Tantalos’un, Pelops’un, Niobe’nin mitolojik
Magnesia’sından, efsanevi Lidya Kralı Karun’un (Krezus) memleketi
Sardes’ten, hatta yok olmuş efsanevi ülke Atlantis’ten,
Saruhanoğulları’nın otağı, Şehzadeler diyarından, lalesi, Mesir Macunu ve
Tarzan’ı ile ünlü Manisa’dan selam bu satırlarımı okuyanlara…
Bu yazımla, Gediz ve Bakırçay vadilerinde yaşanan tam
on bir bin yıllık serüveni paylaşmak istiyorum sizlerle…
Geçenlerde tam da 465. Geleneksel Manisa Mesir
Şenlikleri sırasında gittim bu ulu şehre… Bu şehir ki; Fatih’lerin,
Kanuni’lerin soluklandığı 200 yıllık Saruhan tahtı aynı zamanda. Uzun tarih
yolculuğunda nice deprem acıları, celalli kıyımları, işgal ve yangın, nice
acılar çekmiş her defasında küllerinden yeniden doğmuş, güzel üzüm bağlarıyla,
zeytinlikleriyle, geniş ovasıyla yemyeşil bir vilayetimiz burası.
Şenlikler sebebiyle kent daha çok bir mesir yerini andırıyordu gerçekten… Sultan Meydanı’ndaki Sultan Camii’nin kubbe ve minarelerine çıkan temsili Merkez Muslihiddin Efendi ve müritleri ve yaklaşık 20 ton Mesir Macunu’nu halka saçtı. Bu sene Merkez Muslihiddin Efendi’yi temsilen İlhan Şeşen, Hafsa Sultan’ı temsilen de Selda Alkor’u gördük şenliklerde… Bu saçım sırasında on binlerce insanın ellerini havaya açması ilginç bir görüntü oluşturdu gerçekten… TBMM Başkanı Bülent Arınç da protokol gereği oradaydı ve saçılan Mesir macunlarından da epey bir kaptığı söylendi akşamki TV haberlerinde… O kalabalığın içine pek giremedim, daha sonra her dükkanda satılan Mesir macunlarından satın aldım… Bin bir çeşitli anıyla geriye, İstanbul’a döndüm…
MANİSA ADI NERDEN GELİYOR?
Manisa, milyonlarca yıldan beri sırtını Spil
Dağı’na dayamış bir kent. Yüzyıllardan beri gören gözler, boş boş ovaya ve
içinde hayati belirtilerin bulunduğu Spilos’a bakmış durmuşlar… Düşlerimizi on
binlerce yıl geriye taşıyalım. Bu yerler nasıldı? Buradan kimler geldi? Kimler
geçti? Konuşulan diller, yaşanan bu yerlere konulan isimlerin kökeni neydi?
Manisa’da yaşayan insanların genetik kartlarının yapısı ve oluşumu nasıl
olmuştu? Tarihi kayıtlar binlerce yıllık süreç içinde, çok az bir kısmını
aktarmıştır bizlere.
Bugüne kadar Manisa adının kaynağı hakkında değişik
görüşler ileri sürülmüş. Magnetler Teselya’da ki Magnesia’dan gelerek bu şehri
kurmuşlar. Yeni yurtlarına da geldikleri yerin adını verip “Magnesia” demişler.
Eski kaynaklarda Menderes nehri civarında ki “Maiandros Magnesia”sından ayırmak
için de “Magnesia ad Sipylum” veya “Spiylos Magnesia”sı adı vermişler. Bu
bölgede bulunan mıknatıslı demire nispet edilerek bu ad verilmiş sanırım.
Manisa, Lidya veya başka bir Ön Asya dilinde, anlamını
bugün bilemediğimiz bir kelimeden türemiştir. Evliya Çelebi’ye göre ise
Latinler buraya büyük anlamında “NİSA” derlermiş. Manisa’nın Bizanslılardan
alınmasından, sonra “Magnesia” denilmiş ki, bunun manası da “KAFİR KARISI
ŞEHRİ” demekmiş.
“Mader” kelimesinin kısaltılması “Ma”dır ve “anne”
anlamına gelmektedir. Fars kültürü bu bölgeye kadar çok etkili olmuştur, “NİSA”
Arapça, İbranice, Fenikece, Aramice dilinde aynı anlamı içeren kelimedir…
MA-N-İSA İsa’nın annesi şehri manasına da gelmektedir.
Spil dağında bulunan ve haritalarda gösterilen nirengiye MERYEM taşı ismi
verilmiştir. Meryem ana Efes’e gitmeden önce Manisa’da “Roman Shire” ismindeki
tapınakta kaldığı ve o yüzden bu bölgeyi şereflendirdiği için İsa’nın annesi
anlamına gelen Manisa ismi verildiği söylenmektedir….
Sonuç olarak; Hitit, Aka, Frigya, Lidya, Hellen, Roma
ve Bizans egemenliklerini yaşayan Manisa’nın, Antik Çağ’daki adı Magnesia’dır.
1313 yılında Saruhanoğulları tarafından Bizanslılardan alınan şehrin adı MANİSA
olarak değiştirilmiş ve Beylik merkezi haline getirilmiştir.
M.S. 395’de Roma İmparatorluğu’nun ikiye ayrılması ile
Bizanslılarda kalan Manisa, 1313 yılında Saruhan Bey tarafından
zaptedilerek Türklere geçmiş. Halk arasında yaşayan bir rivayete göre, Saruhan
Bey Recep ayının 4’ünü 5’ine bağlayan gece şehrin doğusundan taarruza geçmiş,
askerlerini fazla göstermek için beraberinde getirdiği keçilerin boynuzlarına
yaktırttığı mumları yapıştırarak biraz arkalarındaki ovaya salıvermiş. Şehrin
muazzam bir kuvvetle çevrildiğini zanneden Bizanslılar bozulan maneviyatları
ile hücumların şiddetine mukavemet edemeyerek geri çekilmeye başlamışlar.
Saruhan Bey kuvvetleri düşmanı Manisa’nın batısında bugün Horozköy ismiyle
anılan mevkiye sürdükleri vakit tan yeri ağarmak üzere imiş. Bir horoz, sabahı
ve zaferi müjdeleyerek uzun uzun ötmüş. Sonradan orada kurulan köye “Horozköy”
denmesinin sebebi de bu imiş. Bütün gün düşmanı kovalayıp uzaklara atan
Türkler, o akşam “ilk namaz”ı kılmışlar Manisa da. Bu gece aynı zamanda Regaib
Kandili olduğu için zafer ve kandil birleşmiş, büyük bir bayram yapılmış, işte
1313’den beri Arabi ve Rumi aylar arasındaki farka rağmen Regaib Kandili gecesi
aynı zamanda Manisa’nın alınışı olarak her yıl kutlanmakta ve halk tam bir
şenlik gecesi yaşamaktadır.
MANİSA NEDEN ŞEHZADELER ŞEHRİ OLARAK ANILIYOR?
Manisa 1313 yılının 25-26 Ekim’ine tekabül eden Regaip
Kandili gecesi Alpagu oğlu Saruhan Bey komutasındaki askerler tarafından
fethedilmiş ve Saruhanoğulları Beyliği’nin merkezi haline getirilmiş. 1346
yılında ölen Saruhan Bey’in türbesi şehrin tam merkezindedir bugün… Yerine önce
oğlu İlyas “Bey”, onun ölümüyle de İshak Çelebi “Bey” olmuş ve beyliğin en
ihtişamlı dönemlerini yaşatmıştır. Ulu Camii ve Medresesi, Mevlevihane ve Çukur
Hamam gibi birçok eseri İshak Çelebi şehre kazandırmıştır. Tahminen 1390 yılına
doğru vefat etmiş ve kendi yaptırdığı türbesine gömülmüş.
Manisa 1391 yılında Yıldırım Bayezid tarafından
Osmanlı topraklarına katılmış, ancak Ankara Savaşı sonrası Timur bölgeyi
yeniden eski sahiplerine iade etmiştir. 1412 yılında ise Çelebi Mehmed kesin
olarak Manisa’yı Osmanlı egemenliği altına sokmuş ve Saruhan Sancağı adıyla
idari bir birim haline getirmiştir. Manisa 1437-1595 yılları arasında Osmanlı
şehzadelerinin saltanat tecrübesi kazandıkları önemli siyasi merkezlerinden
biri haline gelmiştir.
Bu dönemde II. Murad, Fatih Sultan Mehmet, Kanuni
Sultan Süleyman, II. Selim, III. Murad, III. Mehmet ve I. Mustafa gibi daha
sonra Osmanlı tahtına da oturmuş padişahların da içerisinde olduğu 16 şehzade
Manisa’da sancakbeyliği yapmışlar.
EFSANE ÜLKE “ATLANTİS”, MANİSA’DA MI?
M.Ö 360 yıllarında, Platon “Kritias ve Atlantis”
kitabında günümüzden 11.000 yıl önce var olduğu kabul edilen efsanevi bir
ülkeyi ve bu ülkenin başkenti Atlantis sitesini anlatır, iç içe halka surlarla
çevrelenen ve üç limanı olan bu büyük kent parlak bir uygarlık merkeziydi ve
sanat eserleri göz kamaştırıcıydı. Akropolün ortasındaki Kleio ve Poseidon’a
adanmış tapınağın dışı tamamen gümüş kaplıydı ve anahtarları altından yapılıp
içi ve dış çevresi altın heykelleri süslenmişti.
Büyük bir depremle yok olan Atlantis’le ilgili
efsaneler eski Mısır’dan Yunanistan’a geçmiş ve yankılarını günümüze kadar
korumuş. Ülkelerinin turizm potansiyelini arttırmak isteyen devletler ve
kuruluşlar Atlantis’in toprakları üzerinde bulunduğunu kanıtlamak için
arkeolojik izleri araştırmışlar yada araştırmalara destek sağlamışlardır.
Böylece Akdeniz’de, Tera ve Girit adasından; Pasifik Okyanusunda Bahama
Adalarına kadar uzanan farklı coğrafyalarda Atlantis’in yer aldığını ispatlamaya
çalışan görüşler doğmuştur.
İngiliz arkeolog Peter James “The Sunken Kingdom” adlı
kitabında, Atlantis’in kurulucu olan Atlas’tan itibaren Atlantis krallarının
soyağacını Atlas, Tantalos, Niobe, Genç Tantlaslar ve Pelops olarak
belirlemiştir. Kral Tantolos’un Manisa Dağı (Spil) üzerinde, Yarık Kaya
mevkiinde kurduğu ve adını verdiği Tantalis kentine de dayanarak Atlantis’in
Manisa’da Spil Dağında bulunduğu tezini savunmuştur. Bazı buluntuları günümüze
kadar korunabilen Tantalis kentinin büyük bir fay yangı (Yarık Kaya) yakınında
kurulmuş olması Atlantis efsanesi ile uyum sağlamaktadır, ilk çağın önemli
yazarlarından Pausanios’in “Tantalos’un mezarının Spil Dağı’nda bulunduğunu ve
kendisinin bir mezar gördüğünü” belirtmesi de bu tezi doğrulayabilecek diğer
bir kanıttır.
Peter James’in Atlantis’in Manisa’da bulunduğunu
savunması Avrupa’da ve dünyada arkeoloji çevrelerinde büyük ilgi uyandırması
üzerine İngiliz BBC Televizyon ekibi Manisa’ya gelmiş ve hazırladığı belgeseli
tüm dünyaya yayınlamıştır.
Bu konuda ayrıca; Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
Coğrafya Bölümü öğretim üyelerinden İlhan Kayan da; Atlantis’in Manisa’da olup
olmadığını ortaya koyabilmek için bilimsel kanıtların yeterli olmadığını
belirterek, konuyla ilgili şu bilgileri veriyor bir inceleme
yazısında: “Kişisel görüşüm olarak Atlantis efsanesinin, efsanede
anlatılan şekliyle gerçek olduğuna, bunun Manisa ovasında bulunduğuna
inanmıyorum. Ancak bilimsel kanıtlara dayanmadan ‘vardır’ demek ne kadar yanlış
ise ‘yoktur’ demek de o kadar yanlış olur. Birileri çıkıp ellerindeki yazılı
kaynaklara (Platon’un anlattıklarına) dayanarak bir hipotez ortaya atıyor.
Bunun araştırılmasını öneriyor ve bu büyük ilgi görüyor. Hayallere kapılmadan,
önyargılı olmadan bunun araştırılması, sonucu ne olursa olsun insanların
doğruyu öğrenip meraklarını gidermesi kuşkusuz yararlıdır ve gereklidir. Bunu
sağlamak da bilim adamlarının görevidir. Bilgi ve bilimin merakla geliştiği ve
gelişeceği unutulmamalıdır.”
Evet, bilim adamları bu konuda temkinli. Gelişmeleri
herkes gibi onlar da büyük bir merakla bekliyor. Bu tezin benimsenmesi ve
araştırmaların desteklenmesi sağlandığı taktirde Manisa’nın bilinen tarihinde
yeni ve parlak bir sayfa açılacak, “Arkeoloji” literatüründe Manisa “Atlantis”
olarak benimsenip turizm açısından da büyük bir canlanma sağlanabilecektir
belki de…
AĞLAYAN KAYA NİOBE
Spil Dağı’nın kuzeybatı eteklerinde, Çaybaşı deresinin
doğu kenarında, Niobe diye anılan, kadın başı şeklinde, kurşuni bir kaya var.
Şehir içinde turlarken, buraya da gidip bu kayayı görmek kısmet oldu bana…
Bu ağlayan kaya için çok değişik efsaneler
anlatıyorlar Manisa’da… Tabii ki çoğu öykü tarzı ancak, o kayanın altındaki
tanıtım yazısında şunlar yazıyor: “Tantalos’un kızı olan ve Thebai kralı
Amphion ile evlenen Niobe’nin yedi kız, yedi erkek 14 çocuğu olur. Tanrıça
Leto’nun ise Apollon ve Artemis olmak üzere sadece iki çocuğu vardır. Niobe’nin
her fırsatta çocuklarının çokluğu ile övünerek kendisini küçümsemesi Leto’yu
kızdırır. Bunun üzerine Apollon Niobe’nin oğullarını, Artemis ise kızlarını
oklarıyla öldürürler. Niobe çocuklarının cesetleri başında günlerce ağlar
Sonunda Zeus Niobe’nin acısına son vermek için onu Spil Dağı eteklerinde bir
kaya haline getirir.”
Antik çağdan bu yana öyküsü dilden dile aktarılarak
günümüze kadar gelen bu kaya, yakından bakıldığında doğal bir taş, biraz
ilerideki dere kenarından bakıldığında ise kadın başı şeklinde görünmekte. Ben
de bir ileri bir geri yapıp tam olarak Niobe’yi görebildim… Ağlamasına da şahit
oldum…
MANİSA’NIN
“TARZAN”I
Hani eskiden sinema filmi olarak sinemalarda Tarzan’ı
izlerdik ya… Bir de onun sevimli maymunu “Çita”yı… Sevgilisi Ceyn’i de
bilirdik… O bir hayal kahramanıydı bana göre… Ancak bu hikayesini anlatacağım
Tarzan, gerçek bir Tarzan… Manisa’nın bugünkü yemyeşil görünümünde emeği olan
gerçek bir doğa ve çevre tutkunu bir insan…
Asıl adı Ahmeddin Carlak olan “Manisa Tarzan”ı 1899
yılında Bağdat’ta doğmuş ve 31 Mayıs 1963’de Manisa’da yaşamını yitirmiş bir
kişi.
İlginç yaşamıyla bir dönem Manisa kentinin simgesi
haline gelen bu bedevi kişi, asker olarak katıldığı Kurtuluş Savaşı’nda
gösterdiği yararlılıklardan ötürü kırmızı şeritli İstiklal Madalyası ile
onurlandırılmış. Cumhuriyet’in ilk yıllarında Manisa’ya gitmiş ve Topkale
adıyla anılan dağda bir kulübede yaşamaya başlamış. Saçını ve sakalını hiç
kesmeden üstünde yalnızca bir şortla dolaşan Ahmeddin, bu görünümü ve
doğal koşullara uyumlu biçimde yaşaması nedeniyle Tarzan yada Manisa Tarzan’ı
olarak anılmaya başlamış kentte.
Kentin ağaçlandırılmasında büyük emeği geçmiş. Daha
sonra Manisa Belediyesi’nin kadrosuna alınan Ahmeddin, kentteki doğal yaşamın
korunup canlandırılmasında önemli katkıda bulunmuş. Kendisi ayrıca bugün
Türkiye’nin ilk “çevre korumacısı” olarak anılıyor Manisa’da. Yaşamının sonuna
kadar da kentteki ağaçların ve çiçeklerin bakımını sürdürmüş. Aynı zamanda
dağcılık da yapmış Ahmeddin… Üyesi olduğu Manisa Dağcılık Kulübü ekipleri ile
birlikte Ağrı ve Cilo dağlarına, Aladağlar’ın Demirkazık doruğuna da
tırmanmış.
Manisa Tarzan’ının yaşadığı yıllara şahit olmuş yaşlı
bir amcanın yanına yaklaşıp, ona soruyorum… “Amca biraz daha anlatsana şu
Manisa Tarzan’ını…” Amcamız gözlerinden yaşlar süzülerek anlatıyordu kendi
şehirlisini…
“Nereden, ne zaman niçin geldiğini tam olarak bilmiyorduk
ve bu onun çekiciliğini arttırmaya yarıyordu. Onun gerçek hikayesini öğrenmek
için fazla çaba harcadığımız söylenemez. Dedim ya, masalları efsaneleri
seviyoruz biz ve Tarzan’ın şimdiki kişiliği zaten yeterince ilginç ve heyecan
verici… Kışın bile yarı çıplak dolaşan, orta boylu, ince kaslı, düzgün yapılı,
çevik bir erkekti. Yaşlı olmadığı kesindi ama onu genç olarak da düşünmemiştik
hiçbir zaman. Bu gibi kavramların ötesindeydi o. Canlı bir heykel falanmış
gibi, o yıllarda aramızda hala görülen çöl insanlarına özgü esmer teni,
tutuşmuş kara gözleri, kartal burnu, yontma yüz çizgileri vardı… Tarzan’ın
gerçek kimliği ile ilgili söylentiler çeşitliydi ve isteyen bunlardan
istediğine inanıyordu.
Güleryüzlüydü. Tatlı dilli, coşkulu, dost ve çalışkan
kişiydi. Manisa’nın bölünmez bir parçası olmakla birlikte toplumsal
yaşantısının her zaman biraz dışındaydı. Kimi onun acıklı bir aşk serüveni
yüzünden kendini dine adamış bir Hint mistiği, kimi Iraklı bir savaş
sığınmacısı olduğunu ileri sürerdi. Vefasız bir yar yüzünden elini kana bulayıp
kaçmış bir Yemenli çöl insanı olduğu da söylentiler arasındaydı. Savaş
sırasında Gazi’nin onu himayesine alıp Manisa’ya gönderdiği de söyleniyordu…
Nitekim 1938’de Atatürk’ün ölümü üzerine sakal
bıraktı… Bu uzun ama düzenli ve temiz, dalga dalga simsiyah sakaldı.
Onun, atlet fanilasını attıktan sonra görünümünde yaptığı tek değişiklik bu
oldu. Kendi geleneklerimizde rastlayamadığımız bu yas simgesi ne anlama geliyordu
hiç bilmiyorduk. Ölüm karşısında bir isyan mı, yoksa boyun eğiş mi? Bir
Uzakdoğu inancının dışavurumu muydu yoksa. Yoksa Tarzan’ın bireysel bir tepkisi
miydi? Bunu ona kimse soramadı sanırım. Çünkü o, bu Tarzan gizemiyle yalnız
kalmayı seçmiş bir kişiydi.
Spil’in yamacında, tek başına yaşıyordu, eski Magnesia
kalıntılarının yanıbaşında, zeytin ağaçları altındaki beyaz badanalı küçük
kulübesinde. Kapısının önündeki direkte her zaman ay-yıldızlı bayrak asılı
dururdu… Bu bayrak direğinin dibine bir de savaştan kalma bir top
yerleştirmişti… Yaşadığı sürece yaz kış demeden, her Tanrının günü, saat tam
onikide bu topu patlatmayı hiç aksatmadı. Çok sonra, kendi eliyle dikip
yetiştirdiği bir çamlığın ilkin bir minyatür golf alanı, daha sonraları da bir
otopark yapımı için kıyıma uğramasına tanık oldu ve o zehir zemberek soğuklara
o aman dinlemez sıcaklara katlanan yüreği, yeşile yapılan saldırılara
dayanamayarak durdu…”
Bunları dinledikten sonra ben de, bana bunları anlatan
Harun Yeşilce Amca’nın gözyaşlarına, uzaklara, çok uzaklara o yemyeşil
ovaya bakarak eşlik ettim sessizce… Bir elma çekirdeğini bile atmaya kıyamayan
bir çevre ve doğa tutkununun bu acıklı hikayesi, boğazımın düğümlenmesine
yetmişti çünki…
MESİR MACUNU ŞENLİKLERİ’NDEYDİM…
Manisa’yı Manisa yapan en ünlü şeylerin başında bir de
Mesir Macunu gelmekte elbette… Tabii ben de bunun tarihçesini az çok biliyorum
bir İstanbullu olarak… Çünkü bunun yaratıcısı Merkez Efendi İstanbul’da ve ben
de onun bir hayranıyım…
Kanuni Sultan Süleyman Han, Manisa’da hastalanan
annesi Hafsa Sultan için devrin hekimlerinden Merkez Efendi’ye bir ilaç
yapmasını emreder. Merkez Efendi de 41 çeşit baharattan şifalı bir macun yapar.
Hafsa Sultan bu macunu kullanarak iyileşir. Bunun üzerine Kanuni Sultan
Süleyman, bu macundan herkesin istifade etmesi için, her yıl şenlik
düzenlenmesini emreder… Bu tarihten itibaren her yıl mesir şenliklerinde,
geleneklere bağlı kalınarak, halka mesir macunu dağıtılmaya başlandı.
Mesir macunu, 41 çeşit şifalı nebat ve baharat
karışımından yapılıyor. Bunların isimleri ve özellikleri şöyle:
Anason: İştah açıcı ve karminatif olarak
kullanılır. Çivit: Halk arasında kabakulak ve pnömorinde kullanılır.
Çöpçün: Hemoroit ve egzamada kullanılır. Çörekotu: Gaz söktürücü. Dar-ı fülfül:
Öksürük kesici ve bedeni ısıtıcı olarak kullanılır. Hardal tohumu: İştah açıcı
ve mideyi yatıştırıcı olarak kullanılır. Havlıcan: Öksürük kesici ve ağız
kokusunu gidericidir.
Hıyarşenbe: Müshil olarak kullanılmaktadır.
Hindistancevizi ve beşbase: Kaynatılmış suyu mide ağrılarına iyi gelir. Hindistançiçeği:
Hazım kolaylaştırıcıdır. Kakule: Lezzet verici, iştah açıcı. Kalbarda: Mîde
ağrılarına iyi gelir. Karabiber: Öksürük kesici, uyarıcı ve baharat olarak
kullanılmaktadır. Karanfil: Ağız kokusunu giderici, diş çürüklerinde ve diş
ağrılarında kullanılır. Kebabiye: İdrar ve solunum yolları antiseptiği olarak
kullanılır. Kimyon: İştah açıcı, gaz söktürücü ve terletici olarak kullanılır.
Kırım tartar: Kaşıntılı deri hastalıklarında kullanılır. Kişniş: Gaz söktürücü
ve iştah açıcıdır. Limon tuzu: Mâcunun fazla tatlı etkisini hafifletmek için
kullanılır. Ma-i leziz: Kalıcı tatlılık sağlar. Meyan balı: Öksürük kesici,
idrar arttırıcı olarak kullanılır. Portakal kabuğu: Mîdeyi uyarıcı, koku verici
olarak kullanılır. Revan kökü: Laksatif ve hemoroit tedâvisinde kullanılır.
Safran: Çarpıntı giderici ve ferahlık verici. Sakız: Mîdeyi rahatlatıcı ve
nefes darlığında öksürük gidericidir. Sarı halile: İştah kesici olarak
kullanılır. Sinameki: Müshil olarak kullanılır. Şamlı ve şaşlı: Kadın
hastalıklarına iyi gelir. Şeker: Mâcunun kıvamını veren ve tatlandıran ana
maddedir. Resene: Mide rahatlatıcı ve gaz söktürücü. Tarçın: Kabızlığı ve karın
ağrılarını giderir. Tarçın çiçeği: Koku özelliği için kullanılır. Teke mersini:
Macun terkibinin daha değişik kokması için kullanılır. Tiryak: İlk çağlardan
beri her derde deva olarak kullanılan muhtelif maddelerden meydana gelmiş bir
terkiptir. Ud-ül-kahar: Diş ağrısı ve diş nezlesine karşı kullanılır. Vanilya
uyarıcı, olarak bilinir. Yeni bahar: Kuvvet verici olarak macunlara
konulur. Zencefil: Nefes darlığı, soğuk algınlığı ve astıma karşı kullanılır.
Zerde çöp: Kuvvet verici ve mideyi koruyucudur. Zulumba: Mide
rahatsızlıklarında ve hemoroitte kullanılır.
Mesir macunu; kuvvet verici, sindirimi kolaylaştırıcı,
iştah açıcı, hormonları harekete geçirici, yorgunluğu giderici ve zehirli
hayvanların sokmalarına karşı bağışıklık kazandırıcı özelliğe sahip. Mesir
macununun bu tıbbi faydaları yanında; macun kullanıldığında çocuğu olmayanların
isteklerine kavuşacağı ve bir yıl boyunca çeşitli hastalıklara iyi geleceği
gibi halk inançları da vardır. Dedim ya, Mesir Macunu’nun faydalarını ise saymakla
bitiremiyor yöre halkı… Macunla, en ağır hastalar bile şifa bulabilir. Sağlıklı
olanlar o yıl hastalanmaz. Macun yiyeni bir sene içinde, yılan çiyan sokmaz.
Macun yiyen genç kız o yıl içinde kendine bir koca bulur. Çocuğu olmayan
kadının o yıl çocuğu olur. Macun, erkekte cinsel gücü arttırır. Mesir Macunu
462 yıldır hiç şaşmadan Manisa’da üretilip, halka dağıtılmaya devam ediyor bu
yolla işte…
MANİSA LALESİ
Manisa’nın bir simgesi haline gelen Manisa Lalesi’den
de kısaca bahsedelim biraz… Manisa Lalesi Spil dağında kendi kendine
yetişiyor. Şehre otobüsle girerken, Spil dağının rengarenk Manisa Lalesi
ile kaplı olduğunu görebiliyorsunuz… Manisa Lalesi en çok bir “düğünçiçeği”
ailesi olan “anemon” ile çok karıştırılıyormuş. Çünki “anemon” makilik alanlarda
yetişirmiş. Manisa Lalesi ise daha yükseklerde yetişiyormuş… Ama Manisa
Lalesi’ne sahiplenen halk da, Spil’de Manisa’ya özgü bir anemon türünün
yetiştiğini iddia ediyor… Bu Lale türü eksi 15 dereceye kadar soğuklarda bile
yetişebiliyor, Mart-Nisan aylarında çiçekleniyormuş. Çiçekler genelde koyu mavi
renkte, fakat açık mavi, beyaz ve pembe çiçekli olanlarına da rastlanıyormuş…
KAYNAKÇA
VE TEŞEKKÜR:
Bu yazıyı hazırlamama yardimci olan Manisa Valiliği’ne
ve tüm Manisa severlere ve Manisa’yla ilgili internet sitelerindeki dostlara
teşekkürler… Bir özel teşekkür de, Manisalı Harun Yeşilce Amca’ya elbette…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Nasıl yazımı beğendiniz mi? Yorum bırakarak benim gelişimime katkıda bulunabilirsiniz... Şimdiden katkınız için teşekkürler... Sevgiler ve saygılar... Ertan Yurderi (kocayurek)