21 Nisan 2004 Çarşamba

Bir çiçek, iki böcek ve Reiki...



Onu bulduğumda otların arasına atılmış bir vaziyette çürüyüp, doğduğu toprakta yok olmayı bekliyordu... Kaderine boyun eğmiş, rengi solmuş, yapraklarının bir bölümü ise çürümüştü... Onu elime aldığımda bütün bir yaz, yaz güneşini tüm bedeninde hissettiği ve hiç su verilmediği için kavrulduğunu anlamıştım...

Verilseydi ve bakılsaydı buralarda ne işi vardı... Sonbaharı betimliyordu hava... Artık ağaçlardaki yeşiller sarıya boyanmış, yavaş yavaş esen rüzgar dallardan yaprakları düşürüp, sonbaharın güzelliğini insanlara hissettirmeye de başlamıştı...

Evim diyebileceği, sığınacağı bir saksısı bile yoktu bu Yuka'nın...Köklerinde kalan birkaç toprak parçasıyla ölümünü bekliyordu bedeni, sabırla... Ölümüne terkedilen yerden yanıma katarak onu, yeni bir eve, evimize doğru yola çıktım...

Nedenini pek bilmiyorum ancak Yuka'ları çok severim... Onların büyüyüp coşmasını çok severim... Değişik bir anlam verir yaşantıma...

Eve vardığımda eşimin "Ay, yine mi çiçek... Artık yeter, her taraf saksı doldu, koyacak yer bulamıyoruz" serzenişiyle yüzümdeki tebessüm birbirine karıştı... "Onu ölüme mi terk etmeliydim... Onun da bizim gibi yaşamaya hakkı var... Merak etme, ben onu yüzüne bakılacak hale koyarım" dedim...


Aynı serzenişe, evin dört ayaklı kuyruklu oğlu da eşlik etti... "Maouww, maw maau??" diye... Yani "Yeni bir mama mı bu? Yoksa sevgimi paylaşacağın ortak mı? Hani bilelim... Yenecekse yiyelim... Ama sevgimi onunla paylaşamam bak ona göre babacım" anlamındaydı bu serzeniş...

"Yok oğlum Şanslı... Bu kardeşi yaşatacağız, yaşatabilirsek... Hayata yeniden döndüreceğiz..." diyerek başını okşadım... O da suratıma ters ters bakarak, balkona çıktı, aşağıdaki sevgilisinin serenadlarını duyarak...

Bir akşamüstünün geceye çalan kızıllığında onu yaşamının geri kalan kısmını huzurla yaşayacak evine ulaştırıp, hayatı boyunca yaşayacağı "evim" diyebileceği saksısının içine dikivermiştim... Ve ilk can suyunu da verirken.. "Sevgili Yuka'm... Yaşamalısın... Huzurlu ol, huzurdasın artık" diyerek onu Evren'in en güzel enerjisiyle tanıştırdım o an... Hocam Gülüm'ün şu sözü kulağımdan hiç gitmiyordu... "Yeni bir çiçek diktiyseniz şayet, saksının iki yanından kök hizasında Reiki uygulayabilirsiniz..." Yeni yerinde, Reiki vermeye devam ettim uzun süre... Onu kendi sessizliğine bırakıverdim..

Kısa zamanda bu Yuka, evimizin bir ferdi gibi oldu... Hemen her sabah yanına uğrayıp kısa bir süre de olsa onunla konuşuyor, ve kısa uygulamalar yapıyordum... Akşamları eve döndüğüm de de, evin diğer fertleri ve çiçekleri gibi, onunla da konuşup yine uygulama yapıyordum...

Bu solgun, ölmeye yüz tutmuş Yuka'nın, günden güne canlanması, yeniden sağından ve solundan pıtırcık gibi sürgün vermesi çok hoşuma gidiyordu... Çok şükür ki ölmemişti, ölümüne direnip, yaşama tüm kökleriyle tutunmuştu...

Bir sabah Yuka'mın yanına gittiğimde, üzerinde davetsiz bir misafir gördüm... Bir örümcek üzerinde yuvalanmaya çabalıyordu... Bir genç kız inceliğiyle sanki gergefin üzerine çeyiz işler gibi işliyordu ağını... Ne yapacağımı düşünürken bir başka örümcek daha sokulmaya çabalıyordu Yuka ve bu örümceğe.. Neyse akşama kadar kalsınlar, eşime söylersem, o örümceği mutlaka alır bahçeye atar en iyisi akşama ne yapacağıma karar veririm diye çıkıp işe gittim...

Akşam döndüğümde ise bu iki örümceğin aynı ağ üzerinde birlikteliklerini gördüm... Ancak iyi gitmeyen bazı şeyler vardı sanırım... Ortalık harp yeri gibiydi... Bir tanesi diğerini yaralamaya ve öldürmeye çalışıyordu sanki... Bir yerlerde okumuştum... Dişi örümcek, birlikte olduğu erkeği çiftleştikten sonra kıskançlığından dolayı öldürüyordu... Ve acı son... Dişi döllendikten sonra, erkeğini öldürüp, yine ağlarla sarmalıyordu onu son yolculuğuna uğurlayarak... O kadar kısa zaman içinde oluyordu ki bunlar, bir film izler gibi izliyordum önümde gelişen olayları...

Şanslı da meraklı meraklı yanıma gelerek, "Ben azıcık şu çiçeğin şurasından ısırabilir miyim, patimle şu örümceği yakalayabilir miyim" diye mırıl mırıl mırıldanıyordu... Onu çiçeğin yanından uzaklaştırdım... "Gel oğlum, bu çiçek yenmez... Orada mamaların duruyor, Yuka'dan ne istiyorsun?" dedim... Bir pati darbesi vurdu elime, "Hadi len git işine.." der gibiydi bu vuruşun şiddeti...

Ben dişi örümceği rahatsız etmeden yine Yuka'ma Reiki vermeye devam ettim ve o çok sevdiği can suyundan biraz damlattım saksısının içine...

Aradan ne kadar bir süre geçti bilmiyorum... Saksının yanına uğradığım bir zaman gözlerim Yuka'nın üzerindeki ağda birkaç tane ufak karaltının yürümeye çabaladığını gördü... . Yuka, örümcek ve örümceğin bebekleri.. Hepsi değişik bir aile olmuştu birbirlerine.. O Yukam şimdi ev sahipliği de yapıyordu koca bedeninde... Yaşama direnip ayakta kalabilmeyi becerebilmişti... Şimdi yepyeni güzellikleri de betimliyordu... Sanki o dişi örümcekle bir aile gibiydiler... Çok güzel bir tablo çiziyorlardı... Belki de verdiğim Reiki'den o dişi örümcek de nasibini almıştı bilmiyorum... Bildiğim tek şey, bunları ne yapacağım oldu... Nasıl uzaklaştıracaktım bu örümceği o Yuka'nın üzerinden...

Yazlık sezonun bitmesine az zaman kaldığından kışlığa dönmek üzere evde bir hazırlık ve telaş vardı... Yeniden her şey toplanıyor, temizleniyor, yerlerine konuyordu... Bir akşam iş dönüşü çiçeklerimin başına geldiğimde Yuka'mın üzerinde hiçbir şey göremedim... Ağ yoktu, dişi örümcek ve yavruları yoktu...

Hemen hanımı çağırdım odaya... "Bu Yuka'nın üzerinde bir ağ ve yuva vardı, ne oldu" onlara dedim... Hanım kızgın bir şekilde, "Şanslı odaya girmiş, çiçeklerin arasına dalmış, gözüne kestirdiği birkaç tanesinin kenarından tadlarına bakmış... Eh tabii Yuka'nın da... " diyerek sözlerini sürdürmeye devam etti.. " Ben de çiçekleri balkona çıkartıp üzerlerinde biriken tozları aldım, yıkadım bazılarını" deyince... Durumu anlamış oldum böylelikle...

Yuka'm üzerine kabus gibi çöreklenen örümcek ağından kurtulmuştu kurtulmasına da... Ama aklım ve yüreğim onun üzerinde yuvalanan o dişi örümcek ve bebeklerinde kalmıştı... Şimdi ana dişi örümcek, başka yuvalar örüyordur başka çiçeklerin üzerinde ve yavrularını belki orada büyütecektir, belki de yepyeni ve gösterişli bir ağ örerek yeni bir eş seçecektir yaşamına onu da bilemem...

Yuka'm aradan geçen aylar sonucu kocaman bir çiçek oldu... Dört bir yanından sürgünler verdi... Odamın en güzel ve en nadide köşesini o süslüyor artık...

Sevgiyle bakılan her şeyde O'nu görüyoruz... O'nun enerjisini deneyimliyoruz ve deneyimlettiriyoruz tüm CAN'larda... Bu bir çiçek bile olsa da...

Ertan Yurderi

14 Nisan 2004 Çarşamba

Karabasan ve Reiki



Yazımın başlığından da anlaşılacağı üzere, bu yazıyı kaleme alıp hazırlarken bile içim daralmadı değil hani... Yazıp yazmamakta kararsızdım.. Ancak bu deneyimi de sizinle paylaşmak istiyorum.... Arkadaşımla birlikte geçirdiğimiz korku ve kabus dolu o geceyi ve o gecede yaşanan olayları anlatacağım...

Neyse zaten klavye başına oturmadan bu yazıya başlamadan önce de kendi üzerimde epey bir çalışma yaptım.. Şu an kendimi daha iyi hissediyorum ancak bu yazı yüzünden etkilenecekler olacaksa şayet, bu paragraftan sonrasını okumamasını tavsiye ediyorum...

Bu paragrafa geçtiyseniz çok meraklısınız demek ki... Hadi bu merak konusu üzerinde de biraz şöyle güzel bir afirmasyonlu çalışma yapın da paylaşın bakalım... (Bu satırlar konuya ısındırmak içindi kendimi...)

Konumuza dönelim hemen...

Soğuk bir kış akşamıydı... Hava erken karardığı için arkadaşımla birlikte erkenden evine gittik.. Evi Rami’yle Ayvansaray arasındaydı... Dört bir tarafı evliya, enbiya, mezarlıklarla çevrili
bir semttir burası... Hanımını kısa bir süreliğine memleketine göndermişti... Zaten arkadaşımın başına ne geliyorsa, hanımının evden uzaklaştığı zamanlarda oluyordu... Yalnız kalmamalıydı... Ben yanındaydım ancak, benden önce de hanımını evden memleketine gönderdiği zaman yanında başkaları kalmıştı... Onlar varken de aynı olayları yaşıyordu arkadaşım... Bu sefer aynı şeyleri benimle de yaşayacak mıydı bilmiyorduk... Veya yaşanılacak olaylar sırasında ben yardımcı olabilecek miydim.. Onu da bilemiyorduk...

Dışarısı çok soğuk ve yağışlı olduğu için arkadaşım eve girer girmez sobayı yaktı... İçerisi yavaş yavaş ılınıyordu... Odunlar tutuşmuş, çıtır çıtır ses çıkartıyordu... Üzerine kaynaması için arkadaşım çaydanlığı koydu... Sonra mutfağa geçtik... Akşam yemeği için dışarıdan aldığımız malzemelerle kendimize güzel bir ziyafet çekmek için bir şeyler hazırlamaya başladık...

Her ikimizin de mutfakta olduğu sırada sobanın yanma gürültüsü artıyordu... Arkadaşıma, “Soba tutuştu, istersen git mandalını biraz kıs, ısı fazla dışarıya kaçmasın” dedim...

Arkadaşım içeri odaya gider gitmez ardından bir çığlık attı.. “Ertan koş, çaydanlık yanıyor”... Telaşla sobanın başına geldim... Hakikaten daha sobanın üzerine koyalı beş dakika bile olmayan çaydanlık fokur fokur fokurduyor ve üstü kıpkırmızıydı...

Sobanın üzerine baktım, sobanın üzerinde kırmızılık namına bir şey yoktu... Fakat çaydanlık sanki kordan bir top alevi gibiydi... Zar, zor maşa ile ile çaydanlığı sobanın üzerinden alıp, banyoya kadar götürüp, küvetin içine koyuverdik... Soğuk suyla çaydanlığı bir güzel yıkadık.. O canım çaydanlık kapkara oluvermişti bu kadar kısa bir süre içinde...

Arkadaşım bana “Gördün mü, bak başladı” diyordu... “Daha bunun gecesi, geceyarısı var” deyince, “Yok canım hemen bu olaya bir şey bağlama ve endişelenme... Soba fazla tutuştu da ondan” dedim... O da “Sen öyle zannet” dedi...

Yeniden mutfağa geçtik... Aldığımız malzemeleri poşetlerinden çıkarıp bir yandan soyuyor, bir yandan yıkıyor, bir yandan da tavaya malzemeleri diziyorduk... Ocağı tutuşturmak için arkadaşımdan kibrit veya çakmak istedim... Cebinden çakmağını çıkartıp bana verdi... Tam
çakmağı çakıp ocağı yaktığım sırada, önümde büyük bir alev parlamasıyla karşılaştım.. “Bopppp” sesi çıkardı, her yer mavi ve sarıya çalan renge boyandı... Arkadaşıma dönüp, “Ya ocağı benden önce niye açıyorsun, bak yanacaktım” deyince;

“Ya ben değil, asıl sen açmışındır...” deyince, sen açtın, ben açtım muhabbetine başladık onunla... O da “Sana söylemiştim o yapacağını yapıyor, o açmıştır” diyordu.... Yine “Bizimle bu akşam daha çok oynayacak... Daha bunun gecesi, geceyarısı var” deyince;

“Ya oğlum sapıttın mı sen, yok öyle bir şey.. Ben çakmağı çakana kadar fazla gaz gelmiştir... Tüm olay bundan ibarettir” dedim kendisine... O da bana “Sen onu tanımıyorsun, bilmiyorsun... O bu gece de bizi rahat bırakmayacak” diyordu...

O böyle söyledikçe az da olsa içime bir korku düşmüştü, düşmesine de, bu sefer ben endişeli bir şekilde sordum...

“- Ya bu bahsettiğin şey neyse pek aklım sırrım ermiyor şu an ama, bize bir kötülüğü olur mu bu şeyin? Başka büyük bir kötülük yapar mı bize?”

“- Bugüne kadar hep benimle oyun oynadı, ancak canıma kastedecek türden bir şey yapmadı... Zaten hanım ve çocuklar evdeyken fazla rahatsız etmiyor, çok nadiren rahatsızlık veriyor... O da hanım yanımda yatmadığı zamanlar” dedi...

Arkadaşımın anlattığına göre, bu şey neyse (ben ona karabasan demeyi uygun görüyorum) hanımı evden uzaklaştığında arkadaşıma evde böyle küçük sürprizler hazırlıyor, akşamları uyutmuyor, uykusuzluktan gözleri kapanıp uykuya geçtiği sırada yanına kadar gelip gıdıklayıp, burnunu sıkıyormuş... Arkadaşım da uykusundayken sanki onunla mücadele eder gibi el, kol ve ayaklarını aşırı derecede hareket ettirip, bağırarak uykusundan uyanıyormuş... Karanlık ve kara bir bulut şeklindeymiş.. Tam anlamıyla tarif edemiyordu, gördüğü şeyi... (Ancak bana bunu bu şekilde anlatmaya başladığından itibaren karabasan olduğunu zaten anlamıştım, yanılmamıştım...) Bu konuda az çok daha önce de benim deneyimlerim vardı... Sormalarıma devam ediyordum...

“Peki” dedim, “Seninle birlikte olanlar, onu görebiliyor mu? Mesela ben onu görebilecek miyim?” dediğimde... “Hayır göremiyorsun, zaten her zaman görünmüyor ancak böyle rahatsız ederek korkutuyor, korkutmaya çalışıyor, eğleniyor” dedi...

Eh korkudan mı, yoksa kendimizi koruma altına alma içgüdüsünden mi bilinmez... Ben hemen evin her yanına, her odasına Reiki yapmaya, tüm odaları ve mutfağı koruma altına almaya karar verdim bu sözler üzerine...

Kendi üzerime ve arkaaşımın üzerine de sembol çizerek Reiki vermeye devam ettim... “Tamam, artık bundan öyle bizi rahatsız edemez, evin her yanını koruma altına aldım” dedim demesine de... “Hay dilimi eşek arısı”... diyesim geliyor şu an... Daha sözümü bitirir bitirmez ön odada harlı yanan soba tütmüş, mutfağa doğru ağır bir duman kokusu geliyordu.. Koridoru geçip, salona baktığımızda her yer duman içindeydi... Camları açtık... Arkadaşım hala ısrarlıydı;

“Sen ne yaparsan yap, bu akşam çekeceğimiz var”
dedi...

“Ya” dedim, “Oğlum.. Amma pipirikli adamsın... Evde yaşadığın her şeyi, her başına gelen olayı böyle bir şeye bağlama... Böyle endişelenme ve korkma... Böyle yaşanır mı ya? Böyle her gece, her gece... İnsan delirir bu evde be” dedim... “O zaman bu evden çıkın, başka eve taşının...” diye akıl vermeyi de ihmal etmedim tabii ki...

Arkadaşım gülümseyerek, “Bu ev babamdan yadigar bize... Tüm apartmanda bizim akrabalar var... Nasıl ve nereye gideriz bu kış ve kıyamette” dedi...
“Zaten ben evlendiğimde böyle bir şey yaşamıyorduk ki... Bir gün bizim hanım akrabasına gidip bir akşam kaldı... Ne olduysa o zaman oldu... Senelerdir bunu çekiyoruz böyle... Hanım onun için hiç evden ayrılmaz, bir yere gidip kalmaz... Ancak şu an memlekette hastaları var, onu ziyarete gitti, bir iki gün içinde de benim bu durumumu bildiğinden dolayı dönüp gelecek... İşte o zamana kadar bunu çekeceğiz...” dedi...

“Peki” dedim arkadaşıma... "Sen böyle evhamlanınca, endişe ve kuruntu yapınca her şeyin düzeleceğini mi sanıyorsun?... Sen korktukça, sen endişelendikçe, onun ekmeğine yağ sürmüyormusun sanki... Yapma böyle ya... Bu tür olumsuz düşünceler üretme... Bu tür düşüncelerden kendini arındır, hatta ve hatta bu konuda söz üretme” dedim...

Neyse bu arada yemeğimizi yapmıştık.. Yemek yemek için masamıza oturduk... Arkadaşıma sürekli telkinlerde bulunuyordum aklım ilk gelen cümlelerle... “Bu tür düşünceleri sen üretiyorsun, davetiye çıkartıyorsun bazı şeylere” gibilerinden... O da hem yemeğini yiyiyor, hem de can-ı gönülden söylediklerimi dinliyordu...

“Sana bu akşam biraz Reiki vereyim mi” dedim kendisine... “Memnuniyetle” dedi... “Bak,” dedim,
“sana biraz da mental çalışma denilen bir çalışma da yapalım... Bu düşüncelerinden uzaklaşasın ve o gördüğün şey neyse ona da davetiye çıkartmaktan vazgeçesin diye”... O da;

“Ne yaparsan yap... Nasılsa bu akşam sen burdasın, yanımdasın sabaha kadar benimle, değil mi?” dedi.. Sesi tereddütlüydü... Benim tüm bu yaşananlardan ürküp, çekip gideceğimi zannedip yine endişelerini belli ediyordu...

“Ya oğlum” dedim, “Ben bu gece seni yalnız bırakmayacağım ve bol bol Reiki çalışacağız” “ancak bunun yarını, ertesi günü var... Zaten bir ertesi gün de hanımın geliyor.. Rahatlarsın o zamana kadar” dedim.. O da zaten iki gün üst kattaki ağabeyisine çıkıp orada kalacaktı...

Yanımda getirdiğim tütsüleri yaktım.. Eve gelirken uğradığımız aktardan aldığımız “günlük” adındaki tütsüyü de bir tenekenin üzerinde yakıp evi bir güzel tütsüledikten sonra, arkadaşımla
birlikte uzun bir Reiki seansına başladık...

Saatler epey bir ilerledi... Artık uyku zamanı geliyordu benim için.. Gözlerim ağırlaşmıştı... Arkadaşım da Reiki sonrası epey bir gevşemişti.. Öyle TV’deki filme aptal aptal bakıyorduk...

“Ben uyuyacağım” deyince, arkadaşım içerden battaniyeleri getirip, kanepe türündeki çek-yat’ın üzerine serdi.. Her ikimiz de farklı çek-yat’larda uzanıp TV’yi öyle seyretmeye başladık...

Gecenin hangi saatiydi bilmiyorum.. Sağdan sola dönerken bir ara gözlerimi açtım... Ortalık karanlıktı... TV örtülmüştü... Arkadaşım da karşı çek-yat’ta mışıl mışıl uyuyordu... Battaniyeyi biraz daha kafama çekerek, yeniden dalmışım...

Epey bir süre uyumuşuz, sonra birden kulağıma değişik sesler gelmeye başladı... Kafama kadar çektiğim battaniyeyi göz hizamdan açtığımda bir de ne göreyim... Arkadaşım debelenip duruyor çek-yat’ın içinde... Hemen çekyaktan fırlayıp, elektrik düğmesini açtım.. Arkadaşımın yanına gittim, sarsarak uyandırmaya çalıştım...

“Ne oluyor oğlum ya, kalksana... Beni uyuz ettin” dercesine azarlıyordum uykulu gözlerle bana bakan arkadaşımı...

“Ya ne bileyim, burnumu sıktı, kulaklarımı elledi, onunla mücadele ediyordum bana bunları yapmaması için” dedi... “Tam bu sırada sen beni uyandırdın” dedi...

“Ben bir şey görmedim ki” dedim... “Sadece sen uykudayken mi görüyorsun bunları?.. Ayıkken bir şey yapıyor mu bu sana uykuda görünen şey” diye sordum ona..

“Sadece uykudayken görüyorum o karaltıyı... Gelip uykumun en güzel yerinde böyle içine ediyor, onunla böyle mücadele etmek zorunda kalıyorum” dedi yeniden...

Ben yine yattığımız odaya Reiki göndermeye ve göndermem bittikten sonra da arkadaşımın üzerine Reiki vermeye devam ettim... O uykulu uykulu beni izlerken ne yaptığıma dair, uyuya kaldı yeniden... Tabii ben de uyku muyku yok... Uyku hakgetire... Koltukta oturup onu izlemeye başladım... Sabah ezan sesine kadar oturdum, sonra ben de oturduğum koltukta sızıp uyuyakaldım... Ve sabahın ilk misafirleri kuş sesleri bizi ilerleyen saatlerde uyandırmaya yetti...

Ertesi gün Pazar günü olduğu için biraz geç kahvaltıya oturduk... Kahvaltı ederken, arkadaşım mutlu görünüyordu... Çünki dün akşam sadece bir kez mücadele etmek zorunda kalmıştı bu karabasan denilen yaratıkla... İyi de uyudugunu söylüyordu ilk kez... Hanımının evde olmadığı ilk geceyi böyle bir şekilde geçirmiştik.. Ben tabii o günün akşamı da zar zor beni evinde kalmaya ikna etti...

O gün bütün gün oturup bu konular üzerinde sohbet ettik... Neler yapacağımızı, neler yapılabileceğimiz konusunda bir sürü şeyden konuştuk... Yine akşam erkenden oluvermişti... Ve .biz yeniden bir şey yaşayıp yaşamayacağımızı bilmeden geceyi ve geceyarısını bekledik, birbirimizle sohbet ederek... Ve ben fırsat oldukça evde tütsü yaktım... Bildiğimiz tüm duaları okuduk.. Ve en önemlisi arkadaşıma bu süre içinde komple bir Reiki seansı yaptım...

O akşam da her ikimiz mışıl mışıl uyuduk, arkadaşımı bu karabasan denilen şey hiç rahatsız etmedi...

Ve bugünün de sonrasında fırsatım olduğunda ona Reiki vermeye ve göndermeye devam ettim...

Şimdi artık böyle karabasan görme endişesini ve korkusunu taşımıyor arkadaşım... Hanımı evde olmadığı zamanlar da rahat rahat uyuyor...

Arkadaşıma bu konuda net yardımım dokunup dokunmadığımı sürekli izlemekteyim... Bu olayları geçirdiğimiz zamandan bu zamana kadar bu konuda herhangi bir şikayette bulunmadı çok şükür... Sadece arada bir beni arayıp kendini huzursuz, sıkıntılı hissettiğini söylediği
zamanlar oluyor elbette. Ben de o zaman hem arkadaşımın yaşadığı bu olaylar için hem de bahsettiği sıkıntılar ve kendini huzursuz hissettiği zamanlar için onun bilinçaltına, bütünün hayrına olacak şekilde tüm düşünsel kalıpların çözülüp dengelenmesi için ona Reiki göndermeye devam ediyorum...

Bu çalışmalar sırasında şu afirmasyonların yararını hem arkadaşımda hem de kendimde yaşayarak gördüm ve deneyimledim..

- Herşeye sevgiyle tanık oluyorum...
- Evrenin her yerinde güvendeyim...
- İç ve dış yuvam, güzellik ve huzur yerleridir. Yüreğim evimdir.
- Bütün deneyimler boyunca kendimi sevmeye devam ediyorum. Ve her şey
yolunda, endişe duyulacak bir şey yok.
- İçimdeki sevgi, beni her türlü korkudan arıtıyor.


Ertan Yurderi

Edhem Baba, Siyah Eldivenli Kadın ve Reiki



Hava sıcak ve nemliydi... Güneş kavuruyordu... Pazar günü olması sebebiyle tüm insanlar kendilerini evlerinden sokaklara atmış, parklar, deniz kenarları her yer cıvıl cıvıldı... Belli ki havanın sıcağına inat kendilerine serinleyecek yer arayıp duruyorlardı...

İstanbul'un eski semtlerinden Eyüp'teyim... Bu semti oldum olası çok severim... Eski İstanbul'da yaşıyorum havasını verir bana... Etrafta iki katlı eski tahta evler, pencerelerinde rengarenk çiçekler... Evden eve gerilmiş iplerde makineden yeni çıkmış salınan çamaşırlar, çamaşırların içine katılan bahar çiçeği vernel kokuları daha iki sokak öteden karşılar sizi... Alır götürür eskiye, çok eskilere...

Herhangi bir sokağın köşebaşından dönerken az sonra bir elinde şemsiyesi, başında fesi bir İstanbul beyefendisiyle karşılaşacağınızı zannedersiniz... Sokak aralarında yürürken de, evlerin camlarını örten tahta kafeslerin ardındaki genç kızların gülüşmelerini de hissedersiniz... Sevimli yaşlı bir teyze, karşıdan karşıya komşusuyla az önce karşısındaki evden çıkan delikanlıyla o evdeki genç kız hakkında dedikodu yaparlar... "Duydun mu kızzzz, Fatma'ların Nuriye'sine dün akşam bu çocuğun ailesi görücü gelmişlerdi... Çocuktaki yüzsüzlüğe bak, bugün de eve oturmaya geldi" gibilerinden söyleşir, gülüşüp dururlar, çekiştirip yererler komşularının kızlarını... Bir başka alemdir böyle bu Eyüp sokakları...

İlkbaharı yaza bağlayan Mayıs ayının hatırlayamadığım bir pazar günü dinlencesinde evde oturmaktan ve sıcaktan pişmekten benim de canım sıkıldı ve Eyüp semtinde oturan aynı zamanda dükkan sahibi olan bir arkadaşımı ziyarete gittim...

Onunla zaman zaman böyle buluşur halleşiriz... Onun da benim gibi tek hobisi var, o da radyo amatörlüğü... Onunla birlikte olduğumuz zamanlar, konuştuğumuz konular genelde bunun üzerinedir... Bu hobiyi sevdiğimiz için konuştukça kendimizden geçip, geç saatlere kadar otururuz, zamanın nasıl geçtiğinden habersiz...

Fakat o gün dükkanın içi de sıcaktan kavruluyordu sanki... İçeride durulamayacak kadar sıcaktı ve havanın neminden olsa gerek bizi boğum boğum boğuyordu... Dükkanın önüne iki tabure atmış, arada bir Kuzeybatı'dan Alibeyköy'ün sırtlarından esen yel'e kendimizi vermiştik, terli tenlerimizi kuruturcasına...

Gözüm yolun aşağından gelen bir kişiye takılmıştı... Genç bir bayan olduğu her halinden belliydi, lakin başı sıkı sıkıya kapalı, gözlerinde koyu renkte güneş gözlüğü vardı... Ellerinde de siyah bir eldiven...

Yoldan gelip geçen bu kadına hayretle bakıyor, bu cehennem sıcağında başındaki örtüye ve ellerindeki siyah eldivene akıl sır erdiremiyorlar, ardından tebessüm ediyorlardı... Kadın bir yer arar gibiydi... Bazen yoldan geçen kadınları durduruyor onlara bir şey soruyordu... Kadınlar elleriyle bizim tarafı gösteriyorlardı...

Arkadaşıma dedim ki; "Bu kadın ya birisini arıyor, ya da bir yeri galiba, ne dersin?"

"Hele bir buraya gelsin biz de soralım bakalım ne arıyormuş buralarda?" deyiverdi arkadaşım da...

Neyse kadın bizim oturduğumuz yere kadar gelince; "Beyler burada Edhem Baba diye bir evliya varmış, onun türbesini arıyorum biliyor musunuz?" diye sorunca arkadaşım ve ben aynı anda ve senkronize bir sesle, "Arkanıza dönün bakın, Edhem Baba tam arkanızda" deyiverdik... Kadın çok sevindi, türbeye doğru yöneldi ellerini havaya kaldırarak duaya başladı...

Ben arkadaşıma dönüp; "Ya türbenin anahtarını versene bana... Ben bu kadını türbenin içine sokacağım" dedim... "Bir mahzuru yoksa..."

Arkadaşımın dükkanı o türbenin karşısında olduğu için, Vakıflar'dan görevliler bu türbenin temizliği ve bakımı için ve arada bir türbeyi ziyarete gelenlere türbeyi açmak için anahtarı arkadaşıma vermişler... Arkadaşım da arada bir o türbeyi açıp temizliğini yapar, böyle ziyarete gelenlere de türbeyi açar...

Neyse ben anahtarı arkadaşımdan alarak kadının yanına gittim ve; "Hanımefendi şayet arzu ederseniz, sizi türbeye alayım... Duanızı orada yapın ister misiniz?" deyince kadın ağlamaklı bir ses tonuyla...

"Sağolun... Çok sağolun... Allah razı olsun, tabii memnuniyetle..." diyerek içeriye girdi... Kadını yalnız bırakıp arkadaşımın yanına geldim...

Fakat bu arada dikkatimi çeken ellerindeki simsiyah eldiven olmuştu... Bu havada neden bu eldiven diye düşünüyordum... Arkadaşıma da anlattım...

Aramızda fikir yürütmeye başladık... Belki dedik türbe ziyaretine geliyor ya...
Hani örtünme düşüncesiyle ellerini kapatmış olabilir falan...

Kadın yarım saatten fazla içeride kaldı... Daha sonra kapıda göründü...

Ben de kapıyı yeniden kilitlemek için yanına gittiğimde, eğilmiş ayakkabılarını giymeye ve ayakkabı bağlarını bağlamaya çalışıyordu... Fakat bunu yapamadığını görüyordum... Elinde hala eldivenleri duruyordu... O eldivenlerle ayakkabılarını giymesi ve bağlaması mümkün değildi...

"Şey afedersiniz, müsaade ederseniz size yardımcı olabilir miyim ayakkabınızı giydirmeye" dedim...

Kadın hiç tereddütsüz "Tabii, size zahmet olmazsa" dedi, kibarca...

Eğilip kadının ayakkabılarını bağlarken, bir yandan da; "Eldivenlerle zor olsa gerek..." gibilerinden bir söz söyleyiverdim...

Kadın "Çok zor beyefendi benim için" dedi...

Şaşırmıştım bu söz üzerine... Nasıl zor olabilirdi... Eldivenini çıkarıp çok rahat giyebilirdi ayakkabısını ve ayakkabı bağlarını bağlayabilirdi. Gençti üstelik... Dışarıdan ellerinde de herhangi bir anormallik görünmüyordu...

Başladı oraya neden geldiğini anlatmaya...

"Geçtiğimiz günlerde hayr olsun bir rüya gördüm.. Rüyamda Eyüp semtindeyim... Sokak aralarında gezinirken Eyüp Sultan Hazretleri'ni ve etrafındaki evliyaları görüyordum... Aralarından bir dede beni türbesine çağırıyordu... Tebessüm ederek.. Bu çağrı üzerine taaa kalktım karşı taraftan Bostancı'dan geldim buralara... Sokak sokak geziniyorum.. Her önüme gelene bir cami ve o caminin karşısındaki evliyayı soruyorum...

Bana hemen hemen her caminin veya bir mescidin karşısında evliya yattıgını söylüyordu sordugum kişiler... Oralara gidip bakıyordum, fakat rüyamda gördüğüm yerle alakası yoktu o yerlerin ve evliyaların...

Az önce yolun aşağısında yaşlı bir dedeye rastladım, ona da sordum... O da bana
'Az ileride Edhem baba diye bir evliya var... Arpacı Hayreddin Mescidi'nin ve camisinin karşısında, sen orayı sormuyor musun kızım?' dedi bana... 'Nerden biliyorsun dedecim' deyince, 'Eh o kadar da bilelim' dedi bana..

Ben de buraya kadar geldim, emin olmak için size de sordum" deyince, şaşırmışlığım bir kat daha arttı... Kadına o dedeyi nerede gördüğünü sorunca bizim oturduğumuz yerin beş altı ev altını tarif etti..

Yol düz olduğu için biz en az 20 ev aşağısını rahatça görüyorduk... Fakat biz kadını o dedeyle falan konuştuğunu görmemiştik... Bana enteresan gelen de buydu...

Böyle ayak üstü sohbet edeceğimize kadını dükkanın önüne çıkardığımız taburelere davet ettim... Çayımız da hazırdı, hem çayımızı içiyor, hem sohbetimizi koyulaştırıyorduk kadınla... Gözlüğünü ve başını örttüğü örtüye benzer şeyi ve siyah eldivenlerini hala çıkarmıyordu... Çayını eldiveniyle yudumluyordu...

Arkadaşım araya girip, "Peki rüyanızda Edhem Baba'yı nasıl gördünüz? Ne söyledi size?" diye sordu...

Kadın başladı anlatmaya yine.. "Rüyamdaki dede, 'Gel kızım, derdine çare bulunur elbet' dedi bana... 'Gel beni ziyaret et' dedi... Sadece 'Seni nasıl bulabilirim dede' diye sordum ona... 'Eyüp Sultan Hazretleri'ne komşuyum, yerim bak burası' dedi... Ağlayarak uyandım.. Rüyamı anneme anlattım... Annem yaşlı bir kadın... Onunla bu taraflara gelmek ve sokak sokak aramak olmaz diye tek başıma geldim" dedi...

"Peki" dedim ben bu sefer araya girerek, "Neden eldiven takıyorsunuz, ellerinizde ne var, az önce ayakkabılarınızı da giyemediniz, neden eldivenlerinizi çıkartmıyorsunuz?" "Ellerinizde bir sorununuz mu var?" soru ardına sorularımı sıraladım...

Kadın başını "evet" der gibi salladı... Çaylarımız bitmişti, arkadaşım çaylarımızı tazelemeye gitti... Kadın bu ara hiç konuşmadan sürekli Edhem Baba'nın türbesine doğru bakıyordu sanırım... Siyah gözlüklerinin ardındaki gözlerine ulaşamadığım için hangi yöne baktığını anlayamıyordum... Fakat gözlerinin kenarından süzülen yaşların yanağına inişini görünce ağladığının farkına anca o zaman vardım, Edhem Baba'ya bakıyordu...

Çaylarımız gelmiş, konuşmalarımız derinleşmişti... Bize ellerindeki eldivenin sırrını şöyle anlattı... "Çok iyi bir eğitimim var.. Çok iyi de bir işim... Çevremde sevilen, sayılan bir iş kadınıyım... Fakat bu illet elime bulaşınca..." diyerek eldivenlerini birden çıkarınca, bir yudum aldığım çayımı zar zor boğazımdan aşağıya indirdim...

Elleri yara içindeydi... Bu yaralar bir iyileşip bir azıyormuş... Gitmediği doktor kalmamış... Tam iyileştiğini zannettiği anda elindeki yaralar yeniden oluşuyormuş... Çok acı veriyormuş bu yaralar tekrarladığında... Doktorlar çeşitli ilaçlar ve çeşitli kremler denemişler.. Fakat çare bulamamışlar ...

Birçok alternatif terapilerle uğraşan doktorlara da gitmiş fakat yine sonuç nafile... Hocalara bile okutmuşlar, ama nafile... Bu yüzden işlerini çok aksatmış... Vs.. Vs..

"Peki" dedim, "Gördüğünüz rüyadan sonrası Edhem Baba'yı da ziyaretinizden sonra iyileşeceğinize inanıyor musunuz?"
 
"Evet" yanıtını verdi... "İnancım var.. Öyle olmasa kalkıp sabahın bir yarısından beri yollara düşmezdim, burayı aramak için saatlerce sokak sokak gezmezdim" dedi...

Bu arada arkadaşım, beni dükkanın içine çağırarak, "Ertan ya... Kadına Reiki'den niye bahsetmiyorsun... Bizlere burada her zaman Reiki'yi anlatıyorsun... Bak kadın buralara kadar gelmişken kadına Reiki versene" dedi... Ben de "Bilmem ki... Oğlum baksana bir sürü yere gitmiş, tedavi olamamış, faydam olur mu acaba, deneyeyim mi?" diye tereddütlü konuşunca, arkadaşım kafasını sallayarak dükkanın içinden çıktı, kadının yanına gitti ve; "İçerdeki arkadaşım bir terapi şekli biliyor... Adı Reiki... Size de uygulayabilir mi?" dedi..

Kadın, hiç tereddütsüz, "Denize düşen, yılana sarılır.. Ne yapalım, her şeyi denedik bunu da denesek ne çıkar? Hem Reiki'yi duydum ama ne oldugunu tam bilmiyorum" gibilerinden sözler söyleyerek, yeniden az önce ellerine geçirdiği eldivenini çıkararak bana doğru ellerini uzatıverdi...

Ben tam caddenin kenarında kaldırımda oturduğumuz için, dükkanın içine girmeyi teklif ettim... Dükkanın içine girdik ve kadının uzattığı ellerine Reiki vermeye başladım...

Uzunca bir süre kadının ellerine reiki verdim... İçerisi çok sıcak olduğu için yapış yapış terlemiştim, bir de Reiki verirken acayip bir şekilde ellerim ısınmıştı... Sanki o yaralar benim elimdeymiş gibi hissediyordum...

Dudaklarım kurumuştu... Oysa az önce birkaç bardak çay içmiştim hararetimi dindirmek için...

Reiki çalışmamız bittikten sonra yeniden dışarıya çıkıp, oturmaya başladık... Kadın "Geç oldu, annem merak etmesin.. Yolcu yolunda gerek, ben gitmek istiyorum" dedi.. İzin istedi, ve kalktı gitti... Yollar çok karışık olduğu için kadını otobüs durağına kadar da bıraktım...

Böyle bir deneyimi yaşamıştık o gün dükkan sahibi arkadaşımla birlikte..

Aradan bir yaz, bir sonbahar geçti ve kış mevsiminin o en çok soğuk karlı bir kış günü arkadaşım dükkanında otururken, dükkanın kapısı açılmış... İçeriye kürklü çok şık bir hanım girmiş... "Edhem Baba'yı ziyarete geldim, anahtarınız yanınızda mı?" diye sormuş.. Arkadaşımda "Evet yanımda, kapıyı açayım" demiş... Kapıyı açmış... Kadın içeriye girmiş... O an müşteri geldiği için arkadaşım dükkana geriye dönmüş...

Kadın duasını yaptıktan sonra kapıyı kilitleyip anahtarı arkadaşıma teslim ederken; "Beni hatırladınız mı?" demiş... Arkadaşım da, "Hayır, hatırlayamadım" demiş... "Ben geçen Mayıs ayında buraya gelmiş, yine türbeyi ziyaret etmiş, sizinle dışarıda oturmuş, yanınızda da bir arkadaşınız vardı, hani bana reiki vermişti yanılmıyorsam, şimdi hatırladınız mı ben o bayanım" demiş...

Arkadaşım bu hatırlatma üzerine;

"Hatırladım, hatırladım.. Hatırlamaz olur muyum... Nasılsınız, şimdi?" demiş... Kadın da, çok iyi olduğunu, ellerinin o günden sonra üç-dört hafta içinde iyileştiğini ve bugüne kadar da hiç yaraya dönüşmediğini anlatmış...

Arkadaşım; "Dikkat ettim" dedi, "Elleri bembeyaz ve bakımlıydı...Yara namına bir iz bile yoktu... Başını sadece Edhem Baba'nın yanına girerken örttü... Gözlükleri yoktu... Gözlerini de görebildim.." dedi...

Kadın gitmek üzereyken, arabasından türbeye konulmak üzere, havlu, süpürge ve birkaç eşya çıkartıp arkadaşıma vermiş... Arkadaşım da "memnuniyetle" deyip kabul etmiş verdiği şeyleri...

Kadın daha sonra arabasına atlayıp "Hoşçakalın, arkadaşınıza da selamlar" deyip ayrılıvermiş oradan...

Edhem Baba, Sahabe-i Kiram'dandır.. Yani peygamberimiz Hz. Muhammed'i (S.A.V) görmüş, sohbetlerinde bulunmuş ve vefat etmiş kişilerdendir... Sahabi, Ashab, Ashab-ı Güzin de denir...

Türbesi Eyüp Otakçılar Cezeri Kasım Paşa Mahallesi, Abdurrahman Şeref Cad. No. 26'dadır... Arpacı Hayreddin Mescidi'nin tam karşı köşesindedir... Türbede iki sanduka daha vardır... Birinde saray hocalarından Hafız Abdullah Efendi, diğerinde de Eyüp Camii imamlarından Abdurrahman Efendi yatmaktadır... Bu türbenin az ilerisinde de Edhem baba'nın kardeşi Ferah Baba türbesi vardır...

Büyük zatların kabirlerini ziyaret etmek, onlara yolculuk ve onlarla birlikte yolculuk yapmak güzeldir... Ancak orada yapılan dualarda, isteğimizi yine orada yatan gülyüzlünün yüzü suyu hürmetine Yaradan'dan niyaz etmek gerektir...

Geçen sene Mayıs ayında bir pazar günü dinlencesinde orada olmamla, bu olaylara dahil olmamdaki hayr'ı hatırladıkça mutlu oluyorum... Siyah eldivenli kadına da bu deneyimi bana yaşattığı için teşekkür ediyorum... Nerede ve nasıl yaşıyorsa... Dilerim yazdığım bu hikaye bir gün bir şekilde onun da eline ulaşır...

Ertan Yurderi


12 Nisan 2004 Pazartesi

Bir öğlen vakti ve Reiki



İşyerlerini bilirsiniz... Öğlen vakti veya öğlen paydosu geldiğinde işyerinizdeki yemekhaneye o günkü yemeği beğenseniz de beğenmeseniz de iner, ya sevdiğiniz bir yemeği yersiniz afiyetle, ya da sevmediğiniz bir yemeği yemeye zorlarsınız kendinizi...

Yine o gün işyerinde çıkan yemeği beğenmediğim bir öğle tatiliydi... İşyerindeki sevdiğim bir dostum ile çok kereler kararlaştırdığımız halde işlerimizin yoğunluğu sebebiyle bir türlü gerçekleştiremediğimiz “öğle paydosu kaçamağı”nı yapıp, dışarıda yemek yemeğe karar verdik...

Arkadaşımın ve benim keyfim yerindeydi... Arkadaşımın arabasına bindik... Yeşilköy sahiline doğru yola koyulmuşken, daha Yeşilköy sapağına gelmeden arkadaşımın cep telefonu çaldı... Telefondaki sesin ağlamaklı olduğunu arkadaşımın konuşmalarından anlıyordum... Arkadaşım, telefondaki sese “Sakin ol, sakin ol, sana yakınız, az sonra yanındayız” diyordu...

Arkadaşım “Ertan ağabey, rica etsem çekinmezsen, sıkılmazsan sen de gel lütfen, ben şimdi onunla nasıl başa çıkarım.. Baksana kendini çok kötü hissediyormuş...” dedi... “Tamam, gelirim” deyip çok kısa bir süre sonra telefondaki sesin evine ulaştık...

Gittiğimiz kişiyi arkadaşım çok iyi tanıyormuş... Yıllar süren bir dostluğu varmış... Bana kısa kısa onun hakkında bilgiler veriyordu daire kapısına çıkana kadar...

Kapıyı çaldık, kapıyı açan kişi, bizi görünce hıçkıra hıçkıra ağlamasını kesmeden eliyle arkadaşımı içeriye buyur etti... Ben arkadaşımın arkasında durduğum için beni görmüyordu, beni görünce çok şaşırdı tabii ki... Ben de kendimi oraya giden davetsiz bir misafir gibi hissetmişken, arkadaşım ayaküstü ona durumumuzu anlatıverdi... “Biz öğle tatili için çıkmıştık, senin telefonun üzerine arkadaşımla yoldan döndük” dedi... Neyse şimdi her ikimiz de içerideydik artık...

Bina eski bir bina olmasına rağmen, içerisi gayet düzgün döşenmişti... Kapıyı açan kişi de gayet bakımlı görünüyordu... Onu böylesine ağlatan sebep neydi ben de merak etmiştim fakat sesimi çıkartmadan gözüme kestirdiğim karşımdaki ilk koltuğa oturuverdim..

Bir an oluşan suskunluğu arkadaşım bozdu... Beni yeniden tanıttı... “Ertan ağabey çok sevdiğim, candan bir ağabeyimdir, şayet mahsuru yoksa onun yanında her şeyi anlatabilirsin” deyince ismini daha sonradan öğreneceğim Emriye hanım başladı anlatmaya... Bir yandan gözyaşlarını tutamıyor, bir yandan da elindeki mendille yanaklarından süzülen gözyaşlarını siliyor, bir yandan da sol eliyle çenesine dayamış başını tutuyordu... Hıçkırık sesinden ne dediğini anlamaya çalışıyorduk...

“Çok sevdiğim arkadaşımla az önce bir telefon görüşmesi yaptım... Ve onunla kavga ettik... Bana çok kötü sözler söyledi” deyince, arkadaşımla her ikimiz “Ne var bunda, her an, her yerde insanlar birbirleriyle kavga ediyorlar, daha sonra da belli bir süre küs kalıp, yeniden barışıyorlar... Siz de barışırsırız, hadi kendine gel” dedik.. Ancak anlattıkları tabii ki bununla bitmiyordu... Emriye’nin telefonda kavga ettiği şahıs ile aralarındaki dostluk yıllar öncesine dayanıyormuş.. Onunla tanıştığında o kişinin durumu epey bir kötüymüş.. Ona yardımlar etmiş, vs.. vs.. uzatmayayım... Şimdi ise Emriye’ye göre bir nankörlük olayı sergiliyordu...

Neyse kadının sakinleşeceği yok... Hıçkırıkları boğazını düğümlüyor... Bir türlü ağlamasını susturamadığımız gibi, nefes alışverişleri de gittikçe artıyordu.. Yarı uyanık, yarı baygın hale
girmişti.. Arkadaşım telaşlanıp, “Ertan ağabey ne yapabiliriz” diye sorunca... Aklıma ilk gelen şey tabii ki Reiki oldu... “Şayet müsaade ederse ona Reiki vereyim” dedim arkadaşıma... Arkadaşım, “Ağabey çabuk ol, lütfen” dedi...

Emriye hanım, Reiki’nin ne olduğunu soracak halden çok uzaktı... Kısaca, belli bir süre Reiki verdim kendisine... Reiki’yi alan Emriye hanımın yavaş yavaş nefes alışverişleri normale girmeye başladı, nabız atışları düzeldi... Baygın halden kısa bir süre sonra çıkarak, gözlerini açtı ve dudaklarında hafif bir tebessüm başlamıştı...

“Sizi de çok üzdüm, telaşlandırdım, kusura bakmayın” der gibiydi gözlerinin içi...

Yaşı 55’e yakındı... Trabzonlu’ymuş... Çocuk yaşı sayılabilecek 13 yaşındayken ailesinin zoruyla bir cami imamıyla evlendirilmiş... Eşiyle arasında yaşca epey bir fark varmış evlendiğinde... Üç oğlu olmuş Emriye'nin fakat hiç üç çocuk annesi gibi de durmuyordu...

Eşini kaybedeli de epey bir zaman olmuş Emriye’nin... Eşini kaybetmeden önce eşinden boşanmış.. Boşanma sebebi de, oğullarından birinin evlilik yaptığı kızın annesiymiş.. Emriye ile kocasının arasını açmış bu dünürü..

Emriye Hanım’ın kocası imamlığı bırakıp İstanbul’a yerleştikten sonra müteahhitliğe başlamış... Yeşilköy semtinde epey bir apartman yapmış.. Varlık içinde yüzüyorlarmış işler iyiyken.. Dünürü sebebiyle kocasıyla araları açıldıktan sonra maddi durumları bozulmaya başlamış... Kocası sonra kendini içkiye, kumara ve gece hayatına vermiş... Paralar suyunu çekmiş... Yoksulluk dönemleri başlamış... Tam romanlara konu olabilecek yaşam hikayesini ve dahasını kısaca anlatıverdi...

Derken konudan konuya geçerken değişik bir şey anlatmaya başladı Emriye hanım... Aslında içeriye girdiğimizden beri ve konuşurken bir eliyle hep sol yanağıyla birlikte çenesini tutuyor ve sanki başını dik tutmak için çaba sarfediyor gibiydi... Anlam verememiştim buna...

Kocası ölmeden 10 yıl önce bir gün Emriye Hanım’la tartışırken, kadıncağızı epey bir hırpalıyor.. Kadının boynunu sakatlayacak derecede hem de.... “Sanki boynum kırıldı zannettim o gün” dedi... “Beni hastaneye de götürmedi... Bana eczaneden ilaçlar aldı, ‘Al bunları kullan, iyileşirsin’ dedi... Yıllarca beni sokağa çıkartmadı.. Ben boynumu hep böyle elle tutmak zorunda kaldım. Şimdi biraz boynumu düzeltebiliyorum, ancak yine de dik tutamıyorum, sağa ve sola çeviremiyorum” diye anlatmaya ve ağlamaya başladı...

O anlattıkça arkadaşımla gözgöze geliyor, anlatılan şeyler karşısında üzüntümüzü belli etmemeye çalışıyorduk... Bu sırada içimden gelen bir ses de ona yardımcı olabileceğimi söylüyordu...

“Emriye Hanım, şayet müsaade ederseniz, az önce yaptığım gibi size Reiki verebilir miyim?” deyiverdim... Amacım boyun bölgesinin durumuna bakmaktı... İçimde de iyileşebilir düşüncesi daha da kuvvetlenmişti...

Emriye Hanım’ı salonun ortasında bir sandalyeye oturtup aurasını düzelttikten sonra Reiki vermeye başladım.

Tüm bu olanlar bir saatlik öğle paydosumuzun ilk yarım saati içinde oluyordu... Biz yemek yemeğe çıkmıştık oysa, ancak gideceğimiz yoldan çevrilmiş, buraya yönlendirilmiştik... Hani bir cümle vardır hepimiz biliriz, “Kul bunalmayınca Hızır yetişmez” diye... Bunu kalbi temiz
kişiler zorda kaldıklarında ummadıkları yerden yardım görürler diye biliriz... Biz de Hızır misali yetişmiştik oraya... O başına gelenleri nankörlük olarak görüyordu ancak ben olaya hiç de o gözle bakmıyordum.. Her olan olayda bir hayr aradığımdan, bu olayda da daha ilk andan itibaren o hayr’ı anlamaya ve çözmeye çalışıyordum... O hayr çözülmüştü bile...

Neyse Reiki vermem bitince, sanki o yarım saat önce evine geldiğimiz, ağlamaktan bizi dahi göremeyen kadıncağız gitti, yerine capcanlı birisi geliverdi... Yüzü ve gözlerinin içi gülüyor, mutluluktan uçacak gibiydi hali...

Bense o an sol eline dikkat ediyordum... Eliyle yanağını tutmuyordu... Ben yanımda oturan arkadaşımın kulağına eğilerek, “Yanağını tutmadığını bir farketse keşke...” dedim...

Arkadaşım da; “Emriye, yanağını tutmadığının farkında mısın?” deyince... Emriye’nin
bir “A aaaa” deyişi vardı ki... Bizi güldürmeye yetti... Evet aradan geçen zaman içinde elini hiç yanağına götürmemişti.. Başını çok az da olsa sağa çevirebilmeyi başarmıştı...

Arkadaşımla yine gözgöze geldik, konuşacağımız yerde gülümsüyorduk birbirimize... Biz gülümserken Emriye hanım gözyaşlarını tutamıyordu... Ona ağlamamasını, Reiki’ye güvenmesini, onun bu enerjiye inancı sayesinde iyileşebileceğini anlatmaya çalışıyordum...

Ve ertesi günü yine öğlen paydosumuzda Reiki vermek üzere sözleşerek, oradan ayrıldık arkadaşımla birlikte...

Dört gün üst üste gidip gelmelerimiz sürdü...

Sevgili Emriye Hanım artık elini sol çenesine götürüp başını dik tutmak için uğraş vermiyor... Bazı alışkanlık zor geçer derler... Bunu yapabildiğini unutup, sol elini çene altına ister istemez
götürdüğünde başının dik durduğunun farkına varıp gülümsüyor artık... Ve en önemlisi sağa doğru başını da rahatça çevirebiliyor... Telefonda arkadaşının ona yaptığı kötü konuşmayı da unuttu gitti.. O arkadaşıyla ilgili nankörlük düşüncesinin yerine, her yaşadığı kötü bir olayın içindeki iyiliği de görebilmeyi ve bunun da farkındalığını öğrenmiş ve yaşamış oldu...

O gün Emriye Hanım’la arkadaşı arasında o olay aralarında gerçekleşmeseydi ve bizim de yemekhanede o gün güzel yemek olsaydı tüm bunlar yaşanmayacaktı belki de... Ve benim de böyle bir deneyimim olmayacaktı herhalde..

Her yaşadığımız iyi veya kötü olaylar bir tesadüf sonucu mu oluyor? Yoksa her şey idari bir plan dahilinde mi yürüyor? Emriye Hanım’ı sağlığına kavuşturan şey kendine yapılan harekete duyduğu öfkenin sonucu’muydu veya nankör diye tabir ettiği kişinin ona yaptığı bir iyiliği’miydi? Karışık bir polinom, düşününce çözümü çok basit olan...

Üzülmek, öfkelenmek ve endişelenmemizin ve diğerlerinin de şu kısacık yaşama katkısı var mı? Belki var, belki de yok... Her an Tanrı’nın zengin hediyeleri için müteşekkir olmamız gerekmez mi, iyi de olsak, kötü de olsak, hepimiz birbirimizin için görevli olduğunu unutmamakla ve bunun farkındalığıyla yaşamakla...

Ertan Yurderi 


11 Nisan 2004 Pazar

Helvacı Baba, Yaşlı Tekir ve Reiki...




O muhteşem kapıdan içeriye doğru girdim ve o taşlı yolda ilerlerken içim içime sığmıyordu... Az sonra onunla karşılaşacaktım... Bahçe çimlerle kaplıydı, yere döşenen taşlar bana o zamanda yürüyormuşcasına eşlik ediyordu.. Yolda ilerlerken onun hakkındaki bilgiler de aklımdan geçiyordu...

Kitapta bahsedilen büyük Çınar'ın dibine geldiğimde, heyecanım artmış, kalp çarpıntılarımın sesini duyar hale gelmiştim...

Tam "Tamam işte, çok şükür onu buldum" derken, büyük çınara asılan kocaman bir tabela bu heyecanımın birden sönmesine yol açtı... İçim burkuldu... Doğru yerde ve yolda olmadığımı anladım...

O sıralar Birgaripyunus mail grubunda Istanbul evliyalarını tanıtan yazılar yazıyordum... Fırsatım olduğunda da tanıttığım evliyaların mezar yerlerini ziyarete gidiyordum... Sıra Helvacı Baba'ya gelmişti... Helvacı Baba Sufi'ydi. 1500'lu yıllarda yaşamıştı. Adı, Şeyh Yakub Efendi'ydi... Bayrami Pir Ali Aksarayi'nin halifesiydi...

Ancak o zamanki halk, onu her Cuma günü Şehzadebaşı Camii'nde dağıttığı irmik helvasıyla tanırdı... Cuma günü namaz sonrası elinde büyük bir kazanla caminin sol tarafındaki çınarın altına gelir, cami çıkışında cemaate helva dağıtırdı... Kazandaki helvası hiç bitmezmiş gün boyu...

Elimdeki kitap da bana Helvacı Baba'nın burada yattığını söylüyordu... Fakat çınar ağacına asılan tabelada da "Helvacı Baba burada yatmamaktadır - Fatih Belediyesi" yazıyordu...

Peki "Helvacı Baba burada yatmıyorsa" dedim kendi kendime "insan altına mezar yerinin nerede olduğunu yazar, yön gösterir, insanlara yardımcı olur"... Böyle bir şeyi düşünmemişlerdi sanırım... Fakat bizim insanımız orayı mezar yeri bellemiş, orayı sanki bir canlı türbe haline getirmişti... Çınarın her tarafından bezler sarkıyordu, dilek çaputları da rengarenk bir panayır yerini andırıyordu...

Peki dedim kendi kendime "Muhterem neredesin?"

Üzgün bir şekilde oradan ayrılmak üzereyken, gözüm çınarın dibinde yatan, yaşlı, bakımsızlıktan bir deri bir kemik kalmış ve yüzü gözü yara bere içinde olan tekir kediye ilişti... Yürüyecek hali yoktu zavallının...

Yanına kadar geldim tekir kedinin... Gözleri çapak içindeydi, ve gözlerinin feri gitmişti.. Burnunun ucunu bile göremiyordu zavallı... Yanına geldiğimi farketti fakat adım atıp kaçmaya mecali yoktu...

Yanına oturdum ve ona Reiki vermeye başladım... Reiki verirken de bir yandan Helvacı Baba'yı düşünüyordum.. Reiki'nin yumuşak enerjisini alan kedi de, öyle oturduğu yerde kalakalmıştı, uyuyor gibiydi...

Uzunca bir süre ona Reiki vermeye devam ettim... Etrafta da kimse yoktu, kime sorayım derken, kendimi o kediyle sohbet eder halde buldum... Onunla bir insanla sohbet eder gibiydim...

Ona da sordum... "Helvacı Baba nerede be tekir?"...

Evde Şanslı adında benim de tekir bir kedim var... Zaman zaman onunla evin en sessiz saatlerinde oturur halleşiriz... Ben anlatırım o dinler... Anlattığımdan anlar mı anlamaz mı onu bilemem ama, kısa bir süre sonra mırıldanarak uykuya dalar "Bana ne senin anlattıklarından
yaw, şunun şurasında biraz uyuyalım dedik kucağında, seni mi dinliyeceğiz"
dercesine... Ben de o mırıldanmaya dayanamayarak kısa bir süre sonra ona eşlik ederim... Uyuyakalırız birlikte... Doğal bir terapi, doğal bir mental çalışması yapmış gibi uyandığımda da kendimi
çok dinlenmiş, mutlu ve huzurlu hissederim...

Neyse yaşlı tekire Reiki vermeyi kestim, o da zaten uykuya dalmıştı... Yanından usulcana kalktım, o geldiğim muhteşem kapıya doğru yönelmek üzereydim...

Çınarın yanından biraz uzaklaşmıştım ki, arkamdam acı bir miyavlama sesiyle durakaldım... O biraz önce uykuda bıraktığım kendi yerinden kalkmış, acı acı miyavlayarak caminin kuzeydoğusuna doğru yürümeye başlamıştı... Acı miyavlama sesi hala kulaklarımdan gitmiyor...

Gözlerime inanamıyordum... Az önce değil yürümeye, oturduğu yerden kalkmaya mecali olmayan tekir gayet rahat bir şekilde yürüyordu... Geriye dönüp peşinden gittim... Durduğu bir yerde yeniden Reiki vereyim, acısını dindireyim bari diye düşünürken, camiyi geçip caminin arkasındaki bahçenin son duvarına kadar geldik böylece... Oradan başka bir yola kapı açılıyordu... Tekir kedi o kapının önünde durdu ve durduğu yerde de yeniden yattı... Mecali buraya kadardı sanırım... Kısa bir süre daha orada yanına oturarak ona orada da Reiki vermeye devam ettim...

Ayağa kalktığım sırada, gözüm bahçe kapısının ardındaki yolda bir elektrik direğine asılı tabelaya ilişti...

O tabelada şu yazıyordu:

"Helvacı Baba'ya gider.."

Bir anda donakaldım... Gözlerimden yaşlar süzülmeye başladı... Az önceki o acı acı miyavlamanın beni nereye getirdiğinin farkındaydım... O yürüyemeyecek kadar yaşlı kedi, verdiğim Reiki'yle biraz canlanmış ve beni ancak buraya kadar getirebilmişti... Aradığım YOL'u buldurtmuştu bana... "Hadi yol burası, bundan sonra sen devam et" der gibiydi hali...

Kapıdan dışarıya çıkıp Helvacı Baba'ya gitmek istedim, kapı sıkı sıkı kilitliydi... Yeniden caminin etrafını dolaşmam gerekiyordu... O yaşlı kediye bir kez daha "teşekkür"lerimi sunarak, hızla caminin etrafını dolaştım o kapının dış tarafındaydım artık... Kapının diğer tarafından içeriye baktığımda da o yaşlı kediyi bıraktığım yerde göremedim... Neyse geriye döndüğümde onu yeniden bulur, yeniden Reiki veririm diye düşünüyordum. Koşar adımlarla tabelayı takip ettim.

Helvacı Baba'nın mezar yerini buldum ve ziyaret ettim...

Ziyaretim bittikten sonra geriye, caminin içine döndüm, yaşlı tekirle ilk karşılaştığım çınar dibine gittim yoktu... O beni götürdüğü kapının yanına kadar da gittim, orada da yoktu... Sırra
kadem basmıştı sanki... Bahçenin her tarafını aradım, bulamadım onu...

Camiden çıkarken aklıma Reiki'nin beş altın kuralından "bugün özellikle varolan tüm canlılara iyi davran" cümlesi geliyor, bana böyle bir şansı verdiği için hem yaşlı tekir'e hem Helvacı Baba'ya hem de Yaradan'a şükürler ediyordum... Ben ona iyi davranmış ve ondan bir şey talep etmiştim, o da o yaşlı haliyle bunu yerine getirmişti...

Aradığımız yol ne olursa olsun, gönlümüzde beslediğimiz sevgiyle o yola ulaşabilmemiz aslında o kadar basit ki... Yeter ki bunu istemesini bilelim tüm yaratılanlarla birlikte ve varolan tüm canlılara iyi davranalım, bu yaşlı bir tekir kedi bile olsa da...

Ertan Yurderi