28 Şubat 2007 Çarşamba

Atatürk Heykeli'ne Saygısızlık...



Yıllardan beri, Atatürk heykeli bulunmayan ilçemize ve semtimize Kocatepe figüründeki Atatürk heykeli dikildiği zaman ne kadar çok sevinmiştim bir bilseniz... Bu sevincim ise kısa sürdü... Çünkü, semtimize dikilen Atatürk heykeli, dikildiği günden beri Fatih Belediyesi tarafından kaldırılmak isteniyor...

14 Mayıs 2005 tarihinde Fatih'e bağlı Fındıkzade semtini Vatan Caddesi'ne bağlayan büyük cadde olan Oğuzhan Caddesi üzerindeki ufak bir parka "Yeniden Kuvayı Milliye Hareketi Derneği" tarafından dikilen heykel, yerinin elverişsiz olduğu bahanesiyle Fatih Belediyesi tarafından kaldırılmak isteniyor...


 

Karara tepki gösteren dernek üyeleri ve semt halkı ise aralarında imza kampanyası başlatarak Ata'sına sahip çıkmaya devam ediyor...

Bu konu hakkında bilgi almak için gittiğim "Yeniden Kuvayı Milliye Hareketi Derneği" Genel Başkanı Hakkı Sevim ile yaptığım kısa görüşmede belediyenin ilk başta heykeli dikmelerine engel olmaya çalıştığını anımsatarak; "Tüm engellere rağmen 2.5 metre yüksekliğindeki Kocatepe figürlü Atatürk heykelini derneğimiz önündeki parka diktik. Bu kez de heykeli bulunduğu yerden kaldırmak istiyorlar. Fatih belediyesi Atatürk heykeline burada bulunmasına tahammül edemiyor. Heykeli kaldırıp, Silivrikapı'daki Emniyet Amirliği bahçesinde muhafaza altına alacaklarmış" diye konuştu...


 
Yeniden Kuvayi Milliye Derneği Genel Başkanı - Hakkı SEVİM

Fatih Belediyesi Başkan Yardımcısı Hasan Suver ise kaymakamlığa başvurarak Oğuzhan Caddesi üzerindeki parka konulan Atatürk heykelinin yerinin dar ve elverişsiz olduğunu savunarak,  belediyenin, heykelin buradan kaldırılmasına karar verdiğini belirtmiş. Heykelin daha sonra Silivrikapı'daki Emniyet Amirliği bahçesinde muhafaza altına alınması önerisinde de bulunmuş...

Atatürk Heykeli şimdi o minik parkta bir kenara atılmış hissini veriyor yoldan gelip geçenlere. Çünkü belediye yetkilileri bir akşam içinde parka getirdikleri çeşitli ağaçlarla Atatürk Heykelini kamufle etmeye çalışmışlar...

Atatürk Heykelinin tam olması gerektiği yerde şimdi bir çam ağacı da büyümekte günden güne...





Umarım bu minik çam ağacı ve diğer ağaçlar daha fazla büyüyüp, Ata'ya saygısızlık yapıp onu gölgelemezler. Ayrıca Atatürk Heykeli de o parkta hafızalara yer etmiş muhteşem ve haşmetli Kocatepe duruşuyla gönüllerdeki ve parktaki yerini alır…

Bu haberle birlikte laik Cumhuriyet'e sahip çıkan tüm duyarlı vatandaşları ve yetkilileri, Ata'larına ve onun mirasına sahip çıkmaya çağırıyorum...

Ertan Yurderi

27 Şubat 2007 Salı

Parayla Değil, Sırayla...

Yaşam, her an bir haberdir!..

İşte kendinden yorumlu, yorumsuz bir haber daha !...




Mart ayı kapıda, sevgililer ise sırada...
Parayla asla değil, sırayla ...

TEMA Vakfı Ve Kargalar ...



Şu acar hırsızı kargaların yaptığına bir bakın... Kargaları kafama takmakta ne kadar haklıymışım meğersem...

Memleketimin eşsiz güzellikteki kargaları, TEMA Vakfı'nın ektiği meşe palamutlarını bir güzel yiyerek midelerine indirmişler...

Hatırlıyorum da bundan tam 9 yıl önce TEMA Vakfı Başkanı Hayrettin Karaca, "Türkiye'nin ikinci İstiklal Savaşı'nı başlatıyorum" diyerek "10 milyar meşe palamudu" kampanyasını başlatmıştı...

Kampanyanın başlangıcından bugüne kadar geçen 9 sene içinde palamutlar yeşermeyip ağaç olmayınca "Bizim palamutlara ne oldu acaba?" deyip araştırmaya giren TEMA yetkilileri, dikilen yaklaşık 680 milyon meşe palamudunun tohumunun çoğunu kargaların yediğini ortaya çıkartmışlar...

Kampanya çerçevesinde bugüne kadar 680 milyon meşe palamutu karşılığında 1.7 trilyon lira bağış toplanmış... Bağışları TEMA Vakfı toplamış, Çevre ve Orman Bakanlığı da toplanan paralarla alınan meşe palamudu ekimini gerçekleştirmiş...

Yetişebilmesi için yüzeye yakın, toprağın yaklaşık 3.5 santimetre altına dikilmesi gereken meşe palamutları hayvanlarca çıkarılması kolay olduğu için milyonlarcası daha fidan olamadan telef olmuş, trilyonlar da heba olmuş, kargaların midesine gitmiş...


2023 yılına kadar 10 milyar meşe palamutu hedefleyen TEMA da şu ana kadar ekilen palamutların ne kadarının tuttuğunu bilmiyormuş...

TEMA yetkilileri konuyla ilgili şu bilgileri vermişler: "Ekimi yaparken dokuz tohum bir fidan olarak hesaplıyoruz. Fire verme olasılığı düşünülerek. Ekilmeden önce tiksindirici olması nedeniyle mazota yatırılıyor, ancak yine de hayvanların çok sevdiği bir yiyecek olduğu için çok zayiat oluyor. Tedbir alıyoruz, ama hayvanlar çok seviyor. Biz bağışları bakanlığa aktarıyoruz ekimi bakanlık yapıyor. Tesbit ettikleri bölgelere ekiyorlar. Belirli saha yok. Bu nedenle palamutların ne kadarının tuttuğunu bilmek imkansız."

TEMA 'nın bu kadar para toplayıpta tohumları kargalar yedi mantığına kargalar bile gülmez mi, elbet gülerler. Niçin toplanan paradan bir kısmı bu işi bilen orman fakültelerinin ağaçlandırma bölümlerince veya fidan yetiştirme programlarınca yapılmasına izin verilmiyor diye insanın sorası geliyor... Çünki onlar bunun eğitimini alıyorlar... 

O zaman insanın aklına şu sorular geliyor?

Toplanan bu kadar para ve meşe palamudu ekilmeyen yerlerdeki erezyona mağlup olan topraklar nereye gitti?

Ertan Yurderi


26 Şubat 2007 Pazartesi

Tılsımlar şehri İstanbul ...


İstanbul’un suriçinde oturuyorum ben... Yani yeninin içinde surlarla çevrilmiş olan parçacığından ve yeninin içinde sıkışıp kalmış eski İstanbul’dan bahsediyorum sizlere...

“Ne var ki bunda” diyebilirsiniz... “Çok normal bir durum... İstanbul koskoca bir şehir... Orada yaşıyorsan, elbette bir yerinde ikamet edeceksin” ... Ancak surlarla çevrili bu alanın tarihten gelen “İlk”lerini ve “En”leriyle ilgili Kadir Has Üniversitesi İletişim Fakültesi Sanat Tarihi öğretim üyesi kültür tarihi araştırmacısı S.Faruk Göncüoğlu’nun “İstanbul’un İlk’leri ve En’leri” kitabını okuyunca yeniden kendimi çok şanslı hissettim böyle bir yerde ve adacıkta yaşadığım için...

Neden mi? Bu tarihi yarımadaya baktığımda her yanım tarih kokuyor da ondan...

Belki bu yarımadada yaşayan kimselerin çoğu bunun farkında değil ama, insan oturduğu yerin tarihsel geçmişi öğrenip çoğu şeyin farkına varınca ve bunun tadını da çıkartınca tıpkı benim gibi, büyük keyif alıyor... Bu yüzden ben de araştırmaya başladım, her bir karışını eskinin...

Bu arada da merak eder dururdum hep, bu yerleşim alanında şehirleşme fikrini ilk kim düşünmüş diye...

Bunun yanıtını kitabın her bir bölümündeki efsaneleri yavaş yavaş okuyunca insan öğreniyor... Aslında bu efsanelerden daha öncelerinde de İstanbul’da yapılan arkeolojik kazılarda İstanbul’da insan kültürüne ait ilk izlerin Küçükçekmece Gölü kenarında bulunan Yarımburgaz Mağarası’nda görüldüğünü öğreniyoruz...

Bu izler Neolitik ve Kalkolitik dönemlere ait... Yani kısaca günümüzden 300 bin yıl öncesine kadar uzanan insan yerleşim izleri var bu şehrin bir yerlerinde, bu bir mağara olsa bile... Evet bu mağara, dönem dönem barınak ve tapınak olarak da kullanılmış. 7500 yıl öncesinden başlayarak, tarım kültürüne geçen insanlara mesken olmuş...

Ayrıca bu mağaradan hariç Bostancı ve İçerenköy arasındaki kaya sığınaklarında, Marmara kıyılarında Avcılar, Haramire’de, karşı yakada Dudullu, Fikirtepe, Pendik, Avşa adası, Boğaziçi Göksu deresi boylarında 100 bin, 50 bin, 7500 yıl öncesine ait yerleşim izleri de bulunmuş...

Bu arada çok enteresandır, oturduğum semte yakın olan ve bugün trafiği ve kalabalığı ile ünlü olan Bayrampaşa semtindeki bir dere kıyısına M.Ö. 1200’lerde Traklar, Frigyalılar, Bitinyalılar gelip yerleşmiş. O zamanlar bu derenin adı Licus deresiymiş. Bu dere Topkapı’nın kuzeyinden geçerek bugünkü Yenikapı civarında Langa’da denize dökülüyormuş Osmanlı döneminde adı “Bayrampaşa Deresi”ymiş.

Bu arada İstanbul’un ilk efsanesi, dünyanın en güzel kadını için Sarayburnu’nda kurulan bir masal sarayında başlıyor. Hadi bu efsaneyi Evliya Çelebi’nin kaleminden öğrenelim...

“Süleyman Aleyhisselam, Kaf dağlarına kadar yeryüzünün tek sultanı olduğu halde, okyanusun ortasındaki Ferendüz Adası’nın hükümdarı Saydun’u bir türlü hükmü altına alamamıştı. Saydun çok gururluydu, Hazreti Süleyman da olsa kimseye baş eğmiyordu. Hazreti Süleyman’ın buna çok canı sıkıldı ve Ferendüz Adası’na bir sefer tertip etti.

Hazreti Süleyman bir gazaya gideceği zaman emir verir, tahtadan bir döşeme yaptırırdı. Önce tahtı bu döşemeye yerleştirir, askerleri, hayvanları, bütün harp aletleri, teçhizatı ve gerekli her şeyi de yüklettirir, sonra da şiddetle esen rüzgara emrederdi. Rüzgar hemen tahtanın altına girer, sabahtan öğleye kadar bir zaman içinde onları bir aylık yola götürürdü.

Bu seferinde gene öyle oldu. Hazreti Süleyman Ferendüz Adası’na gitti. İnsan ve cinlerden müteşekkil ordusuyla Kral Saydun’u yendi. Memleketini ve halkını esir etti. Sonra da Saydun’u huzuruna getirtip ateş saçan kılıcıyla onu öldürdü. Ferendüz Kralı Saydun’un dünyada eşi emsali olmayan güzellikte bir genç kızı vardı. Adı “Alina”ydı. Süleyman Aleyhisselam Alina’yı savaş hediyesi olarak aldı ve Hak dinine davet ederek onunla evlendi.

Hazreti Süleyman’ın nesebleri saf ve şeref sahibi ailelerden olan hanımları vardı, ama Alina hepsinden başkaydı. Hazreti Süleyman ona kadınlardan hiçbirini sevmediği kadar severek kalbini verdi. Fakat Alina hep keder içinde yaşıyor, hep ağlıyordu. Hazreti Süleyman bir gün kendisine sordu: “Güzel Alina, senden ayrılmayan bu kaygı ve eksilmeyen bu gözyaşları nedir?” diye.

Alina ise; “Ya Eminullah, babamı hatırladıkça keder ve hasret içinde kalıyorum, emret de benim için babamın bir heykelini yapsınlar. Sonra da bir saray yaptır, ömrümün geri kalan kısmını o sarayda dua ve ibadetle geçireyim. Babamın heykeline baktıkça da kederlerim gider...”

Hazreti Süleyman sevgili hanımının bu ricasını kabul etti ve hemen insanları, cinleri, kuşları, rüzgarları toplayıp emir verdi: “Tez olun... Dünyanın en güzel yeri neresidir, bulup bana haber verin.” Hazreti Süleyman Alina’sına yaptıracağı sarayın, dünyanın en güzel yerinde olmasını istiyordu.

Cinler, insanlar, kuşlar ve rüzgarlar yedi gün sonra haber getirdiler: Süleyman Aleyhisselam hemen İstanbul’a geldi. Sarayburnu’nda bir gece geçirdi. Sabahleyin uyanınca havanın ve suyun etkisiyle kendisini tam manasıyla genç ve kuvvetli hissetti. Sonra cinlere emir verip hemen burada bir saray yaptırdı ve “kıyamete kadar mamur olsun” diye İstanbul için hayr duası etti.

Efsaneni sonu ise acıklıdır. Meğer güzel Alina bu sarayda gizli gizli babasının heykeline taparmış!.. Hak dininin bir peygamberi olan Süleyman Aleyhisselam bunu öğrenince sevgili Alina’sını öldürdü. “Biz Allah’ın kullarıyız, hep Allah’ın katına döneceğiz” ayetini okuduktan sonra o putu, yani Alina’nın babasının heykelini kırdı. Ardından temiz elbiseler getirilmesini emretti. Bu elbiselerin iplikleri ancak bakire kızlar tarafından eğrilir ve dokunur, ancak bakire kızlar tarafından yıkanırdı. Hazreti Süleyman bunları giydi. Açık bir yere çıkarak yere kül serpilmesini emretti. Sonra bu külün üzerine oturdu, Allah’a dua etti. Dünyanın en güzel yerinde yaptırdığı bu sarayda karısı tarafından işlenen günahın affını diledi. Ondan sonra Sarayburnu’nu da, yaptırdığı sarayı da olduğu gibi bırakıp Kudüs’e döndü.”

Evliya Çelebi böylece efsaneyi kaydettikten sonra Sarayburnu’na “Sarayburnu” denilmesinin sebebi de budur demeye getirdi. Hatta “Milletler ve Hükümdarlar Tarihi” adlı büyük eserinde tarihçi Taberi de yer zikretmeden bu rivayeti anlatır. Biz de bunu böylece alıyoruz. Hatta Evliya Çelebi, Hazreti Süleyman’dan sonra oğlunun Sarayburnu’nda bir çok binalar yaptırdığını ve burasını merkez edindiğini, sonradan gelen kralların İstanbul’a “Hazreti Süleyman makamıdır” deyip çok önem verdiklerini, burasını mamur kıldıklarını yazar.

Yine Istanbul’un ilk kuruluşu hakkında çeşitli efsaneler var bu kitapta... Bunları da satırları okudukça öğreniyoruz...

Orta Yunanistan kentlerinden biri olan Megara’dan bir grup yeni bir yurt kurmak üzere geldikleri Boğaziçi’ni geçerek, M.Ö. 685-680 yılları arasında ilk önce Kadıköy’ü (Kalkedon) kuruyorlar. Ardından M.Ö. 660-657 yılları arasında da bir başka Megaralı grup başlarında grup lideri Byzas (Bizas) ile gelerek, Sarayburnu’nda bugünkü İstanbul şehrini kuruyorlar. Bu şehir kurucusundan dolayıdır ki II. Yüzyıla kadar “Byzantion” (Bizantion) olarak adlandırılıyor.

Sarayburnu hakkında eski Yunan mitolojisinden gelme ve eski tarihçilerin, coğrafyacıların yazdığı bir başka meşhur efsane daha var... Eski Yunanistan’da bulunan Megaralılar başlarında kralları Byzas olduğu halde, yeni bir şehir kurmak üzere yola çıkarlar. Daha önce, Delfi kahinine kuracakları şehrin nerede olabileceğini sorarlar. Kahin “Körler memleketinin karşısı” cevabını verir... Megaralılar dolaşa dolaşa Sarayburnu’na, bugünkü Topkapı Sarayı’nın bulunduğu tepeye gelirler. Buraya hayran kalırlar. Karşı sahilde Kalkedon şehrini görürler. Sarayburnu dururken Kalkedonyalıların orada şehir kurmalarını körlük olarak nitelendirirler. Kahinin bahsettiği “körler memleketi”nin burası; “Kalkedon” olduğuna karar vererek şehirlerini Sarayburnu’nda kurarlar. Şehrin adını da krallarının adı olan “Byzas” koyarlar. İlk İstanbul budur. Her iki efsane de İstanbul’un ilk olarak Sarayburnu’nda kurulduğunu hikaye eder.

Tarihler bu hadisenin Hazreti İsa’nın doğumundan 658 sene evvel vukuu bulduğunu yazar. Kalkedon şehri de bugünkü Harem-Salacak kıyılarının üstündeki yükseklikte, daha çok Doğancılar semtindedir. Üsküdar o zamanlar derin bir koy ve Kalkedon’un limanıydı. Kalken soluna doğru yayıldı ve çok sonra Kadıköy adını aldı.

Daha sonra Istanbul, Büyük Roma İmparator’u I. Konstantinus tarafından ilk defa bir imparatorluğun başkenti yapıldı. M.S. 324-330 yılları arasında altı yıllık bir yeniden inşadan sonra kent, dört kat büyüyerek 11 Mayıs 330 tarihinde büyük Roma’nın başkenti oldu. Ve başkent oluşu 40 gün süren eğlencelerle kutlandı. Roma İmparatorluğu’nun başkenti Roma’dan İstanbul’a taşınmıştı. O zaman verilen adı ile İstanbul’a Yeni Roma (Nova Roma) dendi. Daha sonraki tarihlerde kent “Konstantinopolis” olarak adlandırıldı.

Evliya Çelebi’ye göre dünyada en çok ismi olan şehir İstanbul’dur... İstanbul kentine Latinler “Makedonya”, Süryaniler “Yankoviçe, Aleksandra”, Yahudiler “Vizendovina”, Frenkler “Yağfuriye, Pozantiyam, Konstantiniye”, Avusturyalılar (Nemçe) ‘Konstantinopol’, Ruslar “Tekfüriye”, Macarlar “Vizendovar”, Felemenkler (Hollandalılar) “İstefaniye”, Portekizliler “Kostin”, Araplar “Konstantiniyye-i Kübra” (Büyük İstanbul), İranlılar “Kayser-i Zemin” (Yeryüzü İmparatoru), Hindliler “Taht-ı Rum” (Roma hükümdarlığı), Moğollar “Çakdurkan”, Tatarlar “Sakalya” adlarını vermişlerdir.

“Bizantion” kentin tarihini başlatan ismidir. Latince’de “Bizantoum”, Grekçe’de “Vizantion”du. İstanbul Latince ilk adını Büyük Roma İmparatoru Septimius Severus’un oğlu Antonius’un ismini bu şehre vermesi ile almıştır. M.S. 2. yüzyılda Ermeni kaynaklarında şehrin adının “İstanbol” veya “Istınbol” olarak yer alması daha da ilginçtir. 14. yüzyılda İbn Batuta da “Astanbul” olarak bahseder. Peygamber efendimizin hadis-i şerifine göre şehrin adı “Kostantıniyye”dir. Osmanlı döneminde şehrin adları o kadar çoğalmıştır ki bunlardan bazıları şunlardır: Dersaadet (Saadet Kapısı), Der-i Devlet, Deraliye, Asitane, Darü’s-Saltana, İslambol... Sultan III. Mustafa 1762 yılında İstanbul’a “Konstantiniyye” denmesini yasakladı. Fakat sonraları 19. yüzyıl sonuna kadar Türkçe’de bu ad kullanıldı. Aynı zamanda Arapça olarak verilen “Belde-i Tayyibe” (Güzel kent) adı Ebced hesabına göre İstanbul’un fetih tarihi olan hicri 857 (Miladi 1453) rakamını ifade eder.

Tabii bu kadar güzel bir şehir kurulur da bu şehri gök ve yer afetlerinden ve her türlü belalardan korumak amacıyla büyü ve tılsımlar yapılmaz mı? Yapılır elbet... Bunların çoğu da bugün hala ayaktadır... Bu konudaki bilgiyi de Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nden öğreniyoruz...

Evliya Çelebi’ye göre; Bizans İmparatorları Yanko, Vezondan ve Konstantinus döneminde halkının gök ve yer afetlerinden korunmaları için İstanbul çok güzel imar edilmiş. Ve bu arada başka ülkelerden de İstanbul’a getirilen ünlü mühendis ve mimarlar tarafından, kenti türlü belalardan korumak amacıyla 27 tılsımlı anıt dikilmiş. Bu tılsımlı anıtlardan ilk on beşi şunlarmış:

Birinci tılsım; “Avratpazarı” (Cerrahpaşa) denilen yerde, bin parça beyaz mermerden, minari gibi içi boş merdivenli yüksek bir direkmiş (Arkadius Sütunu). Direğin tepesinde peri yüzlü bir heykel duruyormuş. Söylentiye göre bu peri yüzlü heykel yılda bir defa bir feryat koparırmış, yeryüzünde ne kadar kuş varsa o heykelin etrafında dönermiş. Kuşların binlercesi yere düşer, halk da bunları yermiş.

Ben bu sütunun yerini çocukluğumdan beri biliyorum... Bu yer Cerrahpaşa Ekmek Fabrikası’nın yan tarafındaydı... Ve biz o günkü çocukluk heyecanıyla bu sütunun alt kısmındaki bölüme çıkar orada oyun oynardık... O sütunun bir de alt kısmı vardı... O sütunun yanındaki derme çatma bir binada yaşayan yaşlı insanlar buraya bu sütunu görmeye gelen turistlere burayı gezdirirler, ev harçlıklarını buradan karşılarlardı... Daha sonra o yaşlıların ölümünden sonra orayı satın alanlar, artık burayı halka açmıyorlar...

İkinci tılsım; Tavukpazarı (Çemberlitaş) denilen yerdeydi. Kırmızı renkli som mermerden sütunun; hanedanı kötülüklerden, hastalıklardan ve fesattan koruduğuna inanılırdı. Konstantin’in diktiği bu yüksek sütun üzerindeki bir sığırcık kuşu timsali tılsım yılda bir kere kanat çırpması üzerine bütün kuşlar gaga ve tırnakları ile üçer tane zeytin getirdikleri de belirtilir.

Üçüncü tılsım; Saraçhane’de Büyük Pozantin’in kızının mezarı üzerine dikilmişti. “Kıztaşı” diye bilinen bu tılsım, İmparatorun kızını yılanlardan, çiyanlardan ve karıncalardan korumak için dikilmişti. Bu Kıztaşı şimdi o mahalleye adını da veriyor... Geçenlerde yolum bu Kıztaşı’nın önünden geçti... Durup saatlerce taşı inceledim etrafımdan gelip geçenlerin tuhaf bakışları arasında... Eh ne de olsa 1675 senelik bir taşa bakıyordum...

Dördüncü, beşinci, altıncı ve yedinci tılsımların hepsi Altımermerli sütununun üzerindeydi... Altımermer şimdiki Kocamustafapaşa semtindeydi... Altı adet mermer sütunun her biri eski bilginler tarafından yapılmıştı. Her bir mermer sütunda bir tılsım bulunurdu...

Dördüncü tılsım, Altımermer’den biriydi. Bunlardan birinin üstünde sürekli olarak vızıldayan bir sinek resmi vardı. Bu sayede İstanbul’a sivrisinek girmediğine inanılırmış.

Beşinci tılsım; yine Altımermer’den biriydi. Bunda ise bir leylek resmi vardı. Bu leylek yılda iki kere çığlık atardı. Birinci çığlıkta bir anda her yer leylek dolar, ikinci çığlıkta İstanbul’daki tüm leylekler ortadan kaybolurmuş

Altıncı tılsım’da ise bir horoz resmi vardı. Bu horoz 24 saatte bir öter ve bütün horozlara önderlik edermiş.

Yedinci tılsım; Altımermer’in birinde bulunan kurt resmiydi. Bu kurt sayesinde İstanbul’da koyun sürüleri çobansız gezer, akşam oldu mu beslenmiş bir halde eksiksiz olarak ahırlarına dönermiş.

Sekizinci tılsım; tunçtan yapılmış genç bir erkek ve sevgilisinin birbiriyle kucaklaşmış haldeki heykelleriydi. Halktan karı-koca kim kavga ederse, içlerinden biri gelip bu heykeli kucaklarsa hemen barışırlarmış.

Dokuzuncu tılsım; Bilgin Calinus’un beyaz mermer üzerine yaptırdığı ihtiyar adam ve kadın resmiydi. Bir erkek ile kadın geçinemezler de onlardan biri bu heykeli kucaklar ise hemen boşanırlarmış.

Onuncu tılsım; Sultan Beyazid Hamamı’nın altında dört köşeli bir sütundu. Bunun sayesinde şehre taun (veba) hastalığı girmezmiş. Beyazid Hamamı yapılırken bu tılsım yıkılmış. O anda Sultan Bayezid’in bir oğlu vebadan ölmüş ve kentte veba salgını başgöstermiş.

On birinci tılsım; Tekfur Sarayı’ndaki tunçtan bir ifrit heykeliydi. Bu heykel yılda bir kez etrafına ateş saçarmış. Bu ateşten bir kıvılcım alabilen çok sağlıklı olur, genç kalırmış. O ateşten bir kıvılcım alıp da evinde mutfağına koyarsa o adam hayatta oldukça o ateş hiç sönmezmiş.

On ikinci tılsım; Zeyrek’te Hz. Yahya Kilisesi bitişiğindeki bir mağaradır. Her sene kışın zemheri geceleri olunca nice “koncoloz” denilen cadılar bu mağaradan çıkarak arabalara binip dolaşırlarmış.

On üçüncü tılsım; Ayasofya’da dört sütunlu bir anıttır. Azrail, Cebreil, İsrafilm ve Mikail resimleri bulunan bu sütunların her biri bir tılsımdı. Cebrail kanat çırpıp bağırınca Doğu’da bolluk olur derlerdi. İsrafil resmi kanat çırparsa, Batı’da kıtlık olacağına inanılırdı. Mikail resmi kanat çırparsa, Kuzey’den bir kahraman çıkarmış. Azrail resmi kanat çırpınca dünyanın her yanına veba salgını başlarmış.

On dördüncü tılsım; Atmeydanı’nda (Sultanahmet) “Milyonpar” (Örme Sütun) denilen bir anıttır. 300 bin taştan yapılma bu sütunun tepesinde çok güçlü bir mıknatıs vardır. Bu mıknatıs İstanbul’u depremlerden korurmuş. Evliya Çelebi bu dikili taşla ilgili şöyle bahseder: “Atmeydanı’nda Milyonpar adlı yapma yüksek bir sütundur ki usta zırai ile boyu 150 arşındır. Kostantin zamanında yönetimi altında olan padişahların ellerindeki kalelerin ve büyük şehirlerin sayısınca her padişahtan o kadar değerli ve muteber renk renk değerli taşlar isteyip geldiğinde Atmeydanı alanında dağlar gibi yığılıp tamam oldukta hesap ettiler üç kere yüz bin çeşit çeşit taş gelmiş. Ondan bildiler ki Konstantin üçer kere yüz bin kale ve şehre malik kral imiş. Daha sonra bir yetkin usta bu taşların dünya durdukça durması için Atmeydanı’nda bu taşlardan kale ve şehirlerin düzeni için bir minare mili tılsım edip milin ta ortasında bir kalın demir mil dikip dört tarafına anılan taşla hendese üzere inşa edip milin ta en tepesine hamam kubbesi kadar bir mıknatıs taşı koyup o milin ortasına konan demir mili mıknatıs çekip bütün renk renk taşlar da birbiri üzerine metanet buldu. O milin bütün taşları yedi iklim şehirlerinin her birinden gelip yapıldığı için milyonpar derler. Hala sabit bir ibret verici bir parça bir alamettir. Mimarbaşı milin dibinde gömülüdür ki Uryarin adlı bir ustadır. Ayasofya’yı yapan Agnados Mimar’ın oğludur.

On beşinci tılsım; Burma Sütun’dur. Üç başlı ejderha şeklindeydi. Başının birisini bir yeniçeri yiğidi kılıç ile bir vuruşta kırmıştır. O tarihten itibaren bunun tılsımı kısmen bozulmuş, İstanbul’da daha önce hiç görünmezken, birdenbire akrepler çıkmış.

Tüm bu tılsımlar o günkü İstanbul’u korumakla kalmamış, günümüze kadar efsanelerin kulaktan kulağa anlatımıyla gelmiştir... Bugün bu yarımadanın her yerinde yapılan bina kazılarının altında binlerce senelik eserler gün yüzüne çıkmaktadır... Bunların bazıları koruma altına alınmakta, bazıları da sessizce yıkılarak bir tarih yok edilmektedir... Bugün Vatan Caddesi’nden Yenikapı’ya yapılacak metro çalışmalarıyla Murat Paşa Camii arkasında yerin beş on metre altında saray kalıntıları bulunmuş ve metro inşaatı durdurulmuştur örneğin...

Son söz olarak bizler gençler olarak geçmişin tarihsel izlerini yok ederek geleceğe, geleceğimize yol açamayız... Hepimizin üzerine düşen görev bu tarihsel zenginlikteki hazineye sahip çıkarak, onu geleceğe yine aynı güzellikte bırakmanın yollarını yaratmaktır...

Çünkü;

”Geçmişine sahip çıkamayan toplumlar, geleceklerine umut bağlayamazlar...”

Ya da;

“İstanbul koca şehir seni... Seni ancak tılsımlar korur...”

Ertan Yurderi

KAYNAKÇA:
“İstanbul’un İlkleri, Enleri” – Süleyman Faruk Göncüoğlu

24 Şubat 2007 Cumartesi

SÖZ'ler, YOL'u gözler!..

Ey Sevgili,

Neden yazılanları hak etmez gönül? Neden böylesi kaçış SÖZ'lerden... SÖZ'ler, YOL'u ve YOLCU'larını gözler bilirsin...

Kelimelerini diz, SÖZ'lerin sarhoşluğa boğsun okuyanları, kendi SÖZ sarhoşluğunun ardı sıra... Ne'yi çıkarımlarsa çıkarsınlar bundan... Söylenmemiş söylemlerin seyreltisi mi etkiler onları, yoksa kendi içsel devinimlerinin sallantısı mı?

(Ki SÖZ sarhoşu etmesini isterdim, yazacaklarınla beni ... )

Bak coştum, içim içime sığmıyor, klavyeme vuruyor parmaklarım ve YA-ZI-YO-RUM... Acaba yazarken de yazılıyor muyum? Bu HAL'im ise bilinmez bir muamma...

Hadi, hadi çözül gönlüm, vur parmaklarım klavyemin tozlu tuşlarına...

Sevinç de bizimleydi yürürken o dolaşık yolları düşe kalka,

Umut da bizimleydi bitkin, dudağı çatlak, paralanmış dizleri düşe kalka,

Yaşam da bizimleydi gelince bir çıkmaz kapıya,

Ölüm de bizimleydi, son çare olarak bize sunulan..

Biz ise neyimiz varsa verdik YOL boyu yürürken, kör ve yıkık...

Kısaca her şey bizimleydi...

Neden gözyaşı? Bir yerin mi acıyor Sevgili?

Düşlerini mi unuttun yoksa?

Yoksa her yiteni mi giyindin, her eksileni mi?

Geçmişten kopan bir kırıntı mı,

Yoksa gelecekteki her gülüşün dikeni mi acıttı,

O minik ama bir o kadar da büyük yüreğini?

Gitmek o kadar kolay mı?

Ya da kalmak çaresizliğinle...

Kuşlar hep ağaç tepelerinde,

Rüzgar yok, ot kımıldamıyor belki de bak yörende...

Ama başucunda bekleyen ruhun,

Kanatsız bir karga şaşkınlığı içinde...

Güçlü görünmenin çaresizliğinde,

Neden acıtıyorsun dudaklarını?

Neden pınar yapıyorsun gözyaşlarını,

Pembe yanaklarından süzülen?..

Neden sesini çıkartmıyorsun bunca ağırlıktan kaldırıp da başını?

Söyle o zaman bana... Ne kalabilir senden?..

Yüzünün çizgileri mi, kurumuş bir yapragın okunmaz çizgilerinde?

Ne kalabilir senden, sesin mi,

Bir bilinmedik ırmaktaki sazlar arasından yükselip alçalan kurbaga sesinde?

Suyun gelip gelip dövdüğü ıssız bir kıyıdaki yosunlar ve çakıltaşları,

Ne saklayabilir gölgenden senin?

Her saniye milyonlarca doğuşun, ölümün,

Yenilenişin arasında var mı yer sana,

Gök mü umursadı, yer mi seni, şimdiye dek?

Eline geçirdiğin bütün uçlar,

Görünmez iplerin bütün uçları seni çıkarmadıysa bir yerlere,

Dönüp dönüp sende düğümleniyorsa hepsi,

Ne bu çırpınma? Neden bu çırpınma?

Çektiğin gibi üstüne gecenin yorganını,

Saklan olup bitecek her seyden sonsuza değin...

Gör, düş mü girer koynuna artik, yıldız mı girer...

Hayvansı bir uykuya dal gitsin,

Ne var kalacak senden bu ıpıssız çölde?

Rüzgar dakikada bir, yeni haritalar çizdikçe su uçsuz bucaksız kum yığınlarına,

Söyle, ne var kalacak senden?

Ne var kalacak senden bir düşünsene! ..

Kuşun, ağacın, suyun, kör bir sfenks umursamazlığıyla,

Kendi iç uzayına dalmış zamanın, AN'ın çevresinde?

Zamanin çevresinde eserken milyonlarca toz,

Toz benzeri bütün geçmişler, ya bütün gelecekler? ..

Sana soruyorum tüm bu soruları Sevgili?

Haykırarak yanıt ver bana; 'Ya bütün gelecekler? '...

Sal gitsin tüm olumsuz duyumsamalarını, seni senden uzaklaştıranları...

Elbette 'Sevgi' de olmalı;

Yaşamının en erk gecesine denk gelen de olmalı...

Tıpkı bu gece gibi ve ardı sıra gelecek gecelerin bize sunduğu tılsımlar gibi...

Şöyle sessiz ve sakin otur bir yere,

Düşün hayatından geçen nokta noktalarca küsur seneyi...

Hiç mi değmedi elin bir çiçeğe...

Bir ağaca, bir kuşa...

Varıp, giden, yiten mi oldu hep yaşamında sevgi uğruna...

Sal gitsin tüm olumsuz duyumsamalarını, seni senden uzaklaştıranları...

Sadece ve sadece gönül güzelliğini, içtenliğini sun,

Birkaç satıra dök kendini...

Sal tüm duyumsamalarını sonsuza, koyuver bırak akıp, gitsin...

Belki de şu satıra gelene dek,

İndiyse birkaç damla gözyaşı yanaklarını ıslatarak,

Benim de gözyaşlarıma denk gelen,

Belki de haykırarak hıçkıra hıçkıra ağlayarak sunduk

En dipsiz kuytularımızdaki birikeni;

Gecelerimizin salınımlarına terk ederek...

Neyse şu an salya sümüğüm ben de... Çözüldüm birden, kusuruma bakma olur mu?

Neden yazılanları hak etmez gönül? Neden böylesi kaçış SÖZ'lerden... SÖZ'ler, YOL'u ve YOLCU'larını gözler bilirsin...

Unutma Sevgili; GÜL, ruhun kokusu ve sembolüdür... Gül'mek yakışır tüm ruhlara... Hadi yüzündeki tebessüme eşlik ettir GÖNLÜ'nü, ve değdir SÖZ'lerinin tılsımını tüm yaşamına...

Hadi hadi Sevgili, daha ne duruyorsun, birkaç satır sen de yazsana! ...

Ertan Yurderi

23 Şubat 2007 Cuma

Sağlık Parkı ...

 
 
 
 

Başbakanlık Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne bağlı İstanbul Vakıflar Bölge Müdürlüğü, Fatih Bezmi-Alem Valide Sultan Vakıf Gureba Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nin yan bahçesini "Sağlık Parkı" olarak halkın yararına açmaya karar vermiş olacak ki, yıllardır harap olan bahçeyi, 1 milyon 490 bin liraya (1 trilyon 490 milyon lira) sözleşme bedeliyle Gökçe İnşaat Peyzaj Temiz Hizmetleri'ne ihale etmiş...


Bahçenin önüne asılan tabelada işin bitim tarihi olarak 30 Mart 2007 tarihini görüyoruz... Umarım bu tarihe kadar bu parkın düzenlenmesi biter...

Bizler de semt halkı olarak hem "Sağlık Parkı"na kavuşmuş oluruz, hem de sağlıklı yürüyüşlerimize burada devam ederiz.

Ertan Yurderi
 

Nazlı Kız Zuzu !..




Adam otoparka Jeep'ini yanaştırıp park etti... Kapısını açtı, Jeep'inden indi... Yan tarafa geçip, diğer kapıyı açtı...

O kadar yakınım ki önümde yaşanan bu olaya... Sadece izliyorum sessizce...

O da ne? Aman Yarabbim, Jeep'in diğer kapısını açar açmaz, Jeep'ten aşağı güzel bir bayanın inmesini bekleyen ben, afallayıp kaldım...

Yukarıda fotoğrafını gördüğünüz, şipşirin, kar gibi bembeyaz bir kuzucuk inmesin mi o kapıdan da...

Yüzümdeki tebessüm müydü, yoksa kahkahamıydı onu da siz hayal edin artık...

Tabii ki ser'de de gazetecilik var... Kaçar mı böylesi güzel haber... Bastım denklanşörüme, ardı ardına... Hadi Zuzu'nun hikayesini dinleyelim manevi babasından, yüzlerimizdeki tebessümle ...

Adam Jeep'inle eşini gezdirir gibi, Nazlı kızı Zuzu'sunu gezdiriyormuş meğersem...

Böyle her akşam üstü, baba ve kızı Nazlı Zuzu, malum bazı ihtiyaçlarını gidermek için Vatan Migros'un otoparkına gelirlermiş...





Jeep'ten indikten sonra çevrede dolaşarak kızına hava aldırırmış... Kız da meeee'leyerek hem ihtiyacını giderir, hem de şehir havası alırmış kır hayatını özlemleyerek...

Özel maması, özel yatağı, özel banyosu ve şampuanı bile varmış Nazlı kız Zuzu'nun...

Daha 2 aylıkken almışlar annesinin memesinin altından ve şehir hayatına getirmişler... Adamı ve eşini anne-baba bilmiş bu Nazlı kız Zuzu...

Ne şanslı Zuzu'lar var şu memleketimde yahu... Kızın bir eli samanda, bir eli otta... Jeep'lerde geziyor, özel mamalar yiyiyor, özel banyolarda, özel dadılar tarafından mis gibi şampuanlarla banyo ettiriliyor..

İnsanın içinden bir an Zuzu olası geliyor değil mi? Siz ne dersiniz?

Ertan Yurderi

Yaşam Mücadelesi ...



Bir İstanbul öğleden sonrasında, güneşi de güzel görünce, evden dışarıya çıktım soluklanmaya… Geziniyorum sokak aralarında... Solukluyorum çocukluğumun, gençliğimin geçtiği yerlerini semtimin...

Yepyeni evler gibi yepyeni yüzler de eklendi semtin yaşamına... Her bir evin camları ve duvarları ardında farklı yaşam senaryolarını oynuyor insanlar, hayata umarsızca bakarak...





Ağır ağır yürürken bir arabanın üstünü kendine yuva edinmiş ana-kız kedileri görüyorum... Birbirlerine öyle sarmallaşmışlar ki, belli ki üşüyen minik bedenlerini böyle ısıtmaktalar... Onları kendi hallerine bırakıyorum, sessizce uzaklaşıyorum yanlarından...






Sonra semt manavının önünden geçerken, sebzelerin tazeliğine öyle dalıveriyorum ki, sanki hepsi bir ağızdan "Beni al, beni al, beni al" diye bağırmaktalar... Elimi şöyle bir uzatıversem, sanki hepsi kucağıma atlayacaklar…

Ana caddeye çıktım, yürüyorum nedensizce... Etrafımda yüzlerce insan, yüzlerce araba... İnsanların yüzleri neden hep asık? Neden hiçbirinin yüzü gülmüyor bilmiyorum... Gülmeyi de mi unuttuk mu acaba?
 



Emniyet Metro Durağı'na doğru merdivenlerden inerken onunla karşılaşıyorum... Adı Raşit... 6. sınıf öğrencisi... Her okul çıkışı öğleden sonrasında Emniyet Metro Durağı’nın merdivenlerini kendine işyeri edinmiş… Elindeki minik torba tezgâhını açarak, üzerine de 6 adet Çokoprens’ini koyarak okul harçlığını çıkartmak için çalışıyor…

Yanına yaklaşıyorum, konuşuyoruz… “Okuyacağım amca, okuyup, çalışıp aileme daha çok yardım edeceğim” diyor… Derslerini soruyorum “Hepsi pekiyi” diyor… Sabahçıymış… Okuldan öğleyin gelip, derslerini yaptıktan sonra, işe çıkıyormuş…

Gözlerindeki umudu görmemek imkansız… Üşüyen minik bedenini ısıtmak için, ellerini koltuklarının altına gizlemesi gözlerimden kaçmıyor… “Palton yok mu? Üşümüyor musun?” diyorum… Susuyor… Sadece gülümsüyor… Konuşmamıza devam ederken günde kazandığı 5-10 YTL ile hem ailesine yardım ettiğini, hem de okul harçlığını çıkarttığını öğreniyorum…

Ona okumasını, günün birinde de arzu ettiği mesleği yapmasını ve ailesine yardımcı olmasını öğütlüyorum… Kucaklaşıp ayrılıyorum yanından… Ben merdivenleri çıkarken yüzünden o insanı etkileyen tebessümünü hiç bırakmıyor…

Sevgili Raşit, bu satırlarımı yazdıktan sonra senin de okuyabilmeni ne çok isterdim… Senin gibi aynı kaderi paylaşan nice kardeşlerinin de… Ancak hepiniz şu an sokaklarda bir şekilde çalışarak, yaşam mücadelesi veriyorsunuz…

Hepinizin yaşam yolu engelsiz olsun… Gönülleriniz umutla dolsun…

Ertan Yurderi


Çiçek Ve Bir Böcek ...



Bilgisayarımın karşısında oturup, sürekli internette ne var ne yok'u izlerken, çevremde olup bitenin farkında değilmişim... Meğerse Aksaray'la Topkapı Anıt Mezar'ı birbirine bağlayan Vatan Caddesi yeni adıyla Adnan Menderes Bulvarı, tam bir menekşe cennetine bürünmüş...

Hava günlük güneşlik, havada bulutun esamesi yok. Sıcaklık tam bir ilkbahar günü gibi insanın iliklerine kadar işliyor... Biraz ara verip bu güzel havadan nasiplenmek için dışarıya çıktım...

Vatan Caddesi'nde kısa bir yürüyüş yaparken her tarafı kaplayan menekşe cenneti içinde buldum kendimi...

İstanbul Büyükşehir Belediyesi bu sefer dersini iyi çalışmış... Havaların da güzel gitmesini fırsat bilmiş ve Vatan Caddesi'ni çiçek bahçesine büründürmüş...

Rengarenk çiçeklere hasret olan şu gönlüm öylesine mutlu oldu ki bu görüntüden... Kendimi hemen bu çiçeklerin arasına atıverdim...
 





Çevrenden beni görenler de, "Bu böcek de bu çiçeklerin arasına hiç yakışmadı" demişlerdir mutlaka... Olsun, varsın desinler ne yapalım...

Bu arada laleler de menekşeler arasında ufak ufak büyümeye başlamışlar, Mart ortasına doğru eşsiz güzellikteki şehri rengarenk laleler basacak... O zaman sevdiklerimize, "Sana laleler aldım, çiçek pazarından" yerine, "Sana Istanbul denilen lale şehrini hediye" ettim, de diyebiliriz değil mi, siz ne dersiniz?

Ertan Yurderi

22 Şubat 2007 Perşembe

"Arkadaş Arıyorum, Arkadaş!.."



Bu başlığı gören herkes biliyorum ki, bu yazıyı bir kere tıklayacak ve bakacak... Kimdir bu "arkadaş arayan" diye... Öyle hemen heveslenmeyin... Aradığım "bay veya bayan arkadaş" falan değil...

Şimdilerde bay veya bayan arkadaş bulmak çok kolay. Internet elinizin altında, her an bay veya bayan arkadaşı rahatça bulabiliyorsunuz...

Ancak çok değil, şöyle 20 yıl öncesine daha internetin "i"sinin olmadığı tarihlere dönerek, teknolojiden istifade ederek "bayan arkadaş" veya "bay arkadaş" nasıl aranırdı, bunu anlatacağım sizlere...

Yanlış hatırlamıyorsam 20 yıl önce kadardı...

Her sabah olduğu gibi bir sabah transistörlü el radyomu açtım.. Daha o zamanlar özel radyoların hiçbiri yok... Sadece TRT-3 var... Ortalık sessiz ve sedasız... TRT-3'ü dinlemeye başladım... Güzel slow müzik veriyorlar...

Bir ara radyomdan ses gelmeye başladı... "Arkadaş arıyorum arkadaş"...

"Allah Allah, bu nasıl olur" dedim kendi kendime.. "N'oluyoruz ya... Radyoyu cinler mi bastı..." Biraz bekledim yine aynı ses "Arkadaş arıyorum arkadaş..."

Neyse efendim uzatmayayım, birileri birilerine şu kanal diyor, bu kanal diyor, gel diyor, git diyor... TRT-3'ü falan unutuverdim artık bu yeni frekansa takılmaya başladım...

Sohbetler oluyor, arkadaşlar aranıyor, bulunuyor, kanallar değiştiriliyor, bir muhabbet, bir muhabbet ki sormayın gitsin...

İlgi alanımız haliyle bu yeni frekansa kaydı... Araştırdım, durdum...

Meğerse çok önceleri, 3222 sayılı kanun sebebiyle Türkiye'de telsiz haberleşmesi yasakmış, hatta evlerdeki lambalı radyo alıcılarına bile karne biçiminde ruhsat veriliyormuş bir zamanlar. Daha sonra bandrol denilen pul gibi bir olay başlatmışlar...

O zamanların rahmetli Başbakanı Özal bakmış ki memleketimin insanları özgürce haberleşemiyor, "Serbest bırakın şu Halk Bandı telsizlerini "demiş, serbest bırakılmış, falan, filan...

Millette bir heves bir heves ki sormayın gitsin... Millet resmen frekansları işgal etmiş konuşma uğruna...

Neyse efendim bendeki bu frekans ve band merakı daha o zamanlar başladı... Band denilince hemen aklınıza izolebandı falan gelmesin. Halk Bandı telsizlerden bahsedeceğim sizlere...

Bir gün ben de işçıkışı telsiz satan bir mağazaya uğrayıp, eve kocaman bir paketle geldim... Hanım kendisine hediye aldığımı zannetmişti... "Aha dedim, evimizin yeni oyuncağı bu... Bununla oynayacağız artık... Bak içinde bir sürü insan var, insancıklar var, gizlenmişler. Elma dersen çıkıyorlar, armut dersen kayboluyorlar..."

Neyse cihazı çalıştırmak için gerekli hazırlıkları yaptık. Apartmanın damına çıkıp kocaman helüla bir anteni dama yerleştirdik. Başladık biz de "Arkadaş arıyorum arkadaş" demeye...

Evimize TV'den sonra yeni bir neşe kaynağı gelmişti... Bir çok dostluklar kurup yeni dostlar edindik... Zaman zaman bu dostluklar bozuldu... Kavgalar edildi, küfürler edildi...

Bu merak yüzünden kimi evlerde, huzur kalmadı... Kimi evlerde evlilikler bozuldu... Yuva yıkan erkekler mi istersin, evli bayanların erkekleri baştan çıkarma haberlerini duymak istersin, her şey vardı o minik kutunun içinde...

Sabahlara kadar o frekans senin bu kanal benim bir minik kutu karşısında oturur bulduk kendimizi...

Ha bu arada komşularla da papazlık olduk... Telsizle konuşurken komşularımızın TV'lerinin görüntülerini bozduk... Kapılarımıza kadar geldiler, kavgalar ettik...

Bu da yetmedi, komşu Dürdane teyzenin buzdolabı bozuldu. Oğlu kapıya geldi, bizden bildi... "Hani sizin şu telsiz var ya telsiz, bizim buzdolabını bozdu" diye...

Neyse efendim mahallede ne kadar elektronik cihazı bozulan varsa, kapımıza üşüştüler.. Kısacası evde bir huzur, bir huzur ki sormayın gitsin...

Bu arada uykusuz kocaman gözlerle ertesi sabah hiç uyumadan işe gitmeler başladı... İşyerinde performans düşüklükleri falan, filan...

Bir gün dedim ki; "Bu böyle olmayacak arkadaş... Bunun daha kuvvetlisi var mıdır acaba?" Ben sıkıldım tabii ki şehir içinde "arkadaş aramaya..." Acaba başka diyarlarla da görüşebilir miyiz, başka illerle, başka ülkelerle falan... Araştırdım, baktım, ettim, meğersem varmış...

O zamanlar Ulaştırma Bakanlığı Telsiz Genel Müdürlüğü'ne bağlı bir imtihan varmış, ona katılmak gerekmiş... Ona katılınca lisanslı radyo amatörü falan oluyormuşsun, amatörlere tahsis edilen frekans bandlarında konuşabiliyormuşsun senin gibi dünyada bu konuya merak salanlarla falan falan...

(Şu anda Frekans filmini seyredenler hatırlayacaklardır böyle bir hobinin olduğunu... )

Günlerce bu sınavlara çalıştık sanki üniversite sınavına hazırlık gibi...

Mors öğrendik dit dit de dat dat diye... Yolda ne görsek mors harfiyle okur hale gelmiştim... Bizi o halimizle görenler "Vah vah yazık çocukcağıza, kafayı yemiş" falan diyorlardı da ben aldırmıyordum tabii ki de...

Ne de olsa beynelmilel olmak vardı gündemde, milli olacaktık, frekanslarda ve bandlarda ülkemizi temsil edecektik...

Sonunda A sınıf ehliyetli kocaman bir amatör olduk...

Cihazlar aldık, antenler aldık, haa bu arada bu antenleri koymak için en önemlisi yeni bir ev aldık bir çatı katı dairesi.. Komşuların "televizyonumuza, buzdolabımıza sarkıyorsun" demelerinden kurtulmak için...

Ve sonunda, çıktık gerçek kısa dalga frekans bandlarına...

Evet yüzlerce ülkeyle ve bu ülkelerdeki benim gibi bu konuya meraklı amatör istasyonlarla konuşmaya başlamıştım artık...

Rahmetli Ürdün Kralı Hüseyin ve İspanya Kralı Carlos da kral olmalarına karşın onlar da birer lisanslı radyo amatörüymüşler... Her iki Kral ile telsizle görüştüm...

Hatta hatta rahmetli Elvis Presley'in kraliçeler kadar güzel radyo amatörü hanımı Priscilla'yla bile bir görüşmem olmuştu...

Sonra işi daha da ilerlettik, teknolojiyle birlikte uzaydaki MIR istasyonuyla digital olarak bilgisayar haberleşmesi bile yaptım... Hatta ve hatta onların gönderdikleri fotoğrafları bile aşağıdan bilgisayarlarım yardımıyla aldım...

Şimdilerde ise kurulan bir sistem sayesinde NASA'yı sürekli takip ediyoruz... Uzay laboratuvarındaki astronotlarla rahatça konuşabiliyoruz... Hatta ve hatta onların uykuya yatış saatlerinde ve uyanış saatlerinde çalan müziği bile dinliyebiliyoruz...

Efendim bu amatörlük de o kadar çok farklı konu var ki... Onları bu satırlara sığdırabilmem mümkün değil... Ancak yaşamak lazım...

Peki ya soracaksınız şimdi biliyorum... Amatör telsizcilik de nedir diye?

Amatör telsizcilik, kendi devletlerinin verdiği lisanslarla yurt içi ve yurtdışı ile geniş frekans varyasyonlarından birinden, hayal edebileceğiniz modülasyon tiplerinden herhangi birini kullanarak haberleşen ve bunu hobi olarak yapıp bundan hiçbir menfaat sağlamayan kişilere verilen addır.

Amatör telsizcilik için bir belge alınması zorunluluğu aynen sürücü belgelerinde olduğu gibi bulunmaktadır.

Bunun nedeni amatör telsiz istasyonu isletebilmek için belirli bir bilgi birikimi bulunmasının gerekliliğidir.

Amatör telsiz operatörü olmak için elektronik, istasyon işletimi, kanun ve yönetmelikler gibi çeşitli konularda bilgi birikiminin bulunması gereklidir.

Amatör telsizcinin en iyi bilmesi gereken konulardan biri de bir doğal felaket halinde yapması gerekenlerdir şüphesiz.

Bu konuda yıllarca eğitim ve seminerlere katıldım... Eğitimler ve seminerler de verdim... İlk Körfez Savaşı'nda Istanbul İli Sivil Savunma Müdürlüğü'nde, Dinar ve Adana depremlerinde, Erzincan Depremi sırasında Erzincan'da, Körfez Depremi sırasında Firuzköy Sivil Savunma Müdürlüğü'nde telsizlerimizle görev yaptık. Hem de hiçbir menfaat gözetmeksizin...

Yaklaşık 20 küsur seneyi aşkın süredir de bu hobimi sürdürmekteyim... Bir "Arkadaş arıyorum" beni bakın nerelere kadar getirdi...

Ancak şunu söyleyebilirim ki, amatör telsizcilik hobisi sadece bu kadarla bitmemektedir.

Bu da başka bir yazımın konusu olsun...

Ertan Yurderi

Britney Spears'dan bana ne?




Britney deprasyondaymış, bana ne!.. Ben ülkemdeki Ayşe'ye, Fatma'ya bakarım o ne halde diye...

Ülkemin Ayşe'si, Fatma'sı, içinde yeşerttiği minik sevgi düşüncesinden dolayı aile bireylerinden dayak yiyip depresyondayken, Britney'den bana ne?

Ülkemin Ayşe'si, Fatma'sı sevmediği bir adamla evlendirilme sebebiyle depresyondayken, Britney'den bana ne?

Ülkemin Ayşe'si, Fatma'sı, evine üç-beş kuruşluk para kazanmak için çalışırken, tacize uğrayıp depresyondayken, Britney'den bana ne?

Ülkemin Ayşe'si, Fatma'sı, iş yerinden çıkıp evine dönerken kap-kaç'çı çetesi tarafından yerlerde sürünürken, verdiği mücadeleden bazen de bıçaklanıp yaralanıp deprasyona düşerken, Britney'den bana ne?

Ülkemin Ayşe'si, Fatma'sı, gittiği eğlence yerlerinde içkisine uyuşturucu atılıp genç kızlığına veda edip deprasyona girerken, Britney'den bana ne?

Ülkemin Ayşe'si, Fatma'sı, akşam apartmanının asansörüne binerken, hem cinsel tacize uğrayıp hem de bıçaklanıp depresyona düşerken, Britney'den bana ne?

Ülkemin Ayşe'si, Fatma'sı okul önünde uyuşturucu tacirlerinin tuzağına düşürülmek üzere bekleyenlerin varlığını bilip kendini depresyonda hissederken, Britney'den bana ne?

Ülkemin Ayşe'sinin ve Fatma'sının sımsıcak bir aile özlemi ve onu sarmallayacak bir eşe sahip yaşamı düşleyen minik yüreği depresyondayken, Britney'den bana ne?

Ülkemin Ayşe'si ve Fatma'sı yine de bu zorlu hayat mücadelesine bir şekilde devam ediyor. Depresyonda olsa bile bunu belli etmiyor. Sevgisini, hiç kimseden eksik etmiyor...

Britney ise ne yapıyor? Paris Hilton'la birçok yerde sapıklıklar yapıyor, kilot giymeyerek, kafasını kazıtarak kendini serinletmeye çalışıyor.

Bu kız harbiden biraz üşütmüş...

Toparlanması gerek... Yoksa memleketimin güzide insanları bu kızı da bağırlarına basacak hale geldiler... Ne bileyim, her yerde ondan vıcık vıcık bahseder oldular, ağızlarından damlayan bal, bin damla oldu...

Sevgili kızlarımız Ayşe'ler, Fatma'lar ise deprasyonlarını ikiden üçe katlıyorlar... Dayanın kızlar, elbet bir gün birileri de sizi anlayıp, bağırlarına basacaklardır...

Ertan Yurderi

Durdurun Dünyayı ...




Dün akşamdan bu yana içimde bir huzursuzluk var, hayırlara yorduğum...

Önce TV'lerde gördüğüm ülkemdeki acınası manzaralar, derken akşamın en ilerleyen saatlerinde Zeytinburnu'ndaki çöken bina, ardından TV'lerin canlı yayın görüntüleri...

Arabama atlayıp o bölgeye gidip insanlara yardım etmek geldi birden içimden... Yanıma da katacağım fotoğraf makinemle o AN'ları tek tek karelemek istedim yaşamıma... Sonra vazgeçtim bu düşüncemden... O AN'ları hiç yaşanmamış kabul etmeyi hayal ettim. O bina hiç çökmemiş, o insancıklar da hiç ölmemiş olmasını ne çok isterdim şimdi.. Ama kötü kader işte... Hepsinin yazgısı, böyle bir sonla karşılaşmakmış...

Bu sabahtan beri de, Uzakdoğu'da tsunami felaketinin yaşandığı dönemlerde hissettiğim gibi hisler içindeydim. Az önce de Doğu bölgelerimizden 5.9 şiddetli bir deprem haberi geldi, ardından...

Sabahtan beri TV'lerdeki vurdumduymazlık canımı sıkıyor... Bir çok kanalda işlenen kadın-erkek ilişkileri konusunda tartışmalar, "Yeter Ulan!!!!" dedirtecek düzeye çıktı...

Yahu kardeşim, memlekette tartışılacak, konuşulacak başka konu kalmadı mı? Herkes ahkam kesiyor TV ekranlarında. Sanki kırk yıllık profesörler gibi endamlanıyorlar...

Bu işi bir bilenlere bırakın... Bu ülkenin seçkin psikiyastristleri var, psikologları var. Onlar, toplumdaki her birey için ellerinden gelen her türlü yardımı yapmayı bekliyorlar... Siz kimsiniz ki, ne eğitiminiz var ki, çıkıp ahkam kesiyorsunuz... Reyting uğruna suni tartışmalar yaratıp, boşu boşuna ülkemde ve dünyada yaşanan olayları unutturmaya çalışıyorsunuz...

Elimdeki zapping aletiyle TV kanallarını tek tek turlamaya devam ediyorum... Dünyada da durum hiç açıcı olmadığını görüyorum...

Elimde değil, şu an çok sıkılıyorum...

Yöneldim, bilgisayarın karşısına geçtim, sandalyeme oturdum, ellerim klavye üzerinde geziniyor... Kelimeler teker teker cümleye dönüşüyor beyaz cam ardından... Ve bu satırları yazıp, yazımın sona doğru geliyorum...

Ne oluyor bu dünyaya ve bana böyle...

İçimden "Durdurun zamanı, durdurun dünyayı, inecek var" diye bağırasım geliyor...

İçerden eşimin robotik sesi bana gerçek yaşam varlığımı hatırlatıyor...

"Yemeğin hazır, hadi gel zıkkımlanmaya..."

Görüyorsunuz işte:

Yaşam her yerde bir şekilde devam ediyor!..

Ertan Yurderi