19 Haziran 2023 Pazartesi

“Umutlar içine hapis olmadan yaşamak nasıl bir şeydir?”




“Umutlar içine hapis olmadan yaşamak nasıl bir şeydir?” diye 2012 yılında yukarıdaki bu paylaşımımla birlikte Facebook'ta bir soru sormuş ve bir dost şöyle yanıtlamıştı beni... 

“Kendimi bağladığım her umut bir bir parçalara ayrıldı ve bir gün fark ettim ki orası da benim hapishanemmiş. Şimdi ise hiç kimseye ve hiç bir şeye umut bağlamadan anlık yaşamasını öğreniyorum ve artık hayal kırıklığı yaşamıyorum. Çünkü artık hiç kimseden bir şey beklemiyorum. Ama bu sürecin sonunda bütün evrene güven süreci başlıyor ki bunu izlemek çok keyifli bence.” 

“Umutlar içine hapis olmadan yaşamak nasıl bir şeydir?” diye aradan geçen onca seneden sonra bugün bir kez daha soruyorum yeniden kendime ve BEN’liğim şöyle yanıt veriyor artık bu soruya;  

Umutlar içinde hapis olmadan yaşamak, kişinin içsel özgürlüğünü ve yaşama sevincini deneyimlemesi. Bu durumda, umutlar insanın hayatına yön veren güçlü motivasyon kaynakları ve insanın iç dünyasında olumlu duygulara ve beklentilere kapı açıyor.

Umutlar içinde hapis olmamak, geleceğe umutla bakabilmek ve olumlu beklentilerle ilerleyebilmek anlamında. Kişi, hayatın zorluklarına rağmen umut dolu bir tutum sergileyerek, engelleri aşabilme gücünü buluyor. Bu durumda, umutlar insanın enerjisini ve motivasyonunu canlı tutup, olumsuzluklara rağmen ilerlemeye devam etmesini sağlıyor.

Umutların içinde hapis olmadan yaşamak, olası başarısızlıklara rağmen umutları kaybetmemeyi ve gelecekte daha iyi bir hayatın mümkün olduğuna inanmayı içeriyor. Bu, olumlu düşünce ve iyimserlikle birlikte geliyor. Umutsuzluk ve karamsarlık yerine, umut dolu bir yaşam insanın daha büyük hedeflere ulaşmasını sağlıyor ve yaşamına anlam katıyor.

Ancak, umutların içinde hapis olmadan yaşamak her zaman kolay olmayabiliyor. Hayatta zorluklar ve engeller bulunuyor ve umutları zedeleme potansiyeli oluyor. Ancak, içsel güç, dayanıklılık ve olumlu bir zihniyetle, umutları canlı tutmak ve yaşamı pozitif bir şekilde şekillendirmek mümkün oluyor.

Sonuç olarak, umutların içinde hapis olmadan yaşamak, yaşama sevincini ve motivasyonunu kaybetmeden geleceğe umutla bakmak; insanın içsel özgürlüğünü ve yaşama tutkusunu korumasına olanak tanıyor.

Yazımın alıntı yaptığım dostumun şu son sözü aklıma geliyor: “Umut”lar hapishanesinin içinden kurtulduğunuzda bütün evrene güven süreci başlıyor ki bunu izlemek çok keyifli...

Bence de ... Ya sizce?..

~ E.Y. (kocayurek), 19.6.2023

 

5 Haziran 2023 Pazartesi

"5 Haziran Dünya Çevre Günü" üzerine...



"Dünya Çevre Günü", yaşadığımız dünyada sadece "5 Haziran" günü hatırlanıp kutlanan bir etkinlik olmamalı. Çevrenin önemi 365 gün boyunca hatırlanmalı ve yaşamlarımız çevreye göre dizayn edilmeli.

Bugün ülkemizde olduğu gibi dünyanın hemen her yerinde konuşmalar yapılacak, güzel fotoğraflarla bezeli görseller medyada yer alacak, özlü sözler paylaşılacak, festivaller düzenlenecek. Birileri oy toplasın, birileri öne çıksın, "aferin"ler alınsın diye kürsülere çıkılıp "Biz şunu yaptık, biz bunu yaptık" gibi gönül ferahlatıcı sözler sarf edilecek. Sonuç ne olacak? Elbette kocaman bir "sıfır".

Yukarıda bahsedilen tüm bu şeylerin bütünü tamamen insanoğlunun bu sorundan "kaçış"ıyla ilgilidir. İnsanoğlu her konuda olduğu gibi bu konuda da "3 Maymun"u oynamaktadır. Gerçek olan budur.

Güneş varken nükleeri tercih eden; elindeki elektrik yetiyorken daha çok akarsuyu yok eden; daha iyi seçenekler varken kömürde ısrar eden; üzerine beton dökmek veya dikmek için daha geniş alanlarda doğaya saldıran; dağlardaki doğal yaşamı yok edercesine maden arayan, daha fazla altın bulacağım diye siyanürle doğayı katleden; bütün bunlara itiraz edenlere "düşman" gözüyle bakan sisteme, topluca karşı çıkmak için bize her gün "5 Haziran" olmalıdır.

Bu dünyadaki yaşamımız artık risk altındadır. Çevrenin kendisiyle ilgili bir sorunu yoktur. O doğal seleksiyonunu yapmakta, meteor çarpsa bile kendini bir şekilde yenilemeyi bilmektedir.

Göstermelik birkaç ağaç dikmekle, insan eliyle kirletilmiş doğadaki pislikleri toplamakla ne yazık ki  çevremizi kurtarmış olmuyoruz.

Affet bizi “Doğa Ana”mız... Sana iyi bakamadık, bakamıyoruz... Oysa sen bize öyle cömertsin ki...

~ E.Y. (kocayurek, 5.6.2023)


 

Beethoven'ın 9. Senfonisi üzerine: "Kardeş Ol'un Ey İnsanlar"...

 



Gecenin bir yarısı, yatmadan önce önüme çok sevdiğim bir video bir kez daha çıktı. Videoda, Avrupa'nın herhangi bir kent meydanında yaşam rutin şekilde seyrediyordu. Küçük bir çocuk scooter'ıyla kayarken meydanda kontrbas çalan bir müzisyeni gördü. Bir kız çocuğu da o müzisyenin önüne geldi ve müzisyenin önünde duran şapkaya para bıraktı. Video bu mizansen ile başladı. Müzisyen kontrbas'ı ile müziğe giriş yaptı. Notalar ardı sıra çalarken, ben de tanıdık bir ezgiyi yeniden seyredecek olmanın rehavetiyle oturduğum koltuğa biraz daha gömüldüm. Derken diğer yaşam alanlarından elinde müzik aletleriyle çıkan müzisyenler yavaş yavaş o ezgiye iştirak ettiler, meydanın ortasına gelerek. Artık orkestra tamamlanmış ve o muhteşem eser ortaya çıkmıştı: Beethoven'ın 9. Senfonisi.

Tek eksik ise senfoniye anlam katacak sözlerdeydi. Meydanda toplanan insanlar, yoldan geçenlerden bazıları, izleyicilerden birçoğu, tenor, bas, bariton, soprano, mezzo soprano ve alto sesleriyle bu muhteşem senfoniye eşlik ettiler.

Her ülke insanı, kendi toplumsal ve dinsel değerlerine uygun sözlerle müziğe eşlik etse de, ben de senfoninin Türkçe versiyonunu bildiğim için gecenin bir yarısı avazlanarak bu muhteşem senfoniye bas-bariton sesimle eşlik ettim:

"Kardeş olun ey insanlar,
Bunu ister tanrımız!
Bu dünyada her şey geçer,
Yalnız sana dost kalır.
İnsanlığa, doğruluğa,
Göğsünü aç, korkma sakın.
Hür doğmuştur insanoğlu,
Hür yaşamak hakkıdır."

O küçük kız çocuğu artık yalnız değildi. Etrafı, yoldan geçen ve müziğe eşlik eden insanlarla sarılmıştı. Herkes elinden geldiği, bildiği kadar müziğe eşlik etmekteydi. Ve insanlar BİR'lik içinde "kardeşliğe, dostluğa, insanlığa, doğruluğa, iyiliğe ve özgürlüğe" yalansız, dolansız ve yalın bir şekilde haykırmaktaydı.

İzlerken etkilenmemek mümkün değil gerçekten. Kendimi o meydanda o insanlarla bütünleşmiş olarak hissettim. O an ben Didim'de değil, Avrupa'nın bilmem hangi meydanındaydım. Müziğin birleştirici etkisi bu olsa gerek. Zaman ve mekan kavramı o an yok oluyordu. Beethoven öyle eşsiz bir eser yaratmıştı ki, bize bu duyguları duyumsatıyordu.

Gerçekten de müzik, bizi yalandan ve sahtelikten kurtaran, ruhumuza dinginlik veren tınısal bir bütünlük. O bütünlük ki, notalar vasıtasıyla bizi gerçeğe, armoniye ve melodiye doğru adımlar atmamızı sağlayan matematiksel bir ölçüt.

Örneğin bir piyanoda fa sesine basıp, millete bunu do sesi diye yutturamazsınız. Çünkü müzik, samimiyetin ve doğruluğun da bir ifadesidir.

Öz'ünüzden gelen her bir tını, bir notaya can verdiğinde, duygularınızı en doğru şekilde ortaya çıkartır. Müzik, insana dürüstlüğü, sevgiyi ve özeni öğretir. Notalar sizi doğru yola yönlendirdiği için içine yalanın sızması mümkün değildir. Sızdığında ise o notalar bütünlüğü, kakofoniden öte bir şey olmayıp ruha acı çektirir.

Haydi gelin, öz'ümüzdeki tını ile oluşturduğumuz müziğin büyülü dünyasında birlikte dans edelim. İçinde sahteliklerin olmadığı, saf ve gerçek ortamlarda "sevgi" ile buluşalım. Notalarla bütünleşelim ve müziğin içinde kaybolalım. Beethoven'ın 9. Senfonisi'nde olduğu gibi, her bir notanın bizi daha da yakınlaştırdığı melodilerde BİR'lik içinde "kardeşliğe, dostluğa, insanlığa, doğruluğa, iyiliğe ve özgürlüğe" yalansız, dolansız ve yalın bir şekilde sesimizi haykıralım.

~ E.Y. (kocayurek, 5.6.2023)


4 Haziran 2023 Pazar

"Torunum gibi tatlı" ...



Didim'in sevimli semt pazarcıları, sıradan bir iş gününde bile özgünlüklerini her daim koruyorlar. Ürünlerini satarken sadece ürünleri değil, yaşamlarındaki o eşsiz anların güzelliğini de tezgahlarına naif bir şekilde serpiştiriyorlar. 

Geçtiğimiz günlerde, bu pazarcı çiftimizin kızları dünyaya bir melek getirdi... Ve torun sevgisi, ikisinin de kalplerini kocaman bir neşeyle doldurdu. Dede ve anneanne olmanın ilk kez tatlı heyecanını yaşadıkları her hallerinden belli oluyordu. 

Soğan tezgahlarının üzerini, sımsıcak bir yazıyla bezemişlerdi: "Torunum gibi tatlı." Bu an, öyle naif ve içten bir hissiyatla doluydu ki, hemen bu özel anı ölümsüzleştirmek istedim.

Özel anları fark etmek, hem kendi hayatımızı hem de başkalarının hayatını daha anlamlı kılar. Bu anları paylaşarak, birbirimizin yaşamlarına renk katmaktan büyük mutluluk duyarız. 

Hayatta küçük detaylara dikkat ederek, her anın değerini bilerek ilerlemek, gerçek mutluluğu keşfetmemizi sağlar. Özel anları yakalayarak, her günümüzü anlamla doldurmak dileğiyle.

~ E.Y. (kocayurek, 4.6.2023)


 

3 Haziran 2023 Cumartesi

Çocuk ve kedi sevgisi...

 



Bir gün, sokakta dolaşan küçük bir çocuk bir bankın yanına geldi. Bankın üstünde ise sevimli bir kedi oturuyordu. Çocuk, kedinin yanına yaklaşarak onu sevgiyle öpmek istedi.

Kedi, çocuğun sevgi dolu bu yaklaşımını memnuniyetle karşıladı ve çocuğun onu öpmesine izin vererek yanında bir süre daha oturdu. İkisi arasında bir anlaşma gibi sevgi bağı oluşmuş gibiydi. Küçük çocuk, kedinin tüylerini okşayarak ona sevgiyle baktı, durdu.

Bu an, sadece bir çocuk ve bir kedinin buluşması gibi görünse de aslında daha derin bir anlam taşıyordu. Bu an, insan ve hayvan arasındaki saf ve samimi bağın simgesiydi. İki farklı varlık, iki farklı tür, birbirlerine sevgi ve şefkatle yaklaşarak anlayış ve mutluluğu paylaşıyordu.

Fotoğrafa da yansıyan bu küçük anekdot, hayatta anlamlı olanın sadece büyük olaylar veya karmaşık ilişkiler olmadığını hatırlatır. Bazen en güzel ve değerli anlar, basit ve saf bir sevgi gösterisiyle başlar.

Küçük çocuk ve kedi arasındaki bu özel an, her ikisine de mutluluk ve sevgi dolu anılar bıraktı kuşkusuz. Ve belki de, bu anı paylaşan başkaları da, bu masumiyetin ve sevginin gücünü hissederek, dünyayı biraz daha güzel bir yer haline getirmeye katkıda bulunabilirler mi?.. Ne dersiniz?

~ E.Y. (kocayurek, 3.6.2023)


2 Haziran 2023 Cuma

Kumbara-cımbız ikilisi ve annebank

 




Küçük bir çocukken babam bana “Ak akçe karagün içindir. Damlaya damlaya göl olur” diye öğüt vererek İş Bankası kumbarası hediye etmişti. Okul harçlıklarımdan ufak ufak bu kumbaraya para atıp biriktiriyordum. Sanırım bazen ev halkı da bana çaktırmadan bu kumbaraya para atıyordu ki, kumbaram çok çabuk doluveriyordu. 

O zamanlar bu kumbaraların anahtarı bankadaydı. Öyle her kafanız estiğinde kendi kumbaranızı kendiniz açamıyordunuz. Kumbaranızı açtırmak için muhakkak bankaya gitmeniz gerekiyordu... Bankacı kumbarayı açtıktan sonra ya o minik paraları bütünleyip size geri veriyor, ya da adınıza bankanızda bir hesap açılmış ise o parayı bankaya yatırıyordunuz...

Sabırla para biriktirmek ve onu bütünletmek ve sonrasında harcamak bu kadar zahmetli olunca, bu kumbara ile iletişim kurmanın yollarını sonunda arayıp ben de buldum. Tabii ki “Açıl susam açıl” deyince kumbaranın kapağı açılmıyordu ama bulduğum yöntem gayet basitti... Annemin cımbızı ya da saç tokası... (Şimdi herkes biz de biliyorduk diyecek, eminim...)

İçinden ihtiyacım kadarını tırtıklarken pardon alırken, kendimi de telkin ederek, yaptığımın kötü bir şey olmadığını düşünüyordum. Ne de olsa kumbara, benim kumbaramdı. Dileğimce tasarruf!!! etmek veya harcamak yetkisi benim elimdeydi... 

Neyse bir gün hiç unutmam; arkadaşlarımla bisiklet kiralayıp o gün başka mahallelerdeki sokaklarda gezinmek istemiştim. Ancak cebimde tek metelik yoktu. Annem de öyle zırt pırt bisiklete binmemi istemediği için ondan para almak istemiyordum. 

Tabii durumlar böyle olunca annemin cımbızını evde vızır vızır aramaya başladım. Neyse ki kolay bir yerdeymiş onu alıp hemen odama gittim, gizlice kumbaramın önünde durdum. Heyecan ve telaşla cımbızı parayı attığımız yere doğru uzattım ve paralar teker teker tam avucuma düşmeye başlamıştı ki, o sırada annem içeriye girmez mi?

"Ertan!.. Ne yapıyorsun sen?” diye yüksek sesle bağırdı bana.

Biraz mahçubiyet  duyarak ve biraz da tatlı tatlı sırıtarak anneme; “Anne, biliyorum ki senden bisiklete binmek için para isteyemedim. Çünki buna müsaade etmeyecektin. Ben de sana çaktırmadan gizlice kumbaramdan biraz para alıyorum” dedim elimdeki cımbızı da göstererek.

Annem biraz şaşırmış ve biraz da tatlı sert haliyle gülümseyerek; 

"Gizli hafiye misin oğlum sen, böyle gizli gizli işler çeviriyorsun bana sormadan. Tamam, sana bisiklete binmek için ihtiyacın olan parayı vereceğim ama saatlerce bisikleti kiralama. Fazla binme, az bin. Kendini terletme. Gözümün önünde ol, buralardan da ayrılma" diyerek klasik anne laflarını peşi sıra ardı ardına nefes almadan sıraladı... 

Parayı alan ben, anında dört nala koşarak bisikletçiye gidip o çok sevdiğim gösterişli bisikleti kiralayıp, arkadaş topluluğuna katıldım. Sevincim doruklardaydı... Yüzümün ifadesi pişmiş kelle gibiydi,  gülüyordu... Sebebi ise malum: Artık kendi kumbarama gizlice uzanmak yerine, ihtiyacım olduğunda annemi banka gibi kullanıp, ondan rahatça bisiklete binmek için para isteyebilecektim. Tabii ki isterken de en esprili ve sempatik halimi kullanacaktım ki, anneler bu şekilde davranan evlatlarının isteklerini asla geri çeviremezlerdi. Hem param kumbaramda kalacak, birikecekti.

Ve işte, İş Bankası kumbaramı ve annemin her işe yarar cımbızıyla ilgili neşeli günlerimi bugün böyle hatırlıyorum. Daha sonra zaten babam bana çok vitesli bisiklet aldı. Uzun seneler bu bisiklete keyifle binmeye devam ettim. 

Eminim her küçük çocuğun böyle bir “kumbara”sı ve kumbarasından para aşırma hikayesi vardır... Ben yıllar önce muradıma erdim, kendime daha gerçekçi bir banka da buldum. Adı da “Annebank”tı... Ya sizinkinin adı neydi?.. 😀 

~ E.Y. (kocayurek, 2.6.2023)