26 Şubat 2007 Pazartesi

Tılsımlar şehri İstanbul ...


İstanbul’un suriçinde oturuyorum ben... Yani yeninin içinde surlarla çevrilmiş olan parçacığından ve yeninin içinde sıkışıp kalmış eski İstanbul’dan bahsediyorum sizlere...

“Ne var ki bunda” diyebilirsiniz... “Çok normal bir durum... İstanbul koskoca bir şehir... Orada yaşıyorsan, elbette bir yerinde ikamet edeceksin” ... Ancak surlarla çevrili bu alanın tarihten gelen “İlk”lerini ve “En”leriyle ilgili Kadir Has Üniversitesi İletişim Fakültesi Sanat Tarihi öğretim üyesi kültür tarihi araştırmacısı S.Faruk Göncüoğlu’nun “İstanbul’un İlk’leri ve En’leri” kitabını okuyunca yeniden kendimi çok şanslı hissettim böyle bir yerde ve adacıkta yaşadığım için...

Neden mi? Bu tarihi yarımadaya baktığımda her yanım tarih kokuyor da ondan...

Belki bu yarımadada yaşayan kimselerin çoğu bunun farkında değil ama, insan oturduğu yerin tarihsel geçmişi öğrenip çoğu şeyin farkına varınca ve bunun tadını da çıkartınca tıpkı benim gibi, büyük keyif alıyor... Bu yüzden ben de araştırmaya başladım, her bir karışını eskinin...

Bu arada da merak eder dururdum hep, bu yerleşim alanında şehirleşme fikrini ilk kim düşünmüş diye...

Bunun yanıtını kitabın her bir bölümündeki efsaneleri yavaş yavaş okuyunca insan öğreniyor... Aslında bu efsanelerden daha öncelerinde de İstanbul’da yapılan arkeolojik kazılarda İstanbul’da insan kültürüne ait ilk izlerin Küçükçekmece Gölü kenarında bulunan Yarımburgaz Mağarası’nda görüldüğünü öğreniyoruz...

Bu izler Neolitik ve Kalkolitik dönemlere ait... Yani kısaca günümüzden 300 bin yıl öncesine kadar uzanan insan yerleşim izleri var bu şehrin bir yerlerinde, bu bir mağara olsa bile... Evet bu mağara, dönem dönem barınak ve tapınak olarak da kullanılmış. 7500 yıl öncesinden başlayarak, tarım kültürüne geçen insanlara mesken olmuş...

Ayrıca bu mağaradan hariç Bostancı ve İçerenköy arasındaki kaya sığınaklarında, Marmara kıyılarında Avcılar, Haramire’de, karşı yakada Dudullu, Fikirtepe, Pendik, Avşa adası, Boğaziçi Göksu deresi boylarında 100 bin, 50 bin, 7500 yıl öncesine ait yerleşim izleri de bulunmuş...

Bu arada çok enteresandır, oturduğum semte yakın olan ve bugün trafiği ve kalabalığı ile ünlü olan Bayrampaşa semtindeki bir dere kıyısına M.Ö. 1200’lerde Traklar, Frigyalılar, Bitinyalılar gelip yerleşmiş. O zamanlar bu derenin adı Licus deresiymiş. Bu dere Topkapı’nın kuzeyinden geçerek bugünkü Yenikapı civarında Langa’da denize dökülüyormuş Osmanlı döneminde adı “Bayrampaşa Deresi”ymiş.

Bu arada İstanbul’un ilk efsanesi, dünyanın en güzel kadını için Sarayburnu’nda kurulan bir masal sarayında başlıyor. Hadi bu efsaneyi Evliya Çelebi’nin kaleminden öğrenelim...

“Süleyman Aleyhisselam, Kaf dağlarına kadar yeryüzünün tek sultanı olduğu halde, okyanusun ortasındaki Ferendüz Adası’nın hükümdarı Saydun’u bir türlü hükmü altına alamamıştı. Saydun çok gururluydu, Hazreti Süleyman da olsa kimseye baş eğmiyordu. Hazreti Süleyman’ın buna çok canı sıkıldı ve Ferendüz Adası’na bir sefer tertip etti.

Hazreti Süleyman bir gazaya gideceği zaman emir verir, tahtadan bir döşeme yaptırırdı. Önce tahtı bu döşemeye yerleştirir, askerleri, hayvanları, bütün harp aletleri, teçhizatı ve gerekli her şeyi de yüklettirir, sonra da şiddetle esen rüzgara emrederdi. Rüzgar hemen tahtanın altına girer, sabahtan öğleye kadar bir zaman içinde onları bir aylık yola götürürdü.

Bu seferinde gene öyle oldu. Hazreti Süleyman Ferendüz Adası’na gitti. İnsan ve cinlerden müteşekkil ordusuyla Kral Saydun’u yendi. Memleketini ve halkını esir etti. Sonra da Saydun’u huzuruna getirtip ateş saçan kılıcıyla onu öldürdü. Ferendüz Kralı Saydun’un dünyada eşi emsali olmayan güzellikte bir genç kızı vardı. Adı “Alina”ydı. Süleyman Aleyhisselam Alina’yı savaş hediyesi olarak aldı ve Hak dinine davet ederek onunla evlendi.

Hazreti Süleyman’ın nesebleri saf ve şeref sahibi ailelerden olan hanımları vardı, ama Alina hepsinden başkaydı. Hazreti Süleyman ona kadınlardan hiçbirini sevmediği kadar severek kalbini verdi. Fakat Alina hep keder içinde yaşıyor, hep ağlıyordu. Hazreti Süleyman bir gün kendisine sordu: “Güzel Alina, senden ayrılmayan bu kaygı ve eksilmeyen bu gözyaşları nedir?” diye.

Alina ise; “Ya Eminullah, babamı hatırladıkça keder ve hasret içinde kalıyorum, emret de benim için babamın bir heykelini yapsınlar. Sonra da bir saray yaptır, ömrümün geri kalan kısmını o sarayda dua ve ibadetle geçireyim. Babamın heykeline baktıkça da kederlerim gider...”

Hazreti Süleyman sevgili hanımının bu ricasını kabul etti ve hemen insanları, cinleri, kuşları, rüzgarları toplayıp emir verdi: “Tez olun... Dünyanın en güzel yeri neresidir, bulup bana haber verin.” Hazreti Süleyman Alina’sına yaptıracağı sarayın, dünyanın en güzel yerinde olmasını istiyordu.

Cinler, insanlar, kuşlar ve rüzgarlar yedi gün sonra haber getirdiler: Süleyman Aleyhisselam hemen İstanbul’a geldi. Sarayburnu’nda bir gece geçirdi. Sabahleyin uyanınca havanın ve suyun etkisiyle kendisini tam manasıyla genç ve kuvvetli hissetti. Sonra cinlere emir verip hemen burada bir saray yaptırdı ve “kıyamete kadar mamur olsun” diye İstanbul için hayr duası etti.

Efsaneni sonu ise acıklıdır. Meğer güzel Alina bu sarayda gizli gizli babasının heykeline taparmış!.. Hak dininin bir peygamberi olan Süleyman Aleyhisselam bunu öğrenince sevgili Alina’sını öldürdü. “Biz Allah’ın kullarıyız, hep Allah’ın katına döneceğiz” ayetini okuduktan sonra o putu, yani Alina’nın babasının heykelini kırdı. Ardından temiz elbiseler getirilmesini emretti. Bu elbiselerin iplikleri ancak bakire kızlar tarafından eğrilir ve dokunur, ancak bakire kızlar tarafından yıkanırdı. Hazreti Süleyman bunları giydi. Açık bir yere çıkarak yere kül serpilmesini emretti. Sonra bu külün üzerine oturdu, Allah’a dua etti. Dünyanın en güzel yerinde yaptırdığı bu sarayda karısı tarafından işlenen günahın affını diledi. Ondan sonra Sarayburnu’nu da, yaptırdığı sarayı da olduğu gibi bırakıp Kudüs’e döndü.”

Evliya Çelebi böylece efsaneyi kaydettikten sonra Sarayburnu’na “Sarayburnu” denilmesinin sebebi de budur demeye getirdi. Hatta “Milletler ve Hükümdarlar Tarihi” adlı büyük eserinde tarihçi Taberi de yer zikretmeden bu rivayeti anlatır. Biz de bunu böylece alıyoruz. Hatta Evliya Çelebi, Hazreti Süleyman’dan sonra oğlunun Sarayburnu’nda bir çok binalar yaptırdığını ve burasını merkez edindiğini, sonradan gelen kralların İstanbul’a “Hazreti Süleyman makamıdır” deyip çok önem verdiklerini, burasını mamur kıldıklarını yazar.

Yine Istanbul’un ilk kuruluşu hakkında çeşitli efsaneler var bu kitapta... Bunları da satırları okudukça öğreniyoruz...

Orta Yunanistan kentlerinden biri olan Megara’dan bir grup yeni bir yurt kurmak üzere geldikleri Boğaziçi’ni geçerek, M.Ö. 685-680 yılları arasında ilk önce Kadıköy’ü (Kalkedon) kuruyorlar. Ardından M.Ö. 660-657 yılları arasında da bir başka Megaralı grup başlarında grup lideri Byzas (Bizas) ile gelerek, Sarayburnu’nda bugünkü İstanbul şehrini kuruyorlar. Bu şehir kurucusundan dolayıdır ki II. Yüzyıla kadar “Byzantion” (Bizantion) olarak adlandırılıyor.

Sarayburnu hakkında eski Yunan mitolojisinden gelme ve eski tarihçilerin, coğrafyacıların yazdığı bir başka meşhur efsane daha var... Eski Yunanistan’da bulunan Megaralılar başlarında kralları Byzas olduğu halde, yeni bir şehir kurmak üzere yola çıkarlar. Daha önce, Delfi kahinine kuracakları şehrin nerede olabileceğini sorarlar. Kahin “Körler memleketinin karşısı” cevabını verir... Megaralılar dolaşa dolaşa Sarayburnu’na, bugünkü Topkapı Sarayı’nın bulunduğu tepeye gelirler. Buraya hayran kalırlar. Karşı sahilde Kalkedon şehrini görürler. Sarayburnu dururken Kalkedonyalıların orada şehir kurmalarını körlük olarak nitelendirirler. Kahinin bahsettiği “körler memleketi”nin burası; “Kalkedon” olduğuna karar vererek şehirlerini Sarayburnu’nda kurarlar. Şehrin adını da krallarının adı olan “Byzas” koyarlar. İlk İstanbul budur. Her iki efsane de İstanbul’un ilk olarak Sarayburnu’nda kurulduğunu hikaye eder.

Tarihler bu hadisenin Hazreti İsa’nın doğumundan 658 sene evvel vukuu bulduğunu yazar. Kalkedon şehri de bugünkü Harem-Salacak kıyılarının üstündeki yükseklikte, daha çok Doğancılar semtindedir. Üsküdar o zamanlar derin bir koy ve Kalkedon’un limanıydı. Kalken soluna doğru yayıldı ve çok sonra Kadıköy adını aldı.

Daha sonra Istanbul, Büyük Roma İmparator’u I. Konstantinus tarafından ilk defa bir imparatorluğun başkenti yapıldı. M.S. 324-330 yılları arasında altı yıllık bir yeniden inşadan sonra kent, dört kat büyüyerek 11 Mayıs 330 tarihinde büyük Roma’nın başkenti oldu. Ve başkent oluşu 40 gün süren eğlencelerle kutlandı. Roma İmparatorluğu’nun başkenti Roma’dan İstanbul’a taşınmıştı. O zaman verilen adı ile İstanbul’a Yeni Roma (Nova Roma) dendi. Daha sonraki tarihlerde kent “Konstantinopolis” olarak adlandırıldı.

Evliya Çelebi’ye göre dünyada en çok ismi olan şehir İstanbul’dur... İstanbul kentine Latinler “Makedonya”, Süryaniler “Yankoviçe, Aleksandra”, Yahudiler “Vizendovina”, Frenkler “Yağfuriye, Pozantiyam, Konstantiniye”, Avusturyalılar (Nemçe) ‘Konstantinopol’, Ruslar “Tekfüriye”, Macarlar “Vizendovar”, Felemenkler (Hollandalılar) “İstefaniye”, Portekizliler “Kostin”, Araplar “Konstantiniyye-i Kübra” (Büyük İstanbul), İranlılar “Kayser-i Zemin” (Yeryüzü İmparatoru), Hindliler “Taht-ı Rum” (Roma hükümdarlığı), Moğollar “Çakdurkan”, Tatarlar “Sakalya” adlarını vermişlerdir.

“Bizantion” kentin tarihini başlatan ismidir. Latince’de “Bizantoum”, Grekçe’de “Vizantion”du. İstanbul Latince ilk adını Büyük Roma İmparatoru Septimius Severus’un oğlu Antonius’un ismini bu şehre vermesi ile almıştır. M.S. 2. yüzyılda Ermeni kaynaklarında şehrin adının “İstanbol” veya “Istınbol” olarak yer alması daha da ilginçtir. 14. yüzyılda İbn Batuta da “Astanbul” olarak bahseder. Peygamber efendimizin hadis-i şerifine göre şehrin adı “Kostantıniyye”dir. Osmanlı döneminde şehrin adları o kadar çoğalmıştır ki bunlardan bazıları şunlardır: Dersaadet (Saadet Kapısı), Der-i Devlet, Deraliye, Asitane, Darü’s-Saltana, İslambol... Sultan III. Mustafa 1762 yılında İstanbul’a “Konstantiniyye” denmesini yasakladı. Fakat sonraları 19. yüzyıl sonuna kadar Türkçe’de bu ad kullanıldı. Aynı zamanda Arapça olarak verilen “Belde-i Tayyibe” (Güzel kent) adı Ebced hesabına göre İstanbul’un fetih tarihi olan hicri 857 (Miladi 1453) rakamını ifade eder.

Tabii bu kadar güzel bir şehir kurulur da bu şehri gök ve yer afetlerinden ve her türlü belalardan korumak amacıyla büyü ve tılsımlar yapılmaz mı? Yapılır elbet... Bunların çoğu da bugün hala ayaktadır... Bu konudaki bilgiyi de Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nden öğreniyoruz...

Evliya Çelebi’ye göre; Bizans İmparatorları Yanko, Vezondan ve Konstantinus döneminde halkının gök ve yer afetlerinden korunmaları için İstanbul çok güzel imar edilmiş. Ve bu arada başka ülkelerden de İstanbul’a getirilen ünlü mühendis ve mimarlar tarafından, kenti türlü belalardan korumak amacıyla 27 tılsımlı anıt dikilmiş. Bu tılsımlı anıtlardan ilk on beşi şunlarmış:

Birinci tılsım; “Avratpazarı” (Cerrahpaşa) denilen yerde, bin parça beyaz mermerden, minari gibi içi boş merdivenli yüksek bir direkmiş (Arkadius Sütunu). Direğin tepesinde peri yüzlü bir heykel duruyormuş. Söylentiye göre bu peri yüzlü heykel yılda bir defa bir feryat koparırmış, yeryüzünde ne kadar kuş varsa o heykelin etrafında dönermiş. Kuşların binlercesi yere düşer, halk da bunları yermiş.

Ben bu sütunun yerini çocukluğumdan beri biliyorum... Bu yer Cerrahpaşa Ekmek Fabrikası’nın yan tarafındaydı... Ve biz o günkü çocukluk heyecanıyla bu sütunun alt kısmındaki bölüme çıkar orada oyun oynardık... O sütunun bir de alt kısmı vardı... O sütunun yanındaki derme çatma bir binada yaşayan yaşlı insanlar buraya bu sütunu görmeye gelen turistlere burayı gezdirirler, ev harçlıklarını buradan karşılarlardı... Daha sonra o yaşlıların ölümünden sonra orayı satın alanlar, artık burayı halka açmıyorlar...

İkinci tılsım; Tavukpazarı (Çemberlitaş) denilen yerdeydi. Kırmızı renkli som mermerden sütunun; hanedanı kötülüklerden, hastalıklardan ve fesattan koruduğuna inanılırdı. Konstantin’in diktiği bu yüksek sütun üzerindeki bir sığırcık kuşu timsali tılsım yılda bir kere kanat çırpması üzerine bütün kuşlar gaga ve tırnakları ile üçer tane zeytin getirdikleri de belirtilir.

Üçüncü tılsım; Saraçhane’de Büyük Pozantin’in kızının mezarı üzerine dikilmişti. “Kıztaşı” diye bilinen bu tılsım, İmparatorun kızını yılanlardan, çiyanlardan ve karıncalardan korumak için dikilmişti. Bu Kıztaşı şimdi o mahalleye adını da veriyor... Geçenlerde yolum bu Kıztaşı’nın önünden geçti... Durup saatlerce taşı inceledim etrafımdan gelip geçenlerin tuhaf bakışları arasında... Eh ne de olsa 1675 senelik bir taşa bakıyordum...

Dördüncü, beşinci, altıncı ve yedinci tılsımların hepsi Altımermerli sütununun üzerindeydi... Altımermer şimdiki Kocamustafapaşa semtindeydi... Altı adet mermer sütunun her biri eski bilginler tarafından yapılmıştı. Her bir mermer sütunda bir tılsım bulunurdu...

Dördüncü tılsım, Altımermer’den biriydi. Bunlardan birinin üstünde sürekli olarak vızıldayan bir sinek resmi vardı. Bu sayede İstanbul’a sivrisinek girmediğine inanılırmış.

Beşinci tılsım; yine Altımermer’den biriydi. Bunda ise bir leylek resmi vardı. Bu leylek yılda iki kere çığlık atardı. Birinci çığlıkta bir anda her yer leylek dolar, ikinci çığlıkta İstanbul’daki tüm leylekler ortadan kaybolurmuş

Altıncı tılsım’da ise bir horoz resmi vardı. Bu horoz 24 saatte bir öter ve bütün horozlara önderlik edermiş.

Yedinci tılsım; Altımermer’in birinde bulunan kurt resmiydi. Bu kurt sayesinde İstanbul’da koyun sürüleri çobansız gezer, akşam oldu mu beslenmiş bir halde eksiksiz olarak ahırlarına dönermiş.

Sekizinci tılsım; tunçtan yapılmış genç bir erkek ve sevgilisinin birbiriyle kucaklaşmış haldeki heykelleriydi. Halktan karı-koca kim kavga ederse, içlerinden biri gelip bu heykeli kucaklarsa hemen barışırlarmış.

Dokuzuncu tılsım; Bilgin Calinus’un beyaz mermer üzerine yaptırdığı ihtiyar adam ve kadın resmiydi. Bir erkek ile kadın geçinemezler de onlardan biri bu heykeli kucaklar ise hemen boşanırlarmış.

Onuncu tılsım; Sultan Beyazid Hamamı’nın altında dört köşeli bir sütundu. Bunun sayesinde şehre taun (veba) hastalığı girmezmiş. Beyazid Hamamı yapılırken bu tılsım yıkılmış. O anda Sultan Bayezid’in bir oğlu vebadan ölmüş ve kentte veba salgını başgöstermiş.

On birinci tılsım; Tekfur Sarayı’ndaki tunçtan bir ifrit heykeliydi. Bu heykel yılda bir kez etrafına ateş saçarmış. Bu ateşten bir kıvılcım alabilen çok sağlıklı olur, genç kalırmış. O ateşten bir kıvılcım alıp da evinde mutfağına koyarsa o adam hayatta oldukça o ateş hiç sönmezmiş.

On ikinci tılsım; Zeyrek’te Hz. Yahya Kilisesi bitişiğindeki bir mağaradır. Her sene kışın zemheri geceleri olunca nice “koncoloz” denilen cadılar bu mağaradan çıkarak arabalara binip dolaşırlarmış.

On üçüncü tılsım; Ayasofya’da dört sütunlu bir anıttır. Azrail, Cebreil, İsrafilm ve Mikail resimleri bulunan bu sütunların her biri bir tılsımdı. Cebrail kanat çırpıp bağırınca Doğu’da bolluk olur derlerdi. İsrafil resmi kanat çırparsa, Batı’da kıtlık olacağına inanılırdı. Mikail resmi kanat çırparsa, Kuzey’den bir kahraman çıkarmış. Azrail resmi kanat çırpınca dünyanın her yanına veba salgını başlarmış.

On dördüncü tılsım; Atmeydanı’nda (Sultanahmet) “Milyonpar” (Örme Sütun) denilen bir anıttır. 300 bin taştan yapılma bu sütunun tepesinde çok güçlü bir mıknatıs vardır. Bu mıknatıs İstanbul’u depremlerden korurmuş. Evliya Çelebi bu dikili taşla ilgili şöyle bahseder: “Atmeydanı’nda Milyonpar adlı yapma yüksek bir sütundur ki usta zırai ile boyu 150 arşındır. Kostantin zamanında yönetimi altında olan padişahların ellerindeki kalelerin ve büyük şehirlerin sayısınca her padişahtan o kadar değerli ve muteber renk renk değerli taşlar isteyip geldiğinde Atmeydanı alanında dağlar gibi yığılıp tamam oldukta hesap ettiler üç kere yüz bin çeşit çeşit taş gelmiş. Ondan bildiler ki Konstantin üçer kere yüz bin kale ve şehre malik kral imiş. Daha sonra bir yetkin usta bu taşların dünya durdukça durması için Atmeydanı’nda bu taşlardan kale ve şehirlerin düzeni için bir minare mili tılsım edip milin ta ortasında bir kalın demir mil dikip dört tarafına anılan taşla hendese üzere inşa edip milin ta en tepesine hamam kubbesi kadar bir mıknatıs taşı koyup o milin ortasına konan demir mili mıknatıs çekip bütün renk renk taşlar da birbiri üzerine metanet buldu. O milin bütün taşları yedi iklim şehirlerinin her birinden gelip yapıldığı için milyonpar derler. Hala sabit bir ibret verici bir parça bir alamettir. Mimarbaşı milin dibinde gömülüdür ki Uryarin adlı bir ustadır. Ayasofya’yı yapan Agnados Mimar’ın oğludur.

On beşinci tılsım; Burma Sütun’dur. Üç başlı ejderha şeklindeydi. Başının birisini bir yeniçeri yiğidi kılıç ile bir vuruşta kırmıştır. O tarihten itibaren bunun tılsımı kısmen bozulmuş, İstanbul’da daha önce hiç görünmezken, birdenbire akrepler çıkmış.

Tüm bu tılsımlar o günkü İstanbul’u korumakla kalmamış, günümüze kadar efsanelerin kulaktan kulağa anlatımıyla gelmiştir... Bugün bu yarımadanın her yerinde yapılan bina kazılarının altında binlerce senelik eserler gün yüzüne çıkmaktadır... Bunların bazıları koruma altına alınmakta, bazıları da sessizce yıkılarak bir tarih yok edilmektedir... Bugün Vatan Caddesi’nden Yenikapı’ya yapılacak metro çalışmalarıyla Murat Paşa Camii arkasında yerin beş on metre altında saray kalıntıları bulunmuş ve metro inşaatı durdurulmuştur örneğin...

Son söz olarak bizler gençler olarak geçmişin tarihsel izlerini yok ederek geleceğe, geleceğimize yol açamayız... Hepimizin üzerine düşen görev bu tarihsel zenginlikteki hazineye sahip çıkarak, onu geleceğe yine aynı güzellikte bırakmanın yollarını yaratmaktır...

Çünkü;

”Geçmişine sahip çıkamayan toplumlar, geleceklerine umut bağlayamazlar...”

Ya da;

“İstanbul koca şehir seni... Seni ancak tılsımlar korur...”

Ertan Yurderi

KAYNAKÇA:
“İstanbul’un İlkleri, Enleri” – Süleyman Faruk Göncüoğlu

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Nasıl yazımı beğendiniz mi? Yorum bırakarak benim gelişimime katkıda bulunabilirsiniz... Şimdiden katkınız için teşekkürler... Sevgiler ve saygılar... Ertan Yurderi (kocayurek)