15 Ekim 2005 Cumartesi

Tepkisizliğimize tepkiselliğim...



Ne güzeldir değil mi? Dalgalanan denizde, fırtınanın veya kasırganın allak bullak ettiği sularda, karadan birinin didinmesine bakarak, sessiz kalmak...

Bir kıvanç değil bu, başkasının acısına duyulan üzüntüden uzaklığın verdiği duygudur, elbet...

Ne güzeldir değil mi? Ölüm ve öldürülmek korkusundan uzak, azgın savaşların kudurmuşluğunu görmek ve keyiflenmek bir TV'nin beyazcamı ardında, içerken sıcak çaylarımızı, kedimizi de kucağımıza katarak...

Ne güzeldir değil mi? Bilgelerin öğretisini güvenli yüceliklere çıkaran bir tapınağa sığınmak...

Oradan da bakabilirsin sessizce; çabalarına ve yanılgılarına başkalarının...

Yaşamın dar yolunu aramalarına...
Yorgun, boş dolaşmalarına, gülümsersin...

Kendini beğenmişliğe, çekişmeye, yükselmeye, yönetmeye, didinmeye ve vesaire vesaire vesaire'sine erinir ve yerinirsin...

Ne güzeldir değil mi? Gövdemizin yapısına uygun, tüm acılardan uzak kalmak... Pek az bir duruş gerekmekte ayakta kalmak için yaşam süremizde.

Yine de tatlı günler geçirmek istenebilir. Ancak doğanın büyük konakları bile, bir eğilim duyabilir yeryüzü katmanlarına...

Kırılıp yok olmak ister bir deprem sarsıntısıyla binlerce kilometre uzaklardan sokulurken yakınlarına...

Sadece beş sütuna atılan bir manşet haber olarak kalır, çıkar gider hafızalarımızdan daha sonra...

Hiç izledik mi bir boy aynasında kendimizi?..

Ne korkunç, ne karanlık gece ve gündüzler içinde geçip gitmekte şu kısa yaşam yüzümüz ve yüzümüzdeki kırışıklıklar...

Bilinmez mi hiç, doğanın gövdesel acılarından uzaklığı gibi, ruhumuzun korkularından, kuşkularından, endişelerinden ve öfkelerinden sıyrılmış bir şekilde, sevinçle; mutlu, huzurlu ve sevgi içinde yaşamak isteğimiz...

Ne oldu, neler oluyor bizlere?..

İşte bu nedenledir ki; düşüncelerimin karmaşıklığında, tepkisizliğimize tepkiselliğim depreşiyor ve bu satırlarla bir kez daha paylaşıyorum sizlerle...

Bu yaşama suskunluğunuz ve tepkisizliğiniz niye?

Susmayın ve susturmayın hiçbir zaman gönüllerinizi, konuşun, konuşturun klavyeler ardından kalem tutan yüreklerinizi...

Güneş doğum sancısı çekerken gebeliğinin, sabahın en er saatini belirliyor duvar saatimin tiktakları...

Yeni bir günle birlikte, yine kendimle birlikteyim...

Ertan Yurderi

14 Ekim 2005 Cuma

İtlaf Edilenlere İthaftır ...



Dün son kez yine gördüm onu, bir camın ardında...
Dönüyordu kaderine raks ederek yavaş yavaş...

Kaderine dönüyordu, ısıtarak içini...
Isındıkça eriyor, eridikçe tatlandırıyordu bedenini...

Kaderinin son dönüşüydü bu ne yazık ki...
Sesi yakınlardan da gelmiyordu uzun süredir...

Kendini betonlaşmış şehrin sokaklarından uzaklaştırmıştı çok önceleri... Ara sıra bulsa da kendine sığınacak ufak bir sığınma evi, camlar ardındaki donuk ten rengiyle bu raksı hiç mi hiç değişmeyecekti...

Yine kaderine dönecekti, yine ısıtarak ve yakarak içini...
Direnirken son kez yaşama diğerleri gibi, değince bedenine ölümün soğuk rengi, gözünün önünde oluşan sis perdesinin ardında, çocukluğunu ve büyüdüğü yerleri hatırladı...

Yemyeşil bahçede neşe içinde koşuşturuyordu çığlık çığlığa, etrafında da sevdikleri... Esen her meltemin kokusunda kollarını açıp solukluyordu yaşamını biteviye, yetişkinliğe ulaştırıyordu kendini doyasıya...

Taa ki o gün, o kara büyük araba gelince evlerinin önüne, anlamıştı o, başına gelecekleri... Küçüklüğünden bu yana onu gözeten, büyüten ve genç bir yetişkin yapan eller, şimdi onu bambaşka yabancı ellere hediye gibi sunuyordu adeta...



Sönerken gözündeki yaşamın son feri, onu aydınlatan ışığa son kez bakarak gülümsedi... Konarken buz gibi bir odaya bedenleri parçalara ayrılanlarla birlikte, ayrılmadığına da seviniyordu tümünden...

Onu bekleyen koskoca şehrin bir caddesinde neon ışıklarıyla süslü bir dükkanın içindeki sıcak bir odaya koydular soğuk bir demirden şişi içinden geçirerek...

Dönmeye başladı kaderiyle raks ederek... 
Kaderine dönüyordu, ısıtarak içini...
Isındıkça eriyor, eridikçe tatlandırıyordu bedenini...
Kaderinin son dönüşüydü bu ne yazık ki...

Ham’dı, pişti ve zaman doldu işte... İnce bir jelatin kağıdına sarmalladılar ısınmış bedenini, bir ev sıcaklığına yolcu ettiler... Bir tabağın içinden üleşildi, bütünleşti onlarla da... Evin minik kedisinin midesi bile nasiplendi bu üleşilmeden...



Ardında kalan üç beş kemik parçası ve birkaç deri parçası bir poşete kondu, şehrin uzaklarındaki çöp yığınlarının içinde kaybolmaya gönderildi, diğer yitip gidenlerle birlikte... Orada da nasiplendirildi mi birilerine bilinmez burası ise bir muamma...

Bugünlerde ise, garip isimli bir virüs uğruna, çuvallar içine konarak itlaf makinesinin içinde yaşamları sona erdiriliyor çoğunun...

Bu yazgısal son ne tuhaftır, bu yazı da itlaf edilen binlercesine bir ithaftır...

Ertan YURDERİ