20 Mayıs 2010 Perşembe

Okyanusta Bir Küçük Kara Balık


Sevgili Genel Yayın Yönetmenim Hasan (Sonsuz) Çeliktaş’ın bir akşam, gecenin en ilerlemiş saatinde beni cep telefonumdan arayıp; “Ağabey, Çağan Irmak’tan senin için randevu aldım, yarın Çağan Irmak’la öğleden sonra röportajın var” haberini alır almaz, hem çok sevindim, hem heyecanlandım, hem de telaşlandım birden… Severek izlediğim “Çemberimde Gül Oya” dizisinin yönetmeniyle görüşecektim sonunda… Sabaha kadar kafamda sorabileceğim soruları düşündüm durdum, heyecanım buluşma saatine kadar devam etti durdu… Gerekli teknik hazırlıklarımı yaparak buluşma saatinde Taksim Gümüşsuyu’ndaki Avşar Film’e inen merdivenlerden inmeye başladım… 90. Basamağın sonu beni Avşar Film’e çıkardı. Kendisiyle ilgili işittiğim setteki gibi otoriter ve sert birisiyle karşılaşacağımı düşünürken karşıma sakin, güler yüzlü ve tüm sempatikliğiyle bir Çağan Irmak çıkıverdi… Yeni bir film çalışmasına başladığından dolayı çok yoğundu, ancak bu yoğunluk arasında bize de zaman ayırdı… Kendisine teşekkür ederek, şirketin üçüncü katında deniz manzaralı bir odada sohbetimize başlayıverdik…

Çağan Irmak 1970 yılında İzmir, Seferihisar’da doğmuş. Anne tarafından Giritli bir aileden geliyor… Kendisiyle konuştukça onun insan ve insana dair düşüncelerini, sinemacı olarak etkilendiği yönetmenleri ve akımları, sevdiği müzik türünü, yeni projelerini, genç Türk Sinemacılara mesajlarını, sporcu yönünü öğreniyoruz..

Irmak, 1992 yılında Ege Üniversitesi Radyo Televizyon Bölümü’nü bitirdikten sonra, sinema ve televizyon sektöründe yönetmen asistanlığına başlamış. Ancak öğrenim gördüğü yıllarda çektiği “Masal” ve “Kurban” isimli kısa metrajlı filmleriyle Sedat Simavi Ödülü’nü almış. O senelerde Yusuf Kurçenli, Orhan Oğuz, Filiz Kaynak ve Mahinur Ergun’un asistanlığını yaparak, 1998’de senaryosunu yazdığı “Bana Old and Wise’ı Çal” adlı ilk kısa filmimi gerçekleştirmiş ve İFSAK Kısa Film Yarışması’nda Birincilik Ödülü’nü elde etmiş.Yine aynı yıl “Günaydın İstanbul Kardeş” ve “Çilekli Pasta” adlı televizyon filmlerinin hem senaryolarını yazmış hem de yönetmenliğini yapmış. Aynı dönemlerde Mahinur Ergun’un yazdığı  “Şaşıfelek Çıkmazı”nın yönetmenliğini yaptığı dönemlerde TV için “Bir Aşk Hikayesi” adlı TV filminin senaryosunu da yazmış. Ayrıca,  “Karanlıkta Biri Var” ve “Pencereden Kar Geliyor” isimli filme çekilen iki senaryosu da olan Irmak’ın, 2000 yılında çekilen “Beni Unutma” isimli bir filmde de oyunculuk yaptığını öğreniyoruz.  “İkinci Bahar” ve “Asmalı Konak” dizi filmlerinin yönetmenliğini de yapan Irmak, 2001 yılında, ilk uzun metraj sinema filmi olan “Bana Şans Dile”yi çekmiş.


– Sayın Irmak, “Bana Şans Dile” (2001) sizin Aksiyon/Gerilim dalında “aile içi şiddet, sevgisizlik ve iletişimsizliği” anlattığınız ilk sinema filminiz olmuş ve 14. Ankara Film Festivali’ne de bu filminizle iştirak etmişsiniz. Ancak bu filmden umduğunuzu bulamamışsınız. Bize bu konuda ne anlatmak istersiniz?

– Bu filmim geçmem gereken bir kapıydı benim için. Tabii ki ben de çok şey umarak başlamıştım bu filmime. Ancak “hayatta insanlar plan yaparken Tanrı yukarıdan gülümsermiş” diye bir laf vardır ya, bu film düpedüz kötü filmdir ve benim için sakat doğan bir bebek gibidir. İlk acemiliğimde “çok şey söylemeye çalıştığım için maalesef çok az şeyi söyleyebildiğim” bir film olmuştur. Senaryosuna çok inandığım bir filmim olmasına rağmen birçok imkansızlıklarım yüzünden de kötü bir film olmuştur. Maalesef yazdığım gibi çekemedim filmimi.

– Sayın Irmak daha sonra sizi yönetmen ve senarist olarak 2004 yılında yine bir Aksiyon/Gerilim filmi olan “Mustafa Hakkında Herşey”le izledik. Bu filminizle de “normal gibi görünen insanların gerçekte hangi koşullarda ve nereye kadar normal olduklarını” sorgulamıştınız. Bu filminizle ilgili olarak bizlere başka söylemek istedikleriniz var mı?

– “Mustafa Hakkında Herşey” benim çok sevdiğim,  tamamen arkasında olduğum bir filmdir. Ancak, Türkiye için hala erken bir film olduğunu düşünüyorum. Çünkü filmim ilk çıktığı günden itibaren (internetteki yorumlara dikkatlice baktığınızda) filmin seyircisi gittikçe arttı ve yine çok enteresandır ki bir yıl sonra seyirciler insanlar bu filmi ancak anlayabildiler. Belki de şöyle bir şey vardı. Asmalı Konak dizisinden sonra benim popüler bir film çekeceğimi zannettiler insanlar ve “Mustafa Hakkında Herşey”le karşılaşınca şaşırdılar. Ve o şaşkınlık beni kafalarında bir yere oturtmamalarına neden oldu. Oturtamadılar çünkü, “Çağan Irmak kimdi? Nasıl bir şey yapmak istiyordu? Popüler sinema mı, dizi film mi? Dizi filmlerdeki bu başarısını sinemada niye sürdüremiyor?..” Ancak, çok enteresandır ki, onların dizi filmlerindeki başarı diye addettikleri şey,  sinemadaki başarısızlık değildi. Bu yüzden kafalar karıştı bir süre. Aslında ben,  “Asmalı Konak”ı ya da bundan önceki çektiklerimi çekmeseydim “Mustafa Hakkında Herşey”i ilk filmini çeken bir yönetmen olarak çekseydim herkesin görüşü çok daha farklı olacaktı. Bir filme tamamen ön yargılarımızı bir kenara koyup da izlemek için gitmeyi henüz tam beceremiyoruz bence.  Nasıl ki, “Bana Şans Dile” düpedüz kötü bir filmim oldu diyorsam, inanın ki “Mustafa Hakkında Herşey” de çok iyi bir filmimdir.

– “Mustafa Hakkında Herşey”le Altın Portakal’da “Behlül Dal Jüri Özel Ödülü” almışsınız, ayrıca İstanbul Üniversitesi “Yılın En İyi İletişimcileri Ödülleri”nde bu filmle “En İyi Yönetmen” ve “En İyi Senaryo Ödülü”nün de sahibi olmuşsunuz…

–  Ayrıca bu filmim birçok yurtdışı film festivallerine de gösterim amaçlı katıldı. Bu da benim açımdan çok güzeldi.

– Peki bunların arkasından size şöyle bir soru sorabilirim. Çağan Irmak yazıp çektiği filmleriyle bize ne anlatmak istiyor? Veya insan’a ve  insan yaşamı’na dair neler anlatıyor?

– Genellikle ben de dönüp yaptığım filmlere baktığımda, “metropol insanı” ve “metropol insanının giderek kaybettiği değerleri” anlattığımı fark ettim. Yaptığım filmler beni hep oraya getirmiş. Yani bu başından beri verilmiş bir karar değilmiş. Ama benim derdim oymuş meğer. Bunu “Mustafa Hakkında Herşey”de de anlatmaya çalıştım hatta “Günaydın İstanbul Kardeş”te bile bunu anlatmaya çalıştığımı fark ediyorum. “Geçmiş zaman” ve “bugün insanı”. Bu insanlar ve insanlar arasındaki ilişkiler 10 yıl önce nasıldı, 20 yıl sonra nasıl olacağa kadar giden sorular cevaplandırılıyordu filmleriminde onu farkettim.

– Peki bu konuda yurtiçinde veya yurt dışında etkilendiğiniz yönetmenler var mı, sizi sinemadaki hangi akımlar etkiliyor?

– Etkilenmek mi, saygı duymak mı veya çok sevmek mi bilmiyorum ama, Ömer Lütfi Akad benim idolüm diyebileceğim yönetmendir. Çocukluğumda onun filmlerini izlerken onu Ömer Lütfi Akad olarak bilmiyordum ama, yaşım ilerleyip daha sonra o izlediğim filmlerin yönetmeninin Ömer Lütfi Akad olduğunu öğrenince  “İşte benim idolum” dedim. Ve bir de Reha Erdem var. Erdem, bence hala değeri anlaşılamamış bir yönetmendir. Bu iki isim bence çok büyük isimlerdir.

– Peki etkilendiğiniz akım?

– New York Bağımsız Sineması’nı çok seviyorum. Kurucusu John Cataves’tir. Maalesef yeni kuşaklar bunu bilmez, Lars von Trier’in filmlerine dogma film derler ama eğer bir dogma sineması varsa o bence John Cataves’le çok uzun yıllar evvel doğmuştur. Çok büyük bir adam bana göre. Etkilendiğim akım ve yönetmen bu…

– Çağan Irmak filmlerinde ve dizilerinde müziği ve kamerayı insanları etkilemek için nasıl kullanıyor? Etkilendiğiniz akımın bunda etkisi var mı?

– Aslında benim ilk temel problemim insanları kamera ile etkilemek değil. Rus sineması ortaya çıktığında da iki kural vardı. Biri “Ben haberci bir kamerayım” der, biri de “Ben kamera olarak bir gözüm” derdi. “Koşan atla beraber koşarım”,  “Yürüyen insanla beraber yürürüm”. Benim yaptığım da sadece bu aslında. Yürüyen insanı takip etmek ve onun oyununu yakalamak.  Bu,  seyirciye ilk başta kamera hareketi gibi geldi. Ama şimdi yavaş yavaş onlar da benimle birlikte benim sinema dilimi kurmaya başladılar. O hareket eden kameranın sadece ve sadece oyuncunun oyununu yakalamak için yapıldığını görüyorlar. Benim tek derdim buydu işte. Değişen durumlar, olup biten herşeyin karşısında insanların yüzlerini en yakın plan ifade ile yakalamak. Bunu yaparken de o mizansenle kamera da hareket ediyor. Dolayısıyla bir kamera hareketiymiş gibi görünüyor ama benim derdim o oyunu yakalamak. Başka bir şey değil kısaca.

– Peki müziği nasıl kullanıyorsunuz?

– Müziğin de çekilen bir sahneye tamamen hizmet etmesini istiyorum. Zaman zaman klasik müzikler kullanıyorum çünkü o sahneyi bana o klasik müzikler hissettiriyor. Bence doğal olan bu.

– Klasik müzikle çekilen sahneleri “Çemberimde Gül Oya” dizi filminde de gördük. Beni en çok etkileyen müzik, Zarife’nin annesi Sultan’ın eşini vurduğu sahnede kullandığınızdı örneğin. O sahneden ben de çok etkilendim açıkçası. Sultan’ın duygularını çok iyi geçiriyordu bizlere.

– Evet o sahnede kullandığım müzikteki aryanın bir anlamı vardı. Aryanın sözlerine baktığınızda “Beni cennette koruyan ve bağışlayan biri var mı?” diyordu. O sahneye bu arya her şeyiyle tam anlamıyla uyuyordu.

– “Çemberimde Gül Oya” dizisi bitti ancak yeni yayın dönemi için diziye devam edecek misiniz? Yoksa yeni bir dizi projeniz var mı?

– Yeni yayın döneminde dizinin devamı asla olmayacak ve yeni yayın döneminde bir dizim de olmayacak…

– Peki yeni bir film projeniz mi var yoksa?

– Evet var. Şu an Komedi/Dram türünde “Babam ve Oğlum” adlı sinema filminin çalışmalarını yapıyoruz. Bu filmin ana temasında Egeli bir aile var. Biraz tatlı kaçık bir Egeli aile bu. Kelimenin manasıyla hani üç şekerli denir ya, işte öyle. Bu ailenin büyük bir çiftlikte başından geçen üç kuşak jenerasyonunun hikayesi olacak bu film. Çok eğlenceli bir senaryo. Çok severek yazdım. Çünkü o insanları da çok iyi tanıyorum çünkü benim çocukluğumun insanları onlar. Doğup büyüdüğüm kasabanın insanları onlar. O yüzden yine benden bir malzemeyle yola çıkıyorum. O filmde o Ege yöresine ait birçok kültürü de bulacaksınız.

– Sayın Meltem Savcı’nın 2002’de sizinle yaptığı bir röportajda okumuştum. Siz yazar olarak Tarık Dursun K’dan da etkilendiğinizi söylüyordunuz o röportajınızda. Hatta Sayın K’nın “Hoşçakal Küçük” kitabını da bir gün film yapmayı da düşünüyormuşsunuz.  Böyle bir düşünce gündemde var mı?

– O sıralar o kitabı aradığımı da söylemiştim. İnanır mısınız, o kitap defalarca bana geldi. Beni çocukken bu kitap çok etkilemişti. İleride bu kitabı da bir film olarak yapmayı çok istiyorum. 70’li yıllardaki bir memur ailesinin hayat mücadelesi anlatılıyordu o kitapta. O yıllardaki idealist bir öğretmen baba ve çocuğunun hikayesiydi. Bu idealist öğretmen sonradan senaryo yazarı olmayı düşünüyor. Bütün bunlar ve o dönem,  küçük bir çocuğun gözünden anlatıldığı için beni çok etkilemişti.

– Umarım bir gün çekmek kısmet olur.

– Umarım, kısmetse…

– Yeniden “Çemberimde Gül Oya” dizisine dönelim isterseniz. 12 Eylül 1980 ihtilali döneminde 10 yaşındaymışsınız. Dizinin senaryosunu,  o çocukluk günlerinizde yaşadıklarınızla ve gözlemlediklerinizle de bağdaştırarak yazdığınız söyleniyor. O günlere dair neler hatırlıyorsunuz? Dizinin senaryosunda atladığınız veya anlatmadığınız bölümler oldu mu?

– Aslında ben o yılları 20’li veya 30’lu yaşlarımda yaşasaydım eğer,  şimdi bu hikayeyi çekemezdim zaten. Çünkü insanlar büyüdükçe kafaları bir sürü şeyle doluyor ve belli bir süre sonra da düşünsel bir kirliliğe geliyorlar. Çocukluktaki gibi kirlenmemişlikle olaylara o kadar saf gözlerle bakamıyorlar. Dizim, o günlere ait çocuk gözlerin hikayesi’ydi benim için. O yüzden şimdi onu anlatıyorum. Televizyon eleştirmeni Yüksel Aytuğ “Çemberimde Gül Oya” ile ilgili çok güzel bir şey söylemiş. Çağan Irmak,  çocuk kalbinin vasiyet mektubunu açtı” diye. Bence “Çemberimde Gül Oya” için söylenebilecek en iyi sözlerden birisi bu. Hakikaten bu bir vasiyetti benim için “Onu yapma, bu günlere anlat”. O günleri yaşayan bir insan belki bir daha onunla birebir yaşayan bir insan artık onunla yüzleşmekten irite olabilir. Onu anlatmak istemeyebilir. Mesela ben biliyorum ki “Çemberimde Gül Oya”yı sırf bu nedenle seyredemeyen bir çok insan var. Mesela benim için çok büyük bir oyuncu olan Tomris İncer, bu hikayeyi izleyemiyor. Çünkü perişan oluyormuş izlerken. Benden çok özür diledi, “Kaç kere izlemek için TV’nin başına oturdum, hep kapattım” dedi. Hani o yüzleşmek denen şey bu işte… Yüzleşmek, bir yerden sonra o yaranın kabuğunu kaldırıp tekrar kanatmaya neden oluyor. Ama “Çemberimde Gül Oya” dizisini yapmamın en önemli nedeni,  sadece bugünkü jenerasyonla tanıştırmaktı o günleri. Ve bu konuda başarıya ulaştığımızı düşünüyorum.  Çok enteresandır ki, bu dizinin seyircisini 30 yaş üzeri beklerken tamamıyla 15 ve 25 yaş arası olduğunu gördük. Bu arada dizinin senaryosunda “özgürlük” anlamında atladığımız ve anlatamadığımız yerler birkaç yerde ve birkaç kez oldu. Bizim kendimize uyguladığımız otosansür’den dolayı anlatamadığımız birkaç yer oldu. Örneğin biz darbede bir kişinin idama gidilişini gösterdik. Ama toplam rakam 516’ymış sanıyorum. Çok daha acı şeylerin yaşandığını ben de biliyorum.

– Senaryoyu yazarken daha önce uzun metrajlı bir film olarak düşünüyordunuz da sonradan diziye çevirdiğiniz için mi bazı sahneler atlandı diye ben de düşünmüştüm.

– Kesinlikle hayır. Aslında biz o dönemlerde işkencenin var olduğunu gösterdik bu dizide, ama sadece Mehmet’e yapılırken gösterdik. Dünyanın bütün politik filmlerine baktığınızda (Missing’e, Costa Gavras’ın yaptığı bütün filmlere), aslında ilk başta bir adamın, iki adamın ya da üç insanın hikayesidir ve bunun sonunda ülkenin politik kaderi sorgulanır. İlk önce o insandan yola çıkarlar. “Çemberimde Gül Oya” da 10 kişinin hikayesiydi. O yüzden Mehmet’e işkence yapıldı. Ama işkence yapılan milyonlarca insan vardı. Şimdi onları gösterirsem bu “slogan atmak” olur. Ben Türkiye’nin o döneme ait bütün durumunu birer kişinin özetine indirmeye çalıştım bu dizide. Çünkü benim yaptığım şey bir hikaye anlatmak. Bunu mutlaka böyle yapmalıyım. Şayet yapmazsan o zaman sinemacı kimliğimden uzaklaşıp bir “slogan atan insana” dönüşürüm. Bu beni yanlışa sürükler. Zaten seyirci de aptal değil, anlıyor. Mehmet’e işkence yapılırken,  “demek ki bu ülkede işkence varmış, demek ki binlerce kişiye yapılmış” diyor. Artık seyirci bunu anlayabilecek kapasiteye geldi diye düşünüyorum. “Çemberimde Gül Oya”nın ratingleri de bunu kanıtlıyor. Bu dizi ilk başta hiç kimse tarafından tutulacağına inanılmayan bir dizi filmdi.  Çok yapımcıdan da geriye döndü.

– Ben de tam, dizinin istediğiniz gibi olup olmadığını ve bugünkü genç kesimden ve o dönem gençliğinden nasıl eleştiriler aldınız diye soracaktım..

– 78’liler Vakfı’nın bu diziyi çok sevdiğini ve seyrettiğini iyi biliyorum. Tepkileri çok olumluydu. İlk birkaç bölümde birkaç çatlak ses duyuldu, onlar da çok aceleci davrandılar. Aceleci davrandılar fakat ilerleyen bölümlerde biraz erken konuşmuş olduklarını onlar da fark ettiler. Çünkü “bir hikaye önce serimdir, sonra  düğümdür, sonra çözümdür.” Çözümü pek beklemeden yapılan konuşmalardı bunlar. Ama sonra da böyle olmadığını gördüler.

– “Çemberimde Gül Oya”nın yayında olduğu dönemde devletin farklı kurumlarından dizideki bazı bölümler yüzünden baskı görüp bu yüzden sansürledikleri bölümler oldu mu?

– Böyle bir şey hiç olmadı, ancak eminim ki getirmeyi istemişlerdir. Fakat onlar da akıllandılar. Eğer bu diziye sansür uygulasalardı, iş daha da büyüyecekti. Büyütmemeyi öğrendiler ve nefret ettikleri halde sustular bence. Ben böyle olduğuna inanıyorum.

– Bu dizi sonrasında Çağan Irmak’ın hayatında değişen şeyler oldu mu?

– Açık açık söylüyorum ki, “Hiçbir şey aynı kalmayacak.”

– Uzun süren bu dizi sizi nasıl etkiledi?

– Beni büyüttü. Bundan önce yaptığım işler açısından söylüyorum genç bir ergensem, şimdi o ergenlik dönemimi atlattım. Yani artık hayatımda hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Her şeyi çekemeyeceğim, her şeyi yapamayacağım. Para kazanmak için bir şey yapamayacağım mesela. Artık “Çemberimde Gül Oya”nın seyircisi bunu kabul etmez.

– Ilıcaklar’ın “Dünden Bugüne Tercüman” gazetesinin düzenlediği “1. Beyaz İnci TV Ödülleri”nde “Çemberimde Gül Oya” dizisi iki ödül aldı.  Drama Dalı’nda “En İyi Yönetmen Ödülü”nü siz aldınız, ayrıca dizide rol alan Özge Özberk de yine Drama Dalı’nda “En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülü”nü aldı. Düzenlenen bu tür ödül törenlerine nasıl bakıyorsunuz yönetmen olarak?

– Biz seyirciden zaten ödülümüzü aldık. Ben o gün İzmir’de yeni çekeceğim film için mekan baktığımdan, ödül törenine katılamadım. Bu tür ödüller açıkçası benim pek ilgimi çekmiyor. Eğer ki bu tür ödüller, beraberinde belirli bir kalite ve standart getirecekse hay hay. Ben gerçek ödülümü seyirciden aldığıma inanıyorum. Benim sinema yaşantıma baktığınızda seyirciden ödüller alıyorum ben. Yani bana verilen ödüller de seyirci oylarıyla veriliyor hep. İstanbul Üniversitesi’nde aldığım ödüller, Asmalı Konak’la aldığım ödüller, bunlar hep seyirci ödülleriydi. Ödüllerin en büyüğünü aldım ben. “Çemberimde Gül Oya”nın 40.  bölümünde bir laf vardı. Dizideki yönetmen telefonda kadına şunu söylüyordu: “Ben bu hikayeyi anlatmak istiyorum. Entelijensiyanın benim sırtımı okşamasına ihtiyacım yok.” Bu da benim için geçerli.

– derKi okuyucularına ve bilhassa derKi’nin genç okuyucu kitlesine bugüne kadar aklınıza gelip de hiçbir yerde fırsatını bulup da bir türlü söyleyemediğimiz özel mesajınız var mı?

– Mesaj değil de bir önerim olabilir. “Hayatlarının her karesi çok değerli” bunu hiç unutmasınlar. Mesela askere gitmeden önceki Çağan Irmak’la, askere gidip geldikten sonraki Çağan Irmak çok farklı. İnsanın bir yerde oturup bir bardak çay içmenin bile bir nimet olabildiğini unutmasınlar. Bu çok önemli. Yanlış anlamasınlar sakın, militarizmi destekliyor diye bir şey çıkmasın bu sözlerimden. Şunu söylemek istiyorum ben: ‘Hayatta bize verilen her şey bir nimet aslında. Ve bunun kıymetini bilmek gerekiyor.’ ‘Etrafınızda hayat akıp giderken buna asla seyirci kalamayız. İçine girmek, gözlemlemek, her an yaşadığınızı hissetmek gerekir.’ O önemli. Onu söyleyebilirim. Bir laf vardır, ‘Mutluluk yaşanmaz da  sonradan hatırlanan bir şeydir’ derler ya. Onlar mutluluğu yaşasınlar.

– An’ın kıymetini bilin ve AN’ın içinde ‘mutlu’ olun. Ne geçmişin tasası, ne de gelecek düşüncesi sizi etkilemesin. Sadece AN’ın kıymeti bilin diyorsunuz kısaca sanırım.

– Evet kısaca öyle.

– Peki Çağan Irmak bir sinemacı gözüyle Türk Sineması’nın geleceğine nasıl bakıyor?

– Açık konuşmak gerekirse, yeni gelen asistan arkadaşlarımızda bir kafa karışıklığı var. Tuhaf bir kafa karışıklığı. Şayet sinema yapacaksanız, sinema sizden hayatınızı ister. Başka hiçbir şeyi koyamazsınız onun yerine. Hani %70 gibi bir oran maalesef sinemayı, salt sinema yapmak için tercih etmiyor. Bu konuda biraz karamsarım. Ama biraz. Hayatlarında çok fazla başka şey var. Çok fazla başka şeyle dolular. Mesela boş zamanlarda senaryo yazmak yerine ya da iyi bir kitap okumak yerine,  (hayatlarında o da olacak ama) maça gidiyorsa bir sinemacı olmak isteyen genç, ondan sinemacı olmaz. O yapmasın bu işi. Tabii ki de bunlar da olacak hayatımızda ancak ‘ben limon da satarım, sinema da yaparım onu da yaparım, bunu da yaparım’ diyorsa hiç yapmasın bu işi. Hiç yapmamalı bence. Bu sinemaya da ihanet etmek demektir. Kısaca,  sette olmak, çalışmak, bunu o aşkla yapmak lazım. Başka türlüsü de  olmuyor zaten.

– Siz sanırım büyük zamanınızı çalışarak geçiriyorsunuz.

– Ben herkesi çalıştırmıyorum ama. Kendim çalışıyorum sadece. Setteki çalışma saatlerini çok makul tutuyorum, bu hem teknik ekip için, hem oyuncular hem de benim için çok önemli.

– Peki yönetmen Çağan Irmak set içinde ve set dışında nasıl biri? Yaşamını nasıl sürdürüyor?

– Normal hayatta çok sakin, çok keyifli ve mutlu bir adamım ama, sette biraz otoriterim, bunu kabul ediyorum. Bu sertlik anlamında değil ama biraz inatçıyımdır. İstediğim şeyler yerine getirilmezse o sahneyi çekmekten vazgeçebiliyor ve paydos verebiliyorum. Yani o standardı, o kaliteyi korumak adına birazcık dediği dedik olabiliyorum. Onu herkes de biliyor zaten. Saklamama gerek yok.

– Boş zamanlarınızda spor yaptığınızı söylemişsiniz bir röportajınızda. Sporla aranız nasıl? Hangi tür spor yaparsınız?

– Ben genellikle koşarım. Koşarken de yeni hikayeler düşünürüm. Böylelikle yaptığım spor da boş geçmemiş oluyor. Ayrıca benim fazla enerji problemim olduğu için onun birazını sette, birazını da koşarken atıyorum.

– Müzikle aranız nasıl? Hangi tür müzikten hoşlanırsınız, sevdiğiniz grup var mı?

– Müzikle aram yok, müzik her an dibimde… Her dakika yanımda sanki. Bach’ı ve “Mor ve Ötesi”ni çok severim.

– Bize yeni film çalışmanız sırasında ayırdığınız bu değerli zaman için derKi okuyucuları ve derkidaşlarım adına çok teşekkür ediyorum. Yeni çalışmalarınızda size başarılar diliyorum.

– Ben de teşekkür ederim.


(Editörün Notu: Türk TV tarihinin belki de en iyi dizisi “Çemberimde Gül Oya”nın, “Küçük Kara Balık”ı Çağan Irmak’a ve röportajı yapan Ertan Abi’ye sonsuz teşekkürler… Çağan Irmak’ı daha nice kereler ayakta alkışlamak dileğiyle…)



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Nasıl yazımı beğendiniz mi? Yorum bırakarak benim gelişimime katkıda bulunabilirsiniz... Şimdiden katkınız için teşekkürler... Sevgiler ve saygılar... Ertan Yurderi (kocayurek)