16 Şubat 2007 Cuma

Bir Babıâli Hikayesi...

Yıl 80'li yılların başlangıcıydı... 12 Eylül öncesi askere gidip, 12 Eylül askeri darbesini de askerde yaşamış biri olarak askerliğimi bitirmiş, dönüşte de gençliğimin en taze bahar yıllarında, Babıali'nin gazete ve kağıt kokan havasını Milliyet gazetesinde çalışmaya başlayarak solumaya başlamıştım...


Teknoloji o kadar eskiydi ki o zamanlar gazetelerde... Bilgisayar teknolojisi daha bugünkü gibi gazetelere girmemiş, herkes yazılarını daktilolarda yazıyor, haber ajansları yazılarını telekslerle geçiyor, gazeteye girecek fotoğraflar yine haber ajanslarının telefoto sistemleriyle gazetelere geçiyor, gazetede renkli bir fotoğraf basımı için kamera servisinde birkaç renk film çekilip montajlanıyor, yüzlerce kişi birkaç saat içinde taşra baskısını baskıya yetiştirmek için uğraşlar veriyordu...

Gazetelere haber geçen bir iki haber ajansı vardı o zamanlar. Bu ajanslar da sabah sabah haberlerini geçmezlerdi... Bu yüzden de gazete çalışanlarının personel servis çalışanları hariç (ki onların da mesaisi sabah 09.00'da başlardı) tüm teknik servis çalışanlarıyla birlikte yazıişleri, istihbarat, spor servisi, dış haberler servisi, kamera servisi ve baskı servisi çalışanları saat 11.00'de işbaşı yaparlar, iki vardiya şeklinde çalışmaları sürerdi... Gece çalışanların mesaisi ise gece saat 02.00’de “ajans son” anonsuyla sona ererdi.

Gazetelerin gündemleri, ülkenin gündemini beklerdi resmen.. TBMM'de gündem saat 09.00'a doğru belli olurken, ajanslar bu gündemi saat 10.00 gibi telekslerinden geçmeye başlarlar, gazete genel yayın yönetmenleri ise saat başlarında gündem belirlemek için toplantıya oturur, yazıişleri ve istihbarat servisi kadrosunun da hazırladığı diğer haberlerle birlikte haberler tek tek ve sayfa sayfa değerlendirilirdi... Bu değerlendirmeler sırasında herhangi bir önemli haber geldiğinde de daha önce değerlendirilmiş haberler bir kenara bırakılır, araya bu yeni haber girer, manşetler, spotlar değiştirilir, sütunlar yeni haber ile süslenirdi... Hatta öyle zamanlar olurdu ki, sayfalar baskı için kalıba gönderilmişken bile, araya girecek bu önemli haberler için o saate kadar özenle ve büyük emekle hazırlanmış birçok sayfa baştan sona bozulur, yeniden sayfalar çatılırdı... Pikajörler bu değişiklikten hiç yerinmez, keyifle yeni sayfaları hazırlamaya koyulurlardı...



Ben de o sıralar, gazetenin görsel ve teknik servisi de sayılan dizgi servisinde yaklaşık 45 kişilik dev bir dizgi operatoru ordusuyla birlikte çalışıyordum...

Çalıştığım senelerde şimdiki gibi bilgisayar teknolojisi olmadığı için bizler gazeteye girecek yazıları tek mağazalı ve punto'lu şablonlu elektronik makinelerde ekransız dizmeye çalışırdık... Bu türde birçok makine vardı. Gazete başlığı yazan makine ayrı, spot yazanlar ayrı ayrıydı... Ben genelde English Times fontlu ve 8.5 puntoluk düz yazı yazılan makinelerde çalışmayı severdim...



Bu makinelerin özelliği, yazdığımız metni özel bir film üzerine kısa süreli flaş patlatarak geçirir, daha sonra bizler de o filmi karanlık odalardaki film banyo makinelerine verirdik... Banyo makinelerinin pis kokusu, yazı yazdığımız makinelerin gürültüsüne karışır, yazdığımız yazıları önlerindeki gazete mizanpaj sayfalarına yapıştıran pikajörlerin telaşı, genel yayın yönetmeninin bağırtılarına karışır, zaman hızla akıp geçer, gazete sayfaları şekillenir ve bir bakarsınız saat 17.00 suları olmuş, herkeste baskı öncesi heyecanı başlar...

Az sonra sabahtan beri her yanı temizlenen, boya mağazalarına renkli boyaları tek tek dökülen ve ısıtılan baskı makinesinin gürültülü çalışma sesi duyulur, gazete dönmeye başlarken binamız sallanır ve taptaze çıkan yeni gazetenin boya ve kağıt kokusu ciğerlerimize kadar işlerdi...

Dönen ilk taşra baskısı teknik servislere ve yazıişlerine dağıtılır, herkes gazete üzerine eğilir, baskı, yazım ve görsel hatalar aranırdı... Bu işlem gece de devam eder, Taşra baskısından sonra "İstanbul geç" tabir ettiğimiz baskı saat 23.00 gibi olur, sabaha karşı ise sadece Cağaloğlu bölgesinde dağıtılacak olan ve gazetenin logosu “meşale”nin altında beş yıldızı olan Milliyet gazetesi, Babıali'nin gazete bayilerindeki yerini süslerdi...


 
O zamanlar gazetede çalışanların tümüne yakını sendikalı ve Cemiyet üyesiydiler... İşe ilk girenler anında sigortalı yapılıp kadroya alınıyor ve işe ilk girdiği gün de maaşları peşin veriliyordu. İlk sene 30 gün, daha sonraki senelerde ise 45 gün izin hakları vardı... 6 maaş da ikramiye veriliyordu... Yani bir ay tek, bir ay çift maaş alınıyordu... Kısacası geniş sosyal haklara sahip olan gazeteciler böylesi rahat çalışmanın yanında düşündüklerini de rahat bir şekilde ifade edip paylaşamasalar bile (çünki o günlerde birçok haber üzerinde Sıkıyönetim tarafından ambargo vardı ve her yazar düşündükleriyle kendini rahat ifade edemezdi. Bizlerin o an öğrendiği haberleri, kamuoyu ve halk, günler sonra öğrenebiliyordu) gazete içindeki büyük birliktelik ve beraberlik anlayışıyla bu düşüncelerini sadece bizlerle de olsa paylaşabiliyorlardı...

Derken 80'li senelerin sonuna doğru piyasaya yeni yeni renkli gazeteler de çıkmaya başlamıştı. Bu gazetelerin kadroları oluşturulurken, diğer büyük gazetelerde o güne kadar kemikleşmiş olan kadrolardan elemanlar ayartılarak kadrolar oluşturuluyor ve yüksek ücretlerle transferler yapılıyordu...



O günkü transfer piyasası büyük gazetelerde çalışan insan sayısını azaltırken, gelişen teknoloji sebebiyle de gazetelerin teknik servislerinden insanlar birer ikişer işten çıkartılmaya başlandı... Benim işe girdiğim sene 45 kişilik dizgi operatoru ordusu yarı sayıya inmişti bile...

İstanbul piyasasına önce Güneş gazetesi girdi. Beyazıt Meydanı'nın arka sokaklarında matbaasını kurdu... Ancak yayın ömrü fazla uzun sürmedi... Ardından İzmir'den bir gazete daha geldi adını değiştirerek... Onun adı da Sabah oldu... Bu gazete Babıali piyasasını oldukça karıştırdı... Yüksek fiyatlarla yeni kadrolar oluşturdular oluşturmasına da, sonra sendikayı hiçe sayarak önce çalışanları sendikasızlaştırıp taşeronlaştırdılar, ardından da düşük ücretlerle işçi çalıştırdılar sonra da sıfır sosyal hakla insanları kapı önlerine koymaya başladılar...

Şeker ve Kurban Bayramı demek bir zamanlar gazetelerde en iyi para kazanılan zamanlar demekti... Bayramın arife, birinci ve son günleri çalıştığınız zaman 14 maaşa yakın mesai parası alır, o ayki maaşınızı diğer eklentilerle birlikte ikiye katlardınız... Ayrıca bu bayramlar sırasında, bayramların diğer günlerinde de Cemiyet’in çıkardığı Bayram gazetesinde çalışmışsanız şayet, nerdeyse o ayki maaşınızın üç katı para kazanırdınız... Ancak bu fazla mesaili ve bol kazançlı gelenek fazla uzun sürmedi, bu geleneği ilk bozan, bu piyasaya dışarıdan giren Sabah gazetesi oldu... Şeker ve Kurban Bayramı zamanlarında işçilerini çalıştırıp, gazetesini piyasaya sürdü... Bunu fırsat bilen diğer gazete patronları da bu geleneği sonraki ilerleyen senelerde bozup, onlar da gazetelerini Bayram zamanlarında piyasaya çıkardılar...

Geliyoruz 90'lı yılların başına... Ülkedeki ekonomik istikrarsızlık Milliyet'i de vurmaya başlamıştı... Gazete çalışanları önce teker teker (diğer gazetelerde de olduğu gibi) sendikasızlaştırıldılar, sonra da taşeronlaştırıldılar... Sonrasında ise, gazeteye yeni teknolojiler getirip ardından "iflas ediyoruz, bu teknoloji bizi batırıyor" nidalarıyla getirilen bu teknolojik gelişmeyi bahane ederek çalışanları işten çıkartmaya başladılar, tabii ki yerine daha düşük ücretle çalışanları da işe alarak... İşte bu sıralar da bizim dizgi operatoru sayımız da nerdeyse iki elin parmak sayısına kadar düşmüştü... 9 kişilik bir kadroyla yazıları diziyorduk...

Bu piyasadaki çoğu meslektaşlarımız ve dostlarımız, diğer gazetelerde değil maaşlarını almak, aylarca ve yıllarca maaşlarını ve sosyal haklarını dahi alamadılar... Aramızda hala bugüne kadar haklarını alamayan, mahkemesi süren mağdur dostlarımın varolduğunu biliyorum... O zamanlar başka bir gazeteden arkadaşımız gazete binası içinde masası başında kalp krizi geçirip öldü, bir kısım arkadaşımız içine düştüğü ruhsal bunalımdan dolayı çeşitli hastalıklara yakalanarak aramızdan ayrıldı... Diğer vs.. vs..'leri ise anlatmak istemiyorum, bunlar çok üzücü ve insan ruhunda iz bırakan şeyler çünki...

Nasıl olduysa oldu, Sekizinci Cumhurbaşkanı rahmetli Turgut Özal gazetelere el atmaya başlayıp piyasada sadece 3.5 gazete bırakacağım dedikten sonra güya iflasa doğru sürüklenen gazete patronları daha bir zenginleşmeye, daha da bir plazalaşmaya ve de şu anda da hepimizin bildiği gibi kartelleşmeye kadar önleri açılmış oldu...

İşte 90'lı yılların başlarında ben de çalıştığım gazetede yapılan en son teksikat sonucu (yani toplu işten çıkarma) çok sevdiğim işimden istemeyerek de olsa ayrıldım... Yaklaşık 3 sene boyunca sürekli iş aradım durdum ama maalesef ekonomik kriz yüzünden bir iş bulamadım... Artık ne iş verirlerse yaparım abi modunda çalmadığım kapı bırakmamışken, yeni kurulan bir gazetenin kapı güvenliğinde 5 milyon TL'ye çalışmaya karar verdiğim sırada, Milliyet'ten aynı sebepten işten çıkarılmış bir ağabeyimin telefonuyla hayatım değişmeye başladı...

- "Ertan napıyorsun?"

- İyiyim abi, bir gazetenin kapı güvenliğinde iş buldum çalışacağım 5 milyon TL'ye... (Not: Bu gazetenin adı daha sonra Yenişafak oldu...)

- Boşver onları oğlum, senin gibi adamın hem öyle bir yerde, hem de kapı güvenliğinde ne işi var, gel sana 15 milyon vereceğiz, yeni kurulan bir gazetenin dizgi servisi şefi olacaksın...

- Hadi be, ciddi misin ağabey?...

- Hiç sana yalan söyler miyim, hadi hemen zaman geçirmeden gel...

Beni işe çağıran bizim camianın duayenlerinden Adnan Genç’ti... Beni oluşturduğu kadroya alan ağabeyimiz de spor yazarı Can Bartu'nun kardeşi Arslan Bartu'ydu... Arslan Bartu daha önce de Politika gazetesinin kuruluşunda da kadro oluşturmuştu... Ne zaman piyasaya yeni bir gazete çıksa, oluşturulacak kadronun başında hep bu Arslan Bartu olurdu o zamanlar... :)

Hemen verilen adrese doğru yola çıktım... Gazetenin adını ben de bilmiyordum o ana dek... Gazetenin Kurtuluş semtindeki binasına geldiğimde içeride ne masa, ne sandalye ne de herhangi bir şey vardı...

Daha sonra gazetenin ismi açıklandı... Çalışacağım yerin adı Akşam gazetesiydi.. Önce masam, sonra sandalyem, ardından ambalajını benim açtığım süper bir PC 386 bilgisayarım oldu... Ardından ben de birlikte çalışacağım dizgici kadromu belirledim... Milliyet'ten işten çıkartılmış çok sevdiğim iki ağabeyimi de işe aldırtıp, 3 kişilik kadroyla dizgi servisini oluşturdum...

Istanbul’da Kurtuluş semtini ve Ergenekon Caddesi’ni bilir misiniz bilmem... Harbiye semtini geçtikten sonra, Pangaltı’ndan yukarıya doğru çıkan caddenin adıdır Ergenekon... Bu caddenin en sonuna doğru Şe-Tat İşhanı'nın üst katlarındaki odalarda çalışmaya başlamıştık... Gazetede önceleri çok sıkıntı çektik... Maaşlarımız bile 15 günlük gecikmeyle veriliyordu... Bir ara büyük gazete dağıtımcıları tarafından gazetemiz dağıtılmadı... Bizler yılmadık, koltuklarımızın altına yüklediğimiz gazetelerimizi, şehrin belirli yerlerinde ücretsiz dağıttık... Daha sonra gazetemiz promosyonlar vermeye başlayınca yavaş yavaş belirli bir tirajı yakalamaya başladı... En sonunda da büyük promosyon sayılan TV’ler verilmeye başlayınca tirajımız diğer gazetelerin tirajlarını ikiye katladı...

İşte böylesi zor ve çetin geçen iki sene sonrası, bir bahar günü Topkapı'daki eski Tercüman baskı tesislerindeki binamıza taşınıverdik, Kurtuluş semtini ve Şetat İşhanı’nı kendi haline bırakarak... Derken önce gazete yönetimi, ardından da gazetemizin patronu değişti... Vs.. Vs..

Ve bir gün aynı son yine başıma geldi... Önce yanımda çalışanlar işten çıkarıldı, ardından ben de işten çıkarıldım...

Zaten teknoloji de hızla ilerlemiş ve bizim dizgicilik işimiz de tüm gazetelerde ölmeye başlamıştı... Önce gazetelerdeki daktiloların tıktıkları sustu, ardından da teleksler kaldırıldı, bunların yerlerini son sistem bilgisayarlar aldı... Yazıişleri ve yazar kadrosu kendi haberlerini ve yazılarını kendileri yazar oldu. Sadece evlerinden yazan, işyerine uğramayan birkaç önemli yazar da bir süre yazılarını faksla geçerken, daha sonra onlar da birer bilgisayar sahibi oldular ve yazılarını diledikleri yerden geçmeye başladılar... Bizlere artık dizilecek iş kalmamıştı...

Kısaca eskilerin tabiriyle mürettiplik yeni deyimle dizgi operatörlüğü böylece tarihe karışmış oldu... Bir zamanlar rahmetli Burhan Felek biz mürettipler için, "O eli karalılarla aynı masaya oturmam, aynı yerde bulunmam" deyip bizleri 212 sayılı yasadan faydalanmamamız ve gazeteci sayılmamamız için uğraş vermişti... Ve yıllarca bu böyle devam etti... Neyse biz elikaralılar, bu mesleğin son nesilleriydik... Ve bir meslek sonunda teknolojiye yenilip, tarihteki yerini böylece almış oldu... (Not: Elikaralı demek, eski kurşun makinelerinde dizgi yapan mürettiplere verilen genel addır...)

90'lı yılların ikinci yarısını bir basın ajansında çalışarak geçirdim... Bu ajansta sahipliğini Gencay Gürsoy’un yaptığı, Genel Yayın Yönetmenliği’ni de Adnan Genç’in yürüttüğü “Toplumsal Araştırmalar Kültür ve Sanat Vakfı” için “İstanbul Kültür ve Sanat Haritası”nı çıkarttık piyasaya... Ayrıca İTKİB (İstanbul Tekstil ve Konfeksiyon İhracatçı Birlikleri) adına da “Hedef” adlı sektör dergisini çıkartırken, 1999 Ağustos’una yaşanan deprem sonrası bu işyerinden de ayrılmak zorunda kaldım...

Bir süre boşta kalmamak için taksi şoförlüğü yaparken, 2000 senesinin sonlarına doğru kendimi, Radikal gazetesinin Yazıişleri kadrosuna bağlı dizgi servisinde çalışırken buldum... Daha işe yeni girmişken ve bu işe ve ortama alışırken ve üstelik üzerinden de birkaç ay geçmişken, Cumhurbaşkanı'nın anayasayı Başbakan'ın önüne fırlatıp atmasından sonra oluşan ekonomik kriz sebebiyle bir kez daha gazetedeki işimden ayrılmak zorunda bırakıldım...

Çalıştığım gazetelerle olan hukuki mücadelem 2005'li yılların sonlarına kadar sürdü... Önceleri Milliyet'i mahkemeye verip, teknoloji sebeple işten çıkarıldığım için sendikal hakkım olan 14 maaş ikramiyeye hak kazandım, ardından gazetede geçen sürem için 2098 sayılı yasadan faydalanmam için bir kez daha mahkemeye verdim. O da 4 senelik bir süreç sonrası sonuçlandı... Ayrıca Akşam gazetesini de Milliyet'teki davayı kazandıktan sonra emsal göstererek mahkemeye vermiştim... İlk önce davayı kazandığım halde, karşı taraf Yargıtay süreci başlattı, ikinci kez mahkemem görüldü. Ve haklı davamda haksız yere düşüp yine Yargıtay'lık oldu dosyam... Yargıtay’dan en son çıkan karar ise; Akşam gazetesi lehine onanarak geriye döndü... Ve ben haklı mücadelemi kaybetmiş oldum... Bir basın çalışanı olarak 22 sene üzerinden emekli olacakken, 25 yıllık süre üzerinden çalışma süremi doldurarak normal bir işçi statüsünde emekli olmaya hak kazandım...

İşte böyle sevgili dostlar... Bu yazımla birlikte, tamı tamına çeyrek asıra sığan hatıralarım, film şeridindeki kareler gibi, gözümün önünden bir anda gelip geçti...

Daha ne sevinçlerim, ne acılarım, ne hatıralarım, ne dostluklarım ve dostlarım var bu satırlara sığmayacak, sığdırılmayacak büyüklükte... O yaşanmışlıklar artık gönlümün derinliklerinde güzel birer hatıra olarak kalacaklar...

Çünki artık ben de emekliler kervanının bir yolcusuyum, tüm geride bıraktıklarımla...

Ertan Yurderi 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Nasıl yazımı beğendiniz mi? Yorum bırakarak benim gelişimime katkıda bulunabilirsiniz... Şimdiden katkınız için teşekkürler... Sevgiler ve saygılar... Ertan Yurderi (kocayurek)