31 Ocak 2010 Pazar

Prof. Dr. Muammer Aksoy Anısı'na...

"Ateşli bir hatip, inanmış bir laik ve kararlı bir Atatürkçü..."

Prof. Dr. Muammer Aksoy'un 1950'li yıllardan bu yana taşıdığı kimliği ve kişiliğini yakından tanıyanların, onu tanımlarken kullandığı üç sıfat bu.

1917 yılında Antalya'da doğan Muammer Aksoy 1937 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni 1950 yılında ise Zürih Hukuk Fakültesini "Hukuk Doktoru" ünvanıyla bitirdi. Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde 1952 yılında doçent, 1963 yılında profesör olan Aksoy, 27 Mayıs ihtilali sonrasında 1961 Anayasası'nın hazırlanmasında önemli katkılarda bulundu ve Kurucu Meclis'te Anayasa'nın sözcülüğünü yaptı.

Aksoy, 1960'lı yıllarda milli petrol ve maden hareketinin öncülüğünü yapmış, bu konuda devrin bakanları ile polemiklere girmişti. 1957 yılından bu yana Türk Hukuk Kurumu'nun başkanlığını sürdüren Aksoy, 1977 yılında CHP'den Milletvekili seçildi ve bu görevini 12 Eylül 1980'e kadar sürdürdü.

Parlemento görevi sırasında TBMM Anayasa Komisyonu başkanlığını yapan Aksoy, ayrıca Avrupa Konseyi üyeliğinde bulundu ve 11 yıl süre ile CHP Parti Meclisi üyeliği yapan, Muammer Aksoy, Atatürkçü Düşünce Derneği Kurucu Başkanlığı'nı yaptı.

Evli ve iki çocuk babası olan Aksoy, 31 Ocak 1990 tarihinde uğradığı silahlı saldırı sonucu hayatını kaybetti.

Eserleri :

- Atatürk ve Sosyal Demokrasi
- Atatürk ve Tam Bağımsızlık
- Laikliğe Çağrı
- Devrimci Öğretmen Kıyımı
-Önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı Seçimi / Rejim Bunalımına ve Kötü Sonuçlarına Doğru Pupa Yelken Gidiş
-Sosyalist Enternasyonal ve CHP

Tüm hayatı boyunca bizlere Atatürk'ü yaşamı pahasına anlatan, öğreten, uyanık ve dikkatli olmamızı sağlayan Cumhuriyetimizin temiz, yiğit aydınlarından Muammer Aksoy'u ölümünün 20. yılında saygı ve minnetle anıyor ve diyorum ki;

Bugüne kadar cinayetler, suikastlere ve sabotajlara kurban gitmiş tüm bilim adamlarımızın, aydınlarımızın, gazetecilerimizin, yurtseverlerimizin katilleri KÜRESEL SERMAYE ve onların GİZLİ SERVİSLERİ'dir...

"SİZLERİ DE UNUTMADIK!.. UNUTMAYACAĞIZ!.." 

Ertan Yurderi 

30 Ocak 2010 Cumartesi

Twitter Gazino'sunda #sanalfasil


Herkes işten çıkmış, sıcak evine gelmiş, bilgisayar karşısında PTT (pijama, terlik, twitter) vaziyette...

Rakı ve içecekler, soğuk mezeler, salatalar, ara sıcaklar, balık ızgaralar ve kebaplar, tatlılar daha önceden hazırlanmış...

Çilingir sofrası ortaya kurulmuş... Tabii ki bu sofra mekânsız ve yanlız çekilmez...

Sıra gelmiş mekâna... Mekan ise hemen hazırlanmış... Beyaz soğuk beyaz cam ardı "Twitter Gazinosu'nda #sanalfasil"a böyle başlanmış...

Efendim kimler yokmuş ki orada... "Her telden ve her dem"den insanlar varmış...
Onlarcası ve hatta yüzlercesi başlamışlar birbirlerini en güzel müzik ve meze eşliğinde ağırlamaya...

Bir muhabbet ki sorma gitsin... Alınan hafif alkolun tesiriyle başlamışlar cıvıl cıvıl cıvıldamaya...

Kimi Heybeli'de mehtaba çıkmış, kimi Aşiyan Yolları'ndan sana seslensem duyarmısın demiş, kimi Çamlıca yolunda aşığım yanımda ne yaparsam yaparım ona orada muhabbetine dalmış...

Kimi akşam oldu hüzünlendim ben yineyi mırıldanmış, kimi her yer karanlık ulan kim söndürdü bu ışıkları Makber mi acaba demiş...

Kimi bir ihtimal daha var, o da feysbuk'a gitmek mi demiş, kimi nasıl geçti habersiz o MSN günlerim diye düşünmeye başlamış...

Kimi huysuz ve tatlı kadını ararken kadeh izlerinde, kimi de meze tabağında yeni biten balığın ardından sevemez kimse seni, benim sevdiğim kadara takılıp kalmış hüzünlenerek...

Sonra eski dostlarrrrr, eski dostlaarrrrr muhabbetine geçilmiş...

Fizy.com'dan istekler gırla giderken, yan masalardan gönderiler gelmeye başlamış.. Meze tabakları, büyük rakılar, yanar döner meyve tabakları... Mis gibi beyaz peynir ve kavun tabakları... Ve daha nicesi...

"Doğuştan rakıcıyım, tivittırın hastasıyım" diyerek sarılmalarla birlikte "öpüjeemmmm abiii" muhabbetleri başlamış...

Ortaya birkaç dansöz çıkıp oynamaya başlayınca da dolarlar, sterlinler, eurolar ortaya saçılmaya başlamış... Türk lirası ise yere atılmaz denilerek değeri korunmuş...

O sırada ortalıklarda gezen böyle özel günlerin ablaları da başlamışlar "a be abicim, al bir gül bu güzel ablama" demeye... Kafa kıyak tabii abimde, bir liralık güle sarfetmiş 10 te-le...

İşte böyle sürüp gitmiş Twitter Gazino'sunda bir #sanalfasil muhabbeti... Sonunda herkes küfelik bir halde yatak odalarına çekilmişler...

Onlar sanal da olsa mutlu olmuşlar, eğlenmişler, eğlendirmişler saatlerce gönüllerini...
Bize de bunları gözlemlemek ve yazmak kalmış...

Yıllar öncesi İstanbul'unun Çakıl, Gar, Maksim gazinosunun yerini, pijama terlik tivıtır #sanalfasilı bu şekilde almış...

Ertan Yurderi

Twitter, sansürlenebilir mi?



Tivitır tamamen sansürsüz bir mikro blog sitesi olma özelliğini ve popülerliğini tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de sürdürüyor...

Tivitır'ın özel yaşamın mahremiyetine bu kadar sınırsızca dalıp girmesinden sonra Türkiye'de sansürlenmesi şimdilik pek mümkün görünmese de, günün birinde tıpkı feysbuk kullanıcılarının başına gelenler gibi şeyler tivitır kullanıcılarının da başına geldiğinde sansürlenme yoluna gidilir mi, gidilmez mi işte orasını bilemem...

Bu "sansürleme" işinin garantisi yok çünki... Günün birinde ekranlarımızda "Bu siteye erişim mahkeme kararı ile engellenmiştir" yazısı görürsek hiç şaşmayalım...

Çünkü, daha şimdiden kamuoyunda popülerliği ile tanınan birçok sanatçı, gazeteci ve diğer ünlüler, adlarına açılan tivitır üyeliklerinde "ortaya karışık" yazılanlar yüzünden seslerini çıkartmaya başladılar bile... Bunu gazete köşelerindeki yazılarında ve TV ekranlarında "Ben feysbuk kullanmıyorum, tivitır ise hiç mi hiç kullanmıyorum" diyenlerin sayısı giderek artıyor haklı olarak...

Bizim millet çok mu saf, yoksa çok mu uyanık anlayabilmiş değilim... Veya neden böyle başkasının kimliğine bürünüp başkalarını aldatma yoluna gidiyorlar, onu da çözebilmiş değilim...

Bakın, Çin ve İran’da kısmen de olsa hem feysbuk hem de tivitır sansürleniyormuş…

İnsanların birbirleriyle fikir alışverişinde bulunmalarına, sosyalleşmelerine ve paylaşımlarına bu tür rejimlerin yöneticilerinde tahammül yok anlaşılan...

Çin'in ve İran'ın kısmi yasaklama getirmesinden sonra tivitır sitesinin kurucusu ve CEO'su Evan Williams, Dünya Ekonomi Forumu'nda yaptığı açıklamada sansüre tamamen karşı olduğunu söylemiş... Çin'de ve İran'da uygulanan bu kısmi sansürden rahatsız olduklarını ve kısa süre içerisinde bu sorunu ortadan kaldırmak istediklerini de sözlerine eklemiş...

Tabii bu konuda ne kadar başarılı olur, olmaz, orasını ben bilemem de, benim ülkemde doğru dürüst tivitır kullanmama yüzünden yasaklanma getirilirse işte o zaman üzülürüm...

Çünki her şeyin suyunu çıkarmaya müsait bir millet olduğumuz için önce feysbuk'un sonra tivitırın da suyunu çıkarmayı elbirliğiyle becermeye aday gibi görünüyoruz...

Şayet günün birinde tivitır konusunda kafası bozulan bir kişi yukarıda saydığım haklı sebeplerden dolayı dava açmaya kalkarsa... O zaman 5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun’da belirtilen suçlar kapsamında verilen erişimin engellenmesi kararı alınır... Kararı veren hâkim, mahkeme veya Cumhuriyet savcısı tarafından gereği yapılmak üzere Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı'na gönderir ve Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı'nca bu kapatılma işlemi yerine getirilir...

Neyse ben fazla şom ağızlılık yapmayayım... İnşallah bu tür şeyler olmaz ve site kapatmaları ülkemizde artık hiç yaşanmaz...

Ama yine de bu satırları okuyanlara şu soruyu sorayım ve bu konudaki fikirlerinizi alayım...

Günün birinde tivitır, Türkiye'de de sansüre maruz kalsa, bunun mantıklı bir açıklaması olur muydu sizce?..

Ertan Yurderi

29 Ocak 2010 Cuma

"Sana bir masal anlatayım mı?"


Siz çocukluğunuzu hatırlar mısınız bilmem...
Ben 4-5 yaşımdaki halimi, bugün bile hatırlarım...

Çocukluğumda, evdeki büyüklerimin bana öyküler ve masallar anlattığı zamanlarda, benim masal ısrarımdan bıkan büyüklerim, benimle şöyle dalga geçerlerdi...

"- Sana bir masal anlatayım mı?"
"- Anlat..."

"- Anlat demekle olmaz.. Sana bir masal anlatayım mı?"
"- Anlat..."

"- Anlat demekle olmaz.. Sana bir masal anlatayım mı?"
"- Anlat..."

"- Anlat demekle olmaz.. Sana bir masal anlatayım mı?"
"- Anlat..."

Bu tekerlemeler böyle uzayıp gider, sonunda "Bana bir masal anlat" demekten bıkmış olurdum...

Aile büyüklerim de benim bu ısrarcılıktan bıkmış olmamdan dolayı gayet memnun bir şekilde köşelerine çekilir, kendi işlerine bakarlardı...

Bugün; büyüdük ettik... Yarım asırlık kocaman adam olduk...
Hayatımız boyunca siyasi büyüklerimizden hep masallar dinledik...

Biz "Anlat.. Anlat.. Heyecanlı oluyor.." dedikçe onlar "bol keseden, işkembeyi kübradan" atıp tuttular, bizi hep aldatıp, durdular...

Gün geçmiyor ki onlardan yeni yeni "masal"lar dinlemeyelim...

"- Cart olacak, curt olacak.
- Şöyle köşe olacaksınız, böyle köşe olacaksınız...
- Bakın şu oldu, bakın bu oldu...
- Bize şöyle yapacaklar, bize böyle yapacaklar...
- Az kaldı, sıkın dişinizi... Sonumuz şöyle güzel olacak, böyle güzel olacak.. "


Bu "Cik ve cak" masalları hiç bitmek bilmiyor...

Sürekli bir masal dünyasında ve rüyasında yaşatıyorlar bizi... 

Bu arada sürekli masal dinleyen bizler de artık bıkıp usanıyoruz... Usanmayan, "ayran budalası" gibi her anlatılan masalı "büyük bir huşu içinde" dinleyen bir bölüm yandaşları da var elbet... 

Bu masalcılar ve avanesi, anlatılan masallardan dolayı sıkılıp sustukça, bize küçük çocukken yapılan taktik gibi, kendi köşelerine sessizce çekiliyorlar ve güya devlet işlerine bakıyoruz diyerek, bu arada deveyi hamuduyla götürüyorlar...

Kısaca; "Bize masal dinlemek, onlara da köşe dönmek" kalıyor...

İşte durumlar böyle olunca sayın okurlar, hep aklıma şöyle bir tekerleme geliyor...

Tabii ki tekerlemeyi ben başka şekile çeviriyorum "Zihni Sinir" zekâmla...

"Masal, masal, matitas...
Halkın geleceğini yiyenlerin kıçı tas..
Fasulye yemiş osuramazlar,
Kubura düşmüş çıkamazlar...
Seçim zamanı çıkacak sonucu görünce de,
Pırpır pırpır uçaklarla Amerika'ya uçamazlar..."

 
Bilin bakalım ben bugün size kimin masalını anlattım...

Anlamadınız mı hâlâ...

"- Anlamadım demekle olmaz..."
"- Anlat demekle de olmaz..."

 
Peki peki... "Size bir masal daha anlatayım mı..."

Ertan Yurderi

28 Ocak 2010 Perşembe

"Damla balığı" ve "önyargı"larımız ...



Ulusal gazetelerin birkaçının internet sitesinde "dünyanın en çirkin yaratığı" diye anonsu verilen "Damla balığı"nın fotoğrafını görünce içim "cız" etti doğrusu...

Ne demek "dünyanın en çirkin yaratığı" ?..

Böyle bir "değerlendirme" yapmayı ve bunu "çirkin yaratık" etiketiyle sunmayı kendilerine nasıl hak olarak görüyorlar bu haberi yazanlar?..

"Önyargılı" oldukları ise muhakkak...

Haber yazan gazetecilerin bu tür konulara dikkat etmesi gerekmez mi?..

Onlara göre böyle bir balık türü "çirkin" gelebilir... Bu onların kendi yorumlarıdır...
Kendilerine saklasalardı bu düşüncelerini... Bizlere ne?..

Onların beni yönlendirmelerine, onlar gibi düşünmeye zorlamalarına benim ihtiyacım yok...
İşte bu yüzden bu haberi bile, böyle sunmalarına anlam veremiyorum...

Haberi şöyle verebilirlerdi... "Eti yenmeyen, nesli tükenme tehlikesi ile karşı karşıya olan bir balık türü" ...

Yorumu ise bana bıraksalardı...

Neyse, tüm okuyucuların aklına "çirkin yaratık" diye soktular bir kere...

Bana göre ise bu balık türü hiç de öyle "çirkin yaratık" gibi gelmiyor...
Üstelik "sevimli" de geliyor... Sanki bir şeye üzülmüş de, ağlayacak gibi bir hali var...

Bu sevimli damla balıkları Avustralya ve Tazmanya denizlerinin 900 metre derinliğinde yaşıyorlarmış... İnsanlar onları bu yüzden pek sık görmüyorlarmış... Zaten doğal hayatı koruma dernekleri de bu balık neslinin tehdit altında olduğunu söylemişler...

Aman zaten bazı "insan türleri" bu balıkları hiç görmesinler... Bu tür İnsanlardan uzak olsunlar ve korunsunlar... Hatta "canavar" yakıştırmalı önyargılı insanlardan "korunma altına" bile alınsınlar...

Bu tür önyargılı olanlara Yunus Emre'nin şu veciz cümlesini bir kez daha hatırlatmak isterim..

Ne demişti Yunus Emre: "Yaradılanı severim, Yaradan'dan ötürü..."

"Yaradan'ın yarattığı her şeyi, Yaradan'a olan sevgisinden dolayı sevdiğini" çok iyi anlatmaz mı bu cümle?

İşte böyle...

İnsanoğlu "önyargılı" düşüncelerinden kurtulamadığı sürece ne tekamül edebilir, ne de bir adım tekamül ettirebilir kendini...

Her Yaradılan'ın bir sebebi vardır ...
Biz insanoğlu bunun farkına bir varabilsek?
Ne güzel yaşanılası yer olurdu bu dünya o zaman muhakkak...

Ertan Yurderi

27 Ocak 2010 Çarşamba

"Palavra, Palavra, Palavra..."



Şöyle bir geriye dönüp hatırlayın isterseniz...
Ne olmuştu 8 Mart 2008'de...
Balık hafızalarımızı şöyle bir yoklayalım isterseniz...

7 Mart 2008 akşamı uykuya yatmış, 8 Mart sabahı uykumuzdan kalkmıştık.
Bir bakmıştık ki milletçe: “2000 dolar daha zenginleşmişiz...” güya...

Tüm iktidar yandaşı basın ve TV'ler avaz avaz avazlanıyorlardı...
"- Vallahi, bugün cebinize 2000 dolar daha para girdi... İnanmazsanız cebinize gidin bir bakın"...

O günün sabahı, TV başından hanıma seslenmiştim...

"- Getir hanım şu pantolonumu, cebimize 2000 dolar daha girmiş, şunları bir görüp, sayayım"...

Hanım, pantolonumu getirirken yüzündeki gülümseme kahkahaya dönüşmüş;
"- Hadi iyiyiz, iyiyiz beyyy!.. Artık harca harca bitiremeyiz bu parayı" demişti garibim...


Pantolonumun önce sağ, sonra sol cebine elimi atmıştım...
Ama nafile!.. Cebime giren-çıkan tek kuruş bile olmamıştı...

Üstelik sağ tarafındaki cebim de delikti...

Sanırım bir yandan cebimize para koyarlarken bir yandan da delik olan cebimizden paralarımızı götürmüştü bazı aymazlar...

Nasıl götürmesinler ki...
Hesap basit ve ortada...

O günkü maaşım 600 (TL emekli maaş) x 12 (ay) = 7.200 (TL) / 1.25 (Bir dolar fiyatı) = 7.175 USD (Yıllık kazanç)...'dı...

“Açlık ve yoksulluk sınırı”nda bizleri yaşatıp, bizlere düşen yıllık miktarın 10.000 dolar olduğuyla övünüyorlardı o gün bazı aymaz utanmazlar!..

Bugüne de bakacak olursak değişen hiçbir şey yok... Aynı... Üstelik, daha da fakirleştik...

Bugünkü emekli maaşıma verilen 30 lira zamla (güya 60 TL alacaktık) oldu 750 TL...

Hadi gelin yeni bir hesap yapalım...

750 x 12 = 9.000 / 1.49 = 6.040 USD olmuş yıllık kazancım...

İşte hesap ortada... Hani 10.000 dolar giriyordu cebimize...
Büyük bir yalan, büyük bir palavra...

Milletin elinde hesap makineside mi yok... (Eskiden KDV almak için hesap falan yapılıyordu, o zaman bu millet hesap makinesi kullanmayı öğrenmişti...)
Emeklinin ayda aldığı para belli. Doların fiyatı belli...
Çarp, böl, sonucuna bak...
Ama yok... TV'lerde hâlâ milletin gözünün içine baka baka emeklinin eline yıllık 10.000 dolar geçtiğini söylüyor hükümet yetkilileri...
İnsanda biraz "utanma" olur be...

Kamu-Sen'in Aralık 2009 ayı için tek kişinin yoksulluk sınırını 1.445 TL 91 kuruş, 4 kişilik ailenin asgari geçim sınırını ise 2 bin 891 TL 52 kuruş olarak hesaplanmış... Ailenin aylık gıda harcamasının ise 649 TL 38 kuruş olduğu kaydedilen araştırmada, Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerindeki konut giderleri bir memurun Aralık ayı maaşının yüzde 35,79'una denk gelmiş...

Bana inanmayanlar gidip şu siteye bir bakabilirler... Yalan söyleyecek halleri yok ya Kamu-Sen'in...
http://www.ortadogugazetesi.net/haber.php?id=14961&haber=yoksulluk-siniri-bin-445-tl 

Bu duruma göre bizler, yani biz emekliler, yoksulluk sınırının kat be kat altında olanlardanız...
O da elimizde kalırsa... Çünkü daha maaş aldığımız gün hepsi uçup gitmekte elimizden...
Harca harca bitiremezsin verdikleri maaşı hesapta...
İşte bu yüzden "külliyen yalan" birilerinin söyledikleri...


Ajda'nın bir zamanlar İtalyalı şarkıcı Mina'nın "Parole, Parole" şarkısından aparıp Türkçe'ye aranje ettiği şarkı kulağımda yankılanıyor...

Ne diyordu Süper Star Ajda, emek sarf etmeden apardığı şarkısında: "Palavra, palavra, palavra..."


Gerçekten de bugünkü iktidarın her söylediği: "Palavra, palavra, palavra"...

Hanıma seslendim yine...
"- Dik hanım şu yırtık olan sağ cebimizi..."

Baktım hanımeline iğne, iplik almış yanıma geldi...
Bana dik dik diklenip:
"- Bugün hiç dikesim yok.. Bugün tüm işler sana ait..."

Eh emir büyük yerden, ne yapalım, uyacağız mecburen...


Bir elimde iğne, bir elimde iplik... İpliği iğnenin deliğine geçirmek için çaba sarf ederken, kendi kendime de söyleniyorum... Söylenmemi de sloganlaştırıyorum içimde...

"Cep delik, cepken delik... Dik Ertan dik..."
"Bir elimde iğne, bir elimde iplik... Dik Ertan dik..."
"Dick Ertan dick... Birilerinin ağzını dick..."
"Sen dick'mezsen: The Goverment fuck you every day..."

Ertan Yurderi


26 Ocak 2010 Salı

"I don't need sex..."



"I don't need sex..."
Neden mi? Nedeni çok basit...
Bir öpülmedik "kulağımızın arkası kaldı" da artık, ondan...

Her gece her gece 3'ü yakalayacağız, bulacağız diye milletin zaten iflahı kesildi...
Bu yüzden millette ne düşünce, ne hal kaldı, ne de derman...

Bir de üstüne, her Allah'ın günü suya sabuna ha bire zam...
Elektriğe, doğalgaza, benzine, motorine ha bire zam...

Ama sıra memura, işçiye, emekliye gelince: "We fucks you..."

Tamam anladık, "The goverment fucks me every day" de...
Bu böyle gitmez be arkadaş...

Artık gaflet uykusundan uyanmak, bu gidişata "bir durun artık ya" demek lazım...
Bu gidişatı üslubuyla protesto etmek lazım...
Her eve, her bireye bu yukarıdaki tişörtlerden birer tane lazım...

Giyeceksin bu tişörtleri, çıkacaksın topluca Taksim'e...
Tabii ondan sonrası "Hak getire"...

Bu tişörtü "Anlayan anlar"...
Anlamayana da itina anlatırsın orada...
Ya da sen daha iyi anlatırsın derdini karakolda...

"Ha uşağum, bunun Türkçesi yok mudur daaaa!.." diyen de çıkabilir bak şaşırma...
İşte onu giymek için sıkı bir popo ister...
Hani şöyle "Shakira" tarzından...

Bu tişörtleri yaratanlar sanki Maharishi Mahesh Yogi'den "Yaratıcı Zeka" kursu almış gibiler...

"Yaratıcı Zeka" demişken, malum biz Türklerin aklı, "Ya kaçarken, ya da mıçarken" geldiği için, bunun hangi "fırlama zekalı"nın aklına nerede geldiğini düşünmeden edemiyorum...

Ya 1 Mayıs günü polisin attığı gaz bombalarından kaçarken,
Ya Tekel eylemcilerinin üzerine su püskürtülürken,
Ya İtfaiyecilerin yine üzerine su püskürtülürken,
Ya, Cumhuriyet mitinglerindeyken,
Ya, Ergenekon'dan tutukluyken,
Ya, Silivri'de suçsuz yere yatarken,
Ya, .....
Ya, .....
Ya, .....
Ya da, TV başında malum siyasetçilerin, malum absürd konuşmalarını izlerken...
Ya da, aklınıza neresi gelirse gelsin, oradayken...

İşte bu tişörtlerin yaratıcısını kutluyor,
Kendisine "Bol kazançlar" diliyorum...

Ne iyi ettin, ne güzel ettin...
Bizim aklımıza gelmeyeni sen aklına getirdin...

Bu tişörtlerden değişik renklerden 70 milyon adet üretmen lazım...
Bu tişörtlerden, her eve lazım...

Hıyarlık etme "Kazma Kâzım":
"You don't need sex: The Goverment fucks you every day..."

Bu yüzden sana artık reva görülenler "lazım" değil,
Bu tişörtlerden her boy, her renk sana lazım...

"Sen anladınnnn mı oniiiii".... (Hiç sanmıyorum ya, öyle aval aval bakıyorsun, hadi neyse!!!)

Ertan Yurderi


25 Ocak 2010 Pazartesi

İSKİ, Fatura ve Damacana


Yukarıdaki ekli iki fotoğrafa dikkatlice bakın...

İyi bakın, iyi bakın...
Bir daha bakın...

Olmadı bir daha bakın...

Baktınız mı?..

Ne gördünüz?.. Bir fatura ve bir damacana değil mi?...

İSKİ faturası benim gerçek faturam...
Artist damacana ise, Google'dan araklama, hani şu ırzına geçilen meşhur damacana...
Onları biraraya ben getirdim, hani şu Photoshop programıyla...
Nasıl ikisi birarada güzel duruyorlar mı?
İkisi de ırza değil, milletin ırzına geçen suçlu gibi durmuyor mu allahaşkına?..

Şimdi ben 3 kişilik bir aileyim ha bir de kuyruklu oğlum var...
Ve yaklaşık biz, her altı günde bir, 10 TL verip iki damacana su satın alıyoruz ve tüketiyoruz..

Şimdi basitçe bir hesap yapalım...

6 günde bir, 2 damacana su aldığıma göre ayda 10 damacana su alıyorum demektir...

Yani;

5 kez (2) damacana= 10 damacana
10 x 5 TL= 50 TL...

Neyse, bunu tutun aklınızda... Neymiş 50 TL..
Yani 50 Te-le...
(Yazıyla elli- te-le) (Bir kez daha elli- törkiş-lira, okeyyy..)

Şimdi benim İSKİ faturama bakın...

Kaç TL yazıyor...

İyi bakın, okunuyor, iyi bakın...

24.00 TL okudunuz değil mi?...

"Bu ne be? Bu ne be adam?".. demeyin...

Ben her ay bilmem ne firmasına damacana başı 5 TL'den 50 TL su parası veriyor muyum, veriyorum...

İSKİ benden kullandığım suya göre azami 24.00 TL alıyor mu, alıyor...

 Ne eder toplam?... Toplam 74 TL eder değil mi?...
 Hadi yuvarlak hesap yapalım, parayı yuvarlayalım... 75 TL...

Ben şimdi kimi zengin ediyorum?..
İSKİ'yi mi? Özel su şirketini mi?

Suyu içilmeyen şehir mi olur?..

Bir de İstanbul denilen Megaköy, dünyanın 17. büyük şehriymiş... Pehhhhh! Palavraaaa!...

2010 Avrupa Kültür Başkenti’ymiş… Pehhhh!... Palavraaaa!...
İstanbul'un suyu içilmiyor, suyu... Suyuuuu...
Suyu içilmeyen şehirden ne başkent, ne köy, ne de kasaba olur ...

İsyan edesim geliyor ya...

Dünyada suyu içilmeyen kaç büyük şehir var?..
Ya da bizim gibi suya damacana başı 5 TL para ödeyen kaç mega şehir var?..

Biz kimi zengin ediyoruz arkadaş?..
Petrol zenginlerinin yanında su zenginlerini de türettik, elbirliğiyle...
Adamlar "su"dan bile para kazanıyorlar... Su zengini oldular!..

Duyduğuma göre piyasaya bir çok da yabancı marka su da getiriliyor ve satılıyormuş... Onu da en çok zengin kesim içiyormuş... Etiler falan!..

Ve birbirlerine hava atıyorlarmış...
"Ah monşer bizim su taaa Almanya'dan geliyor..."
"Sorma şekerim bizimkisi de, Fransa'dan..."


"Ulan benim suyum da; Ana!.. Ana!.. Ananızın memleketinden geliyor..." İyi mi?..

Sen şehrinin suyunu içilmeyecek şekilde kirlettir...
Şehrinin içme suyu havzalarına, villalar yaptırt...
Mafyaya, ona buna yandaşlarına peşkeş çektirt...
Suyunu bolcana kirlettir...

Git taaaaaaaaaaaaaa Melen'lerden pis suları getirt...
Halkının burnuna sok...
"Alın size suuuuu, kullanın" de...
Sonra gel benden bu pis suya 24 TL ödememi iste...

Aloooooo İSKİİİİİİİİİ ben her ay içmek için, sadece içmek için 50 TL su şirketlerine para ödüyorum para...

Senin umurunda mı bunlar acaba İSKİİİİİ?...
Yetti be... Yetti be... Çıldırasım geliyor!..

Biliyor musun İSKİ...
Ben emekli maaşımın nerdeyse 10'da ikisini su için veriyorum...
Sen bunun farkında mısın?
 Her ay 24 TL sana, 50 TL su şirketlerine... Eder nerdeyse 75 YTL...

Emekliyi açlık sınırının altında yaşatanlara...
Açlık sınırı altında da değil, yoksul yapanlara...
Yoksul da değil, resmen "ÖLSÜNLER, GEBERSİNLER, bir tane daha vatandaş eksilsin ne çıkar diyenlere" de yazıklar olsun!..

Yazıklar olsun!.. Yazıklar olsun!..
Kaderin böylesine yazıklar olsun!..
İSKİ sana da yazıklar olsun...
Melen suyun bile bi b.k etmiyor...
Değil içesim, elimi sürmek bile içimden gelmiyor...


Bilmem derdimi anlatabildim mi herkese...
Alem gider tersine, ben giderim Mersine!..
Vatandaş konuşuyor işte... Oh be konuştum, rahatladım!..

Ertan Yurderi

24 Ocak 2010 Pazar

Uğur Mumcu Anısına ...



Vurulduk ey halkım unutma bizi...

Dağ gibi karayağız birer delikanlıydık.
Babamız, sırtında yük taşıyarak getirirdi aşımızı, ekmeğimizi.


Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken bizler bir mumun ışığında bitirdik kitaplarımızı.
Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya.
Ecelsiz öldürüldük.
Dövüldük, vurulduk, asıldık.


Vurulduk ey halkım, unutma bizi...


Yoksulluğun bükemediği bileklerimize çelik kelepçeler takıldı. İşkence hücrelerinde sabahladık kaç kez.
İsteseydik, diplomalarımızı , mor binlikler getiren birer senet gibi kullanırdık. Mimardık, mühendistik, doktorduk, avukattık.
Yazlık kışlık katlarımız, arabalarımız olurdu.
Yüreğimiz, işçiyle birlikte attı.
Yaşamımızın en güzel yıllarını, birer taze çiçek gibi verdik topluma.
Bizleri yok etmek istediler hep.
Öldürüldük ey halkım, unutma bizi...


Fidan gibi genç kızlardık.
Hayat, şakırdayan bir şelale gibi akardı gözbebeklerimizden.
Yirmi yaşında, yirmi bir yaşında, yirmi iki yaşında, işkencecilerin acımasız ellerine terk edildik.
Direndik küçücük yüreğimizle, direndik genç kızlık gururumuzla.
Tükürülesi suratlarına karşı bahar çiçekleri gibi, taptaze inançlarımızı fırlattık boş birer eldiven gibi.
Utanmadılar insanlıklarından, utanmadılar erkekliklerinden.
Hücrelere atıldık ey halkım, unutma bizi...


Ölümcül hastaydık.
Bağırsaklarımız düğümlenmişti.
Hipokrat yemini etmiş doktor kimlikli işkencecilerin elinde öldürüldük acınmaksızın.
Gelinliklerimizin ütüsü bozulmamıştı daha.
Cezaevlerine kilitlenmiş kocalarımızın taptaze duygularına, birer mezar taşı gibi savrulduk.
Vicdan sustu.
Hukuk sustu. İnsanlık sustu.


Göz göre göre öldürüldük ey halkım, unutma bizi...


Kanserdik.
Ölüm, her gün bir sinsi yılan gibi dolaşıyordu derilerimizde.
Uydurma davalarla kapattılar hücrelere. Hastaydık.
Yurtdışına gitseydik kurtulurduk belki.
Bir buçuk yaşındaki kızlarımızı öksüz bırakmazdık.
Önce kolumuzu, omuz başından keserek yurtseverlik borcumuzun diyeti olarak fırlattık attık önlerine.
Sonra da otuz iki yaşında bırakıp gittik bu dünyayı, ecelsiz.


Öldürüldük ey halkım, unutma bizi...


Giresun'daki yoksul köylüler, sizin için öldük.
Ege'deki tütün işçileri, sizin için öldük.
Doğu'daki topraksız köylüler, sizin için öldük.
İstanbul'daki, Ankara'daki işçiler, sizin için öldük.
Adana'da, paramparça elleriyle, ak pamuk toplayan işçiler, sizin için öldük.


Vurulduk, asıldık, öldürüldük ey halkım, unutma bizi...


Bağımsızlık, Mustafa Kemal' den armağandı bize.
Emperyalizmin ahtapot kollarına teslim edilen ülkemizin bağımsızlığı için kan döktük sokaklara.
Mezar taşlarımıza basa basa, devleti yönetenler, gizli emirlerle başlarımızı ezmek, kanlarımızı emmek istediler.
Amerikan üsleri kaldırılsın dedik, sokak ortasında sorgusuz sualsiz vurdular.


Yirmi iki yaşlarındaydık öldürüldüğümüzde ey halkım, unutma bizi...


Yabancı petrol şirketlerine karşı devletimizi savunduk; komünist dediler.
Ülkemiz bağımsız değil dedik; kelepçeyle geldiler üstümüze.
Kurtuluş Savaşı'nda emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağımızı daha da dik tutabilmekti bütün çabamız.
Bir kez dinlemediler bizi. Bir kez anlamak istemediler.


Vurulduk ey halkım, unutma bizi...


Henüz çocukluğumuzu bile yaşamamıştık.
Bir kadın eline değmemişti ellerimiz.
Bir sevgiliden mektup bile alamamıştık daha.
Bir gece sabaha karşı, pranga vurulmuş ellerimiz ve ayaklarımızla çıkarıldık idam sehpalarına.
Herkes tanıktır ki korkmadık. İçimiz titremedi hiç.
Mezar toprağı gibi taptaze, mezar taşı gibi dimdik boynumuzu uzattık yağlı kementlere.


Asıldık ey halkım, unutma bizi...


Bizi öldürenler, bizi asanlar, bizi sokak ortasında vuranlar, ağabeyimiz, babamız yaşlarındaydılar.
Ya bu düzenin kirli çarklarına ortak olmuşlardı ya da susmuşlardı bütün olup bitenlere.
Öfkelerini bir gün bile karşısındakilere bağırmamış insanların gözleri önünde öldürüldük.
Hukuk adına, özgürlük adına, demokrasi adına, Batı uygarlığı adına, bizleri, bir şafak vakti ipe çektiler.


Korkmadan öldük ey halkım, unutma bizi...


Bir gün mezarlarımızda güller açacak ey halkım, unutma bizi...
Bir gün sesimiz, hepinizin kulaklarında yankılanacak ey halkım, unutma bizi.


Özgürlüğe adanmış bir top çiçek gibiyiz şimdi, hep birlikteyiz ey halkım, unutma bizi, unutma bizi, unutma bizi...


Cumhuriyet, 25.8.1975

----------------------------------------





 
 
 
 
 

Kocayürek der ki:

Aradan tam 17 yıl geçti...

Alçakça suikastlerini bugünlere ulaşmak için yapmışlardı. Başardılar. 
Türkiye'yi istedikleri konuma getirdiler. 

Halkın önemli bir bölümü tam da istedikleri gibi geriledi, sindi, bencilleşti, boş verdi... 

Ülke bir karanlığın içinde neredeyse boğuldu. 

Ancak bir şeyi hesaplayamadılar. BU ÜLKENİN UĞUR MUMCU'LAR ÜRETEBİLME YETENEĞİNİ!.. 

Yüreğimizin olanca gücüyle biliyoruz ki, bu ülkenin aydınlık insanları Uğur Ağabey'in 1991'de yazdığı şu sözleri asla unutmadılar, unutmayacaklar ve zamanı geldiğinde gereğini yapacaklar:

"CUMHURİYET DEVRİMİNİ, ATATÜRK İLKELERİNİ, TAM BAĞIMSIZLIK İNANCINI CUMHURİYET BURÇLARINDA BİRER BAYRAK GİBİ YİNE YÜKSELTMEYE DEVAM EDECEĞİZ, YILMADIK, YILMAYACAĞIZ..."

Ertan Yurderi