artık...

Artık bu tarihe karışmış oyunları, evimde Şanslı adını verdiğim kuyruklu oğlum kedimle oynuyorum sabahtan akşama yoruluncaya dek...

Bu oyunları iyi biliyor kerata... Canı hep bu oyunları oynamak istiyor... Bu koca yaşıma rağmen evde hanımın "Koşma bey, terleyeceksin. Koca adam, kediyle kedi oluyor hay Allah ya... Aşağıdaki komşular rahatsız olacak, bağrışmayın, çağrışmayın" uyarılarına kulak asmadan gönlümüzce evde koşturup duruyoruz, eski çocukluk günlerimi hatırlayarak...

İşte böyle sayın okurlar...

Her Allah'ın günü "ebemizi ebeleyip, anamızı sobeleyen bir Türkiye gerçeği"nde, birbirimizi beyaz camlar ardından "poke"leyip dürttüysek af ola... Bu hizmetlerimiz kabul ola. Muratlarımız hasıl ola. Vakitlerimiz hayrola, hayırlarımız fethola, Şer'lerimiz ise defola.

Bol bol "dürtmeniz" ve "dürtülmeniz" temennisiyle, hadi bana şimdilik eyvallah!...

Ertan Yurderi, 5.12.2009

3 Aralık 2009 Perşembe

"Uyu yavrum ninni, uyutayım mı anam seni..."



Bilimadamları insanların ayıkken mi yoksa uykudayken mi daha iyi öğrendiklerini araştırıyorlarmış...

İyi araştırsınlar... Bir diyeceğimiz yok elbet... Bilime hizmet ediyorlar...

Bu araştırmayı haberleştiren Anadolu Ajansı muhabiri, tıpkı fıkralarda olduğu gibi, bir Amerikalı, bir Alman, bir Fransız ve bir Belçikalı gözüyle sunmuş haberini...

Bu haberi okuyan Türk okuyucusunun en iyi öğrenme metodunu zaten çok önceleri bulduğunu hiç düşündü mü acaba?

Bu haberi okuduktan sonra ben de, bir Türk gözüyle konuyla uzaktan yakından alakam olmadığı halde, o bilimadamlarına ve haberi hazırlayan AA'nın muhabirine naçizane katkıda bulunayım dedim...

Efendim Amerikalı bilimadamları yaptıkları araştırmalarda uykunun ezber sürecinde önemli rol oynadığını kanıtlayıp, öğlen/akşamüstü uykusunun işitme duyusunun uyarılmasıyla hafızanın güçlendiğini tespit etmişler... Bunu da en ünlü bilim dergisi Science'da makale olarak yayınlamışlar...

(Hımm güzel... Demek ki öğleden sonra veya akşamüstü biraz kestirme yapmadan önce ezberlenecek metni sesli olarak okuyacağız, okuduğumuzu işiteceğiz, sonra da yan gelip yatacağız, kalktığımızda tamam... Her şeyi öğrendik demektir...)

Alman bilimadamları da tüm gün "gül koklayarak" ezber çalışması yapanların sonra uykuya yatıp uyandıklarında öğrenme konusunda başarılı olduğunu kanıtlamışlar...

(Hımm bu da güzel... Demek ki ezber çalışması yapanlar için, çarşıya, pazara ve park ve bahçeler müdürlüklerine gidip, sepet sepet gül alıp, "Gülü bir gün, seni her gün, gülü soluncaya, ezberi bitirinceye kadar" deyip istihareye yatacağız... Uyandık mı işimiz tamam... Her şeyi öğrendik demektir...)

Fransız bilimadamları da hem Amerikalı hem de Alman bilimadamlarının bu iki araştırmasını "Ulan acaba bu doğru mu, bizi mi kekliyorlar, bir de biz deneyelim" demişler ve uyku sırasında koku ve işitme duyularının uyarılmasının ezber yeteneğini artırdığını onlar da bir kez daha kanıtlamışlar...

(Hımmm bu da güzel... Bir taşla iki kuş misali olmuş, ama olmuş... Nasılsa hazır araştırma... Bir de sen kanıtlasan ne olur, kanıtlamasan ne olur... Fena mı olur, iyi mi olur... Melekler erkek midir, dişi midir?... Hay Allah bunun bu konuyla ilgisi yoktur... Neyse canım, onlar da diğer meslektaş bilimadamlarına yardımcı olmuşlar işte... Kıskanmayalım, hey ön taraftakiler, arkaya doğru ilerleyelim beyler!..)

Sıra gelmiş Belçikalı bilimadamlarına... Onlar da "iyi hafıza için iyi bir gece geçirmek gerektiği" görüşünü kanıtlamışlar... İyi bir gece geçirdikten sonra uyumanın zaman kaybına neden olmadığını, aksine, beynin iyi çalışmasına yardımcı olduğunu ve salgılanan hormonlar sayesinde bağışıklık sisteminin de kuvvetlendiğini açıklamışlar...

(Hımmm bu da güzel de, ama kafama da takılmadı değil hani... İyi bir gece geçirmekten kasıt ne yani? İyi gece geçirmek için n'apcaz... n'etcez... Onu anlatmamışlar... Bu konuyu havada asılı bırakmışlar. Muamma olmuş... Zaten iyi gece geçiren adamın veya kadının uyumaya zamanı mı olur yaw!.. Uyumaz valla... Zaman kaybıdır uyumak böyle zamanlarda... Hormonlar, hormonlarım, hormonlarımız, derkene sabahı sabah da ettik... Bağışıklık sistemimiz tamam... Hormonlarımız yerinde, onlar da tamam... Ama beynimizin çalışması nanay... Tık ses yok...)

Neyse gelelim artık yazımızın sonuna...

Ya zaten bu toplumun %47'si hep uyku halinde... Geriye kalanı da yarı-uyur, yarı-uyanık vaziyette... Dumura uğramış vaziyette...

Bu haberden sonra herkes yan gelip yattığı yerden ahkâm keser artık...

Geleceği gören atalarımız zaten boşuna dememiş: "Karpuz yata yata, tavuk otura otura, insan da uyuya uyuya büyür, gelişir, öğrenir, adam gibi adam olur..."

Hadi hayırlısı millet...

Uyurken yanınıza gül gibi birini katın, işitme organlarınızı, koku alma organlarınızı, bilumum organlarınızı ve hormonlarınızı da bu yatmanın içine dahil edin... Sabaha kadar ezberinize de çalışın... Sabah uyandığınızda dört dörtlük uykunuzu almış olmalısınız ama, hâlâ gaflet uykusuna devam eden öğrenciliğiniz devam etmektedir, meraklanmayın...

Hadi hep birlikte son bir kez daha ezberimizi tekrarlayalım:

"Uyutayım mı yavrucum uyutayım mı seni...
Uyutup muyutup, avutayım mı anam seni...

Hey gidi halkım, hey gidi vatandaşım, kalksana uyan,
Danalar girmiş bostana, bostandalar bu koca koca danalar
Bari aza yetinseler, bu kadar karınlarını doyurmasalar...

Eeee, eeee, eeee eeee... Pişşşş, pişşşş, pişşşş, pişşşş
(Bu ninninin sonu gelmez, burada kestik...)"

Neyse şimdilik bana eyvallah, uykum geldi...
Ben yatıp uyumaya pardon öğrenmeye gidiyorum...
Gelince öğrendiklerimle devam ederim...


Ertan Yurderi, 3.12.2009

23 Kasım 2009 Pazartesi

Eyvah!.. Postacı geliyor...



60'lı yılların ortalarında ilkokula giderken bize ilk öğretilen şarkı "Daha dün annemizin kollarında yaşarken"di... Onu iyice öğrendikten sonra da, bizlere öğretilen diğer şarkı ise "Postacı"ydı... Şimdi hâlâ öyle mi bilmem...

"Postacı"yı da bilmeyeniniz yoktur herhalde...

Bak postacı geliyor selam veriyor
Herkes ona bakıyor, merak ediyor. .

Çok teşekkür ederim postacı sana,
Çok sevinçli haberler getirdin bana.

Bugün artık bu kadar, darılmayınız,
Yarın yine gelirim hoşça kalınız

Haydi git, güle güle, uğurlar olsun,
Ellerin dert görmesin, kısmetle dolsun.


O yaşlarda bu şarkıyı öğrenen biz veletler, daha sokağın ucundan postacıyı görür görmez, hemen koro halinde "Postacı" şarkısını söylemeye başlardık... Postacımız da güler yüzle bizi selamlardı... Hepimizin adlarını, soyadlarını, evlerimizin adresini ezbere bilirdi...

Gerçi şimdi e-mail, cep telefonları ve internet üzerinden haberleşme varken, "Posta" ve "Postacı" deyince ne anlam ediyor bilmiyorum ama, bu teknolojik çağda yine "posta" ve "postacı"ya çok ihtiyacımız var...

Birçok şey yine "posta" yoluyla geliyor... Örneğin kredi kartları ekstreleri, telefon ve ADSL faturaları, devlet dairelerinden gelenler, çocuğunuzun ÖSYM sonuçları vs.. vs...

İşte bizlere "Eyvah!.." dedirten olaylar zinciri de böyle başlıyor...

Bizim buralar eski Türk devletlerinin "otağ" kurmuş hali gibi...
Caddemizin ismi Oğuzhan... Üst sokağımızın ismi Akkoyunlu, bizim sokak Karakoyunlu, alt sokağımızınki de Karakeçili...

Durum böyle olunca bizim postacı bu Türk devletleri arasında gidip-gelmekten kafası biraz karışıyor...

Akkoyunlu'nun postalarını Karakoyunlu'ya, Karakoyunlu'nunkini Karakeçili'ye, Karakeçili'ninkini ise her iki sokağa kafasına göre ama kapı numaralarına göre bırakıveriyor...

Bizim sokak sakinlerinin de her gün öğleden sonraki sokak tavafları işte bu anda başlıyor...

Yanlış bırakılan posta ile Akkoyunlular, Karakoyunlulara iniyor, Karakoyunlular Karakeçili'ye gidiyor, Karakeçililer ise zavallım, onlar hem Akkoyunlu'ya gidiyor, hem de Karakoyunlu'ya...

Hani biraz daha karışıklık olsa, tarihteki gibi Akkoyunlular Karakoyunlulara saldıracak, Karakoyunlular Karakeçililere... Neyse şimdi modern çağdayız ancak böyle şeyler pek olmuyor... Olmuyor ama, bazen yanlışlıkla açılan zarflar da olmuyor değil hani... Belki bu yüzden insanlar birbirine bir gün girerler diye korkuyoruz...

Postacımız iyi biri ama biraz da safçana... Sokakları karıştırmayayım, sokak sakinlerinden azar işitmeyeyim diye, işaret parmağına "ak", orta parmağına "kara", yüksük parmağına da "keçi" yazarak posta dağıtımına başlıyor... Bazen yazmayı unutuyor, işte film asıl o sırada kopuyor...

Bu üç sokak sakinleri olarak bizler, postacımız yüzünden "Ak-Kara-Keçi Derneği (AKKD)" kurmaya karar bile verdik... Böylelikle büyük bir dayanışma içinde olacağız...

Şarkımız bile hazır...

Eyvah postacı geliyor, selam veriyor
Herkes ona bakıyor, kafayı sıyırıyor...

Çok teşekkür ederiz postacı sana,
Bugün yine ebemizi belledin, aferim sana...

Bugün artık bu kadar, darılmayınız,
Ananızı ağlatmaya yarın yine gelirim,
Şimdilik hoşça kalınız...

Haydi çektir git, güle güle, uğurlar olsun,
Yarın parmaklarına AKK'yi iyi yaz, okunaklı olsun.


İşte böyleyken böyle böyle oluyor canım ülkemin, İstanbulköy adlı ilinin bir semtinde...
PTT'nin T'leri tek tek gidiyor, P'si belki bir gün tek kalacak... Belki bir gün o da yok olacak...
Bizler de "Posta" ve "Postacı"yı dimağlarımızda bu güzel anılarda yaşatacağız...

Hadi bana şimdilik eyvallah, çünkü Karakeçili'ye doğru sefere çıkıyorum...

Ertan Yurderi, 23.11.2009

21 Kasım 2009 Cumartesi

Lustral(izm) ve Lustral(ist'lik)




"İzm" meraklısı bir toplumuzdur vesselam...

Peki ne demektir "İzm"?

"İzm" demek, "ideoloji" demektir.
"İdeoloji" de, dünyayı ve toplumu anlamaya yönelik tutarlı bir inanç ve düşünce sistemi demektir.

Hep büyüklerimiz bize öğütlerler ya; "İzm'lere bağlı olmayın". "İzm'ler kötüdür" diye. Boşverin onları...

Biliyorum şimdi ben "İzm" deyince hepinizin aklına şu ideolojiler geldi değil mi?
"Marksizm, Leninizm, Maoizm, Komünizm, Sosyalizm"...

Yok, yok... Size anlatacağım "Lustral(izm)" böyle bir şey değil... Bu bambaşka bir "izm"...

"Kötü" bir yanı falan yok, öyle dünyayı ve toplumu anlamaya yönelik tutarlı bir inanç ve düşünce sistemi de değil, insana tamamen "huzur veren", "sakinlik veren" ve "öfke duygularından uzak tutan" bir "ideoloji" sisteminden bahsediyorum sizlere...

Günde 50 mg'lık bir tableti yuttuğunuzda; ne inanç, ne düşünce, ne gam, ne tasa, ne öfke kalıyor... "Dut yemiş bülbül" misali hemencecik "Sümbül Efendi"ye dönüşüveriyorsunuz...

Akşam yazarı Serdar Turgut da bundan nasibini alanlardan... Her sabah bir tek aldığında kendini bir çocuk kadar masum hissettiğini, krizden mırizden etkilenmediğini, sanki evin havası Feng Şui'yle bezenmiş olduğu için, anormal davranışlarda bulunmadığını söylüyor yazılarında... (bknz: http://www.aksam.com.tr/2009/10/30/yazar/4899/aksam/yazi.html)

Ancak işi iyice azıttığı zaman yani bu hapın üstüne iki duble "dry martini" çektiğinde ne olduğunu da hepimiz biliyoruz... Rana'sını bırakıp, Rojin'i dağa kaldırmayı bile düşünüyor, bu hapın cinselliğini öldürdüğünü bile bile...

Neyse bu ideolojiye ben de kendimi kaptırıverdim ve "Lustral(ist)" oluverdim...

Gerçekten de yararını gördüm diyebilirim...

Ne emekli maaşımın 11 liralık artışına öfkelendim, ne elektriğe, suya bilumum şeye yapılan zamlara tepki verdim, ne tele-kepçekulakçıların beni dinleme tedirginliğim kaldı, ne de "yaş mı da kuru mu hava durumu" diyen Taraf'çı hergelelerin Çiçek-Böcek yakınmalarını kafama taktım...

Hatta bir anda evimizin Şanslı kedisinden sonra neş'esi ben oluverdim...

Aile fertlerim "Oh be dünya varmış, kurtulduk şu sürekli asabı her şeye bozulan heriften" diye sevinirken, ben de böyle bir ideolojinin militanı olduğuma çok seviniyorum ...

Size de tavsiye ederim... Ancak önce bir psikiyatr ordusuna görünmeniz şartıyla...

Şimdi müsaadenizle, Lustralistlik yapma zamanım geldi... Ben gidiyorum, az sonra dönerim...

"Lustrallinin gücü, Lustral'in çekim gücü..."
"Lustrallinin gücü, Lustral'in çekim gücü..."


"Tek yol Lustral'izm... Başka İzm'e geçit yok!.."
"Lay, lay, li lay li lay looooommmm !..."


Ertan Yurderi, 21 Kasım 2009

18 Kasım 2009 Çarşamba

“Salvia Divinorum” içmiş gibiyiz hepimiz…



Şimdi bu da nerden çıktı, Salvia Divinorum da ne diyeceksiniz… Hemen anlatayım…

Efendim Salvia Divinorum bitkisi 'Nane' cinsi bir bitki. Doğal olarak sadece Meksika'da Mazatek yerli bölgesinde yetişiyormuş.

Sierra Mazateca dağlarında salvia'ya 'maria pastora' yani 'çoban maria' deniyormuş. 'Kutsal' ve 'çok güçlü' olan bu bitki, zaman zaman korkutucu zihinsel değişmelere neden oluyormuş. Halisünasyonlar, 'beden dışı' deneyimler gibi. Geçici hafıza kaybına yol açabiliyormuş. Kullanıcılar arasında Tanrı ile konuştuğunu söyleyenler varmış. Şamanlar bitkiyi yanıkların ve yaraların tedavisinde kullanıyormuş.

Bu bitkinin 15 mg'ı ciğerlere çekildiğinde adamı boyuttan boyuta geçirip, halusinasyon manyağı yaptığını söylüyor tıp uzmanları…

Kullanılan miktara göre Salvia deneyimi, hafifleme durumundan tam bir dış dünya deneyimine dönüşebilirmiş. Yüksek dozlar kullanan kullanıcılar tarafından ciddi zaman-algı kaybı, parlak görüntüler, bilinmeyen varlıklarla karşılaşma, başka zaman ya da yerlere seyahat etme, duvardaki boya gibi yılları yaşamak ya da başka bir canlının tüm hayatını yaşamak olarak belirtiliyormuş…

Bu deneyimler kesinlikle çok kuvvetli olmakla birlikte yanınızda size göz kulak olacak biri olması tavsiye ediliyormuş… Birçok insan etkisi altındayken hareketsiz dururken, bazıları bu yarı uyanık halleriyle kalkıp yürümeye çalışabiliyormuş… Başlangıç etkileri cesaretlendirici ve bir anlamda zararsız da olsa, tam etki sağlandığında birçok insan S. Divinorum’u eğlenceli olmaktan çok korkutucu buluyorlarmış.

Neyse yukarıda açıkladığım bunca etkilerinden sonra neden hepimiz içmiş gibiyiz dedim… Ona geleyim…

Türkiye’de her an gündem değiştiği için ve toplum üzerinde sürekli baskılanma yaratıldığı için

* kontrol edilemeyen histerik kahkahalar atıyoruz bizler de; sürekli birileri ve birilerinin yandaşları tarafından uydurulan uydurmasyon haberler için.

* objelere dönüşme hissi (mum, sandalye, sebze, herşey..) Kendimizi “hıyar” gibi hissediyor, GDO manyağı oluyor, hatta domuz gribi ve aşısı yüzünden kendini “domuz” hissedenlerimiz bile var…

* üst üste gelen gerçeklikler. Aynı anda birden fazla mekanda bulunma hissi. Bir anda kendimizi Silivri’deki davada buluyoruz, bir AN’da “SON DAKİKA” haberlerle Ankara’da Meclis'te… USA ile Türkiye arasında hayali köprüler kurarken, yalelli Arap’ın kucağında soluklandırıp duruyoruz kendimizi…

* vücut ya da kimlik kayboluşu hissi… Alt kimlik, üst kimlik, etnik kimlik, ulusal kimlik, kimlik, kimlik, kimlikçi geldiiiii hanıımmmmm…

* 2 boyutlu dünyaya giriş. Bu dünyada mıyız, öbür dünyada mı? Kimileri Cennet’i pazarlıyor dünyada, kimileri ise dünyanın bilmem neresindeki hiç sönmek bilmeyen denizfeneri’nde saftirikleri söğüşlüyor… Haa bu arada Ay’da arsa pazarlayanları da unutmayalım…

* geçmişteki mekanları ve ölmüşleri ziyaret etmek. Bilumum cümle fakir-fukara halk, türbe, kabir vs. yerlerdeki yatan zat-ı muhteremlerden biat, hayr, iş, şifa, ÖSYM'yi ve SBS'yi kazanmak gibi vs.. vs.. şeyler umut etmek için sabahın en er saatlerinden akşamın en zifiri karanlıklarına kadar el açıp duruyorlar...

* garip fiziksel hisler. İnsanın kendisini çekiliyor, ya da çevirilip bükülüyor gibi hissetmesi… Emeklinin, işçinin ve memurun anası ağlıyor sürekli… Her birine yapılan üç kuruşluk, beş paralık zamdan sonra vatandaşın kendisini böyle hissetmesi normal değil mi?

*
bilinmeyen varlıklarla karşılaşma. Varlıklar ise çeşit çeşit… Halktan uzak ve halkın sorunlarının ne olduğundan bi haber zengin varlıklar, el-ense-koca g.tlü-göbekli varlıklarla bilumum 7 yıldızlı otel lobilerinde, son model özel arabaların, uçakların ve TV’lerin magazin programlarının her birinde karşılaşılabilinir…

Neyse, yukarıdaki bu listeyi uzattıkça uzatabilirsiniz…

Bence fazla söze gerek yok, Youtube’e girip “Salvia Divinorum” yazın ve ne kadar haklı olduğumu izleyip görün… Canım ülkemin insanlarındaki siyasetin ve siyasetçilerin yan etkilerini düşününce, bitkinin yan etkisine pek fazla şaşırmayacaksınız sizler de...

Ertan Yurderi (kocayurek), 18.11.2009