Bilim, evren ve insanların evrendeki
konumları ile ilgili anlayışımızı değiştirdiği gibi, denetimimiz dışındaki
değişimleri kavramamıza ve bu değişimlere ayak uydurmamıza da yardımcı olan bir
daldır…
Görelilik, doğal seçilim, tohum kuramı, günmerkezlilik (helyosantrizm)
ve doğal olgularla ilgili daha nice açıklamalar, insanların zekaya ilişkin ve
kültürel anayışlarını yeniden biçimlendirmiştir. Aynı durum internet, biçimsel
mantık, mimarlık ve tekerlek gibi farklı buluşlar için de geçerlidir…
Şöyle önümüzdeki yaşanacak olan 40 veya 50 yılı bir düşünelim… 2050
yılında yaşanması muhtemel olgulara ve bunların meydana gelme olasılıklarına
bir göz atalım…
Bunlardan birkaçına neredeyse kesin, çoğuna olası, bir kısmına olası
değil ve oldukça uzak bir olasılık gözüyle bakabiliriz…
Şimdi bunları gözden geçirelim isterseniz…
1- İnsanın klonlanması (olası)
1996 yılıda Dolly adlı koyunun dünyaya gelmesinden bu yana, insanın
üreme amaçlı klonlanması da kaçınılmazmış gibi görünüyor. Ne var ki, öteki
memelilerde elde edilen başarıya karşın, insanlarda bu sürecin çok daha zorlu
olduğu su götürmez bir gerçek. Bir yumurta hücresinin çekirdeği yerine bir başka
hücrenin çekirdeğini yerleştirmek suretiyle klonlar oluşturan bilim insanları
bugüne dek çok sayıda insan dölütü klonlamış olmalarına karşın, bunların
hiçbiri ilk aşamadan sonrasına geçmeyi başaramadı.
İnsan klonlama yaşama geçirilirse, bu uygulamanın “dünyanın kısıtlı bir
bölgesinde” büyük olasılıkla varlıklı ve sıra dıı bir kişi üzerinde deneneceği
düşünülüyor. Hiç kuşkusuz, yaşam yaratmanın yeni yollarını geliştirmek
insanları böylesine engin bir bilimsel güçten yararlanılmasının beraberinde
getireceği sorumlulukları da enine boyuna düşünmeye zorlayacak.
2- Ek boyutlar (% 50-50)
Kolunuzu uzayın dördüncü bir boyutuna uzatmak müthiş bir duygu olmaz
mıydı? O zaman kendinizi sıradan geometrinin boyunduruğundan kurtarmış
olurdunuz. Arapsaçına dönmüş elektrik kabloları kolayca çözülüverir, diş
hekimleri dişinizi oymaya, hatta ağzınızı açmaya bile gerek duymadan kanal
tedavisi yapabilirlerdi.
Yerçekiminin göreli güçsüzlüğünden görünürde birbirlerinden farklı
parçacık ve güçler arasındaki yakın benzerliklere, çevremizdeki dünyanın
çeşitli gizemleri bilinen evrenin daha yüksek boyutta bir gerçekliğin yalnızca
gölgesiymiş izlenimini veriyor. Eğer gerçekten de öyle ise, Cenevre yakınındaki
Büyük Hadron Çarpıştırıcısı’nın (LHC) parçacıkları dağıtarak onların üç boyutlu
kalmalarına neden olan engelleri ortadan kaldırmaya yetecek enerjiyi salması ve
o akıllara durgunluk veren alana girmemize olanak tanıması da işten değil.
Modern fizik kuramlarında ek boyutlarla ilgili temel gerekçe, tüm farklı
parçacıkları tek bir grupta birletirmeyi hedefleyen, süper bakışımlılık
kavramıdır. Süper bakışımlılık ancak uzay toplam 10 boyuta sahip olursa bu
amaca ulaşabilir.
Ek boyutların keşfi yalnızca fiziği değil, ona bağlı disiplinleri de
dönüştürebilir. Ek boyutlar kozmik ivme gibi gizemleri aydınlığa
kavuşturabileceği gibi, boyutluluk kavramının yeniden ele alınması yönünde de
bir ilk adım oluşturup, uzay ile zamanın uzamsız ve zamansız bir alanda
tükendiği fiziksel ilkelerden ortaya çıktığı duygusunu daha da pekiştirebilir.
3- Dünyadışı zekâ (olası değil)
1960 yılında, 29 yaşında genç bir gökbilimci olan Frank Drake 26 metre
genişliğinde bir radyo teleskobunu yakındaki iki yıldıza yönelterek oradaki
olası uygurlıklardan gelebilecek yayınların izini sürmeye çalıştı. Bu çabası
boşa gitmekle birlikte, Drake’in Ozma Projesi dünya dışı zeka arayışı
(SETI) girişimini başlatmış oldu.
Mayıs 2010’da 80 yaşına merdiven dayayan Drake, halen Carl Sagan Evrende
Yaşam Araştırma Merkezi’ni yönetiyor. Bir zamanlar gökbilimsel aygıtlarla
südürülen çalışmalar artık bu amaçla geliştirilmiş Allen Teleskop Dizgesi (ATA)
gibi araçlarla yürütülüyor. Bugüne dek gerçekleştirilen en kapsamlı
kampanyalardan biri olan ve dünyanın en büyük teleskoplarıyla yakın yıldızları
araştıran Phoenix Projesi kapamında 9 yılda yaklaşık 800 yıldız incelendi.
Samanyolu’nun yüzde birinin milyonda birinden azına eşit sayıdaki bu
yıldızlardan bile sinir bozucu sayıda olası sinyal parametleri elde edildi. Bu
parametreler, dünya üzerindeki radyo gibi frekans, zaman, modülasyon türü vb.
bilgileri içeriyorlar.
Ne var ki, yeryüzü-benzeri dünyalarda bile teknolojik, radyo yayını
yapan yaşam pek yaygın olmayabilir. Araştırmacılar mikrop ya da küf gibi daha
basit yaşam biçimlerinin bulunması konusunda çok daha umutlular.
4- Nükleer Değiş Tokuş (olası değil)
Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve ABD, Rusya ve başka ülkelerin silahların
denetlenmesi yönündeki girişimleri sonucunda küresel çapta nükleer yok oluş
tehlikesi büyük ölçüde giderilmiş oldu. Ancak bozguncu uluslar ve bitmek
bilmeyen gerilimler yerel nükleer silah değiş tokuşunu yaşamın bir gerçeği
durumuna getiriyor.
Gelgelelim, örneğin Pakistan ve Hindistan arasında bir değiş tokuş
olması durumunda söz konusu olabilecek, küreel çapta bir etki ancak düzinelerce
bombanın patlamasıyla meydana gelebilir. Bilim insanları bu etkileri
örneklemeye çalışırlarken söz konusu ulusların tüm silah depolarını
boşalttıkları, böylece Hiroşima boyutunda 100 kadar bombanın patlatıldığı
varsayımından yola çıkıyor. Böyle bir savaşta ölen 20 milyon insanın yanı sıra,
çatışmanın dışında kalan çok sayıda insanın da üst hava küreye yayılan yaklaşık
5 milyon ton is ve duman nedeniyle zamanla yaşamlarını yitirecekleri
öngörülüyor.
İklimsel etkilerle katı parçacıkların yaklaşık bir hafta içinde çevreye yayılacağı,
iki ay içinde gezegeni kaplayacağı, kararan gökyüzü nedeniyle bitkilerin
güneşten yoksun kalacakları ve bunun da besin zincirinde 10 yıllık bir etki
yaratacağı, sonuçta yaklaşık bir milyar insanın açlıktan öleceği düşünülüyor.
Ancak dünyayı tümden değiştirecek böylesine iç karartıcı bir olgunun
asla yaşanmaması insanların elinde ve de sorumluluğunda.
5- Asteroit çarpması (olası değil)
Yakın bir zamanda tarihi yeniden yazdırmaya aday bir asteroit yok gibi
görünüyor. Ancak önümüzdeki 200 yıl içinde havakürede küçük bir uzay taşının
bir kenti yerle bir edebileceği bir güçte patlaması olası.
Kısaca DYS olarak bilinen Dünyaya Yakın Cisimler, yörüngeleri günberi
noktasında olup, gezegenimizin 195 milyon kilometre yakınına dek gelen asteroit
ya da kuyruklu yıldızlardır. NASA çapı 1 kilometre ya da 1 kilometrenin
üzerinde olan 940 DYC saptadı (bu boyuttaki toplam DYC’lerin %85 kadarı) ve
bunların hiçbirisinin dünyaya çarpması beklenmiyor.
Ancak, Ulusal Araştırma Konseyi’nin bu yılın başlarında yayınladığı
rapora göre, asıl büyük tehlikeyi daha küçük göktaşları oluşturuyor. Sayıları
100.000 kadar olan bu asteroit ya da kuyruklu yıldızların, dünyanın sonunu
getiremeyecek denli küçük olsalar bile, 300 megaton TNT’nin yaratabileceğine
denk bir etki yaratabileceklerine dikkat çekiliyor.
6- Ölümcül Salgın (% 50-50)
Yeni bir grip ya da herhangi bir hastalık virüsü, genç ve sağlıklı
olanlar da dahil, milyonlarca kişinin ölümüne yol açabilir. Böylesi bir salgın
durumunda büyük olasılıkla çok sayıda ülke sınır kapılarını kapatır. Bu da
bireyler arasında ayrımcılığı, hükümetler arasında karşılıklı suçlamalara neden
olur. Sonuçta uluslararası ticarette bir düşüş meydana gelir ve ülke
ekonomileri ciddi ölçülede zarara uğrar.
Salgın hastalık tehlikesi ortaya çıkar çıkmaz, politikacılar ve başka
meslek yöneticileri yalan yanlış ya da eksik bilgilerden yola çıkarak bir takım
katı kararlar almak zorunda kalır. Hükümetler salgın hastalığın üstesinden
gelmeye çabalarken temel insan hakları ciddi biçimde çiğnenebilir. Salgın kaynağı
insan olduğunda, bunun toplum üzerinde yarattığı etki doğal bir afetin
yarattığından çok daha kötü olur.
7- Yaşamın yaratılması (neredeyse kesin)
Günümüzde sentetik biyoloji mevcut organizmaların üzerinde oynamalar
yapmakla ilgilidir. DNA üzerinde yapılan oynamalar yeni kimyasalların,
yakıtların, hatta ilaçların üretilmesine yol açabilir. Bu alanda çalışan bilim
insanları yaşamın yapı taşlarını sıfırdan oluşturup, bunları zaten canlı olan
bir yapıya ekliyor ya da doğal yapıtaşlarının yerine yerleştiriyorlar.
Gerçekten de, sentetik biyoloji mühendisliğin büyük ölçekli ilkelerinin
dirimbilimin alanına katılmasından ibaret. İlke olarak üretilen her şey
dirimbilim ile üretilebilir. Bunun küçük ölçekli örneklerine şimdiden
rastlanıyor. Yüksek sıcaklıktaki mikroplardan elde edilen ve yeniden işlemden
geçirilerek soğuk suda yıkamaya elverişli çamaşır deterjanlarında kullanılan
enzimler bunlardan biri.
Kimi bilim insanları yaşamın yeniden yaratılmasına çalışıyorlar. Nitekim
J.Craig Venter Enstitüsü’nden Carole Lartigue, Hamilton Smith ve diğer
araştırmacılar sıfırdan bakteri genomu oluşturmayı, hatta bir mikrop türünü
başka bir türe dönüştürmeyi başardı. Başka bir yerde araştırmacılar sentetik
biyolojide kullanılacak enzimlerin oluşturulması amacıyla yapay organeller
yarattı. Öyle ki sıfırdan yaşamın yaratılması an meselesi.
8- Oda sıcaklığında süper iletkenler (%
50-50)
Normal sıcaklık ve basınçlarda işlev gören süper iletkenler gerçek
anlamda küresel bir enerji kaynağı oluşturabilirler. Sahra güneşi Akdeniz’in tabanına
yerleştirilen süper iletkenler aracılığıyla Batı Avrupa’ya güç sağlayabilir. Ne
var ki, oda sıcaklığında süper iletkenin nasıl yapılacağı konusu ilk süper
iletkenlerin oluşturulduğu 1986 yılından bu yana gizemini koruyor.
İki yıl önce tümden yeni bir süper iletken sınıfının bulunmuş olması
araştırmacıların hedefe ulaşması konusunda daha umutlu olmalarını sağlasa da,
bugüne dek çok büyük bir ilerleme kaydedilemediği belirtiliyor.
9- Makine farkındalığı (olası)
Yapay zeka araştırmacıları kendi kendilerini yenileyebilen, farklı
koşullara kendi başlarına uyum sağlayabilen yüksek zeka düzeyli bilgisayar ve
robotların dünyayı değiştirebileceğini inanıyor. Bunun ne zaman gerçekleşeceği,
hangi sınırlara ulaşacağı ve insanların bu konuda neler yapabileceği ise henüz
tam olarak bilinmiyor. Günümüzün akıllı makineleri bilinen koşullarda belirli
görevleri yerine getirmek üzere tasarlanmış makineler. Ancak gelecekte bu tür
makineler biraz daha özerklik kazanabilir.
10- Kutuplardaki erime (olası)
Bir buz kütlesinin erimesi yüzyıllar alabilir. Yine de, buzlardaki
erimenin bilim insanlarının daha birkaç yıl önce umduklarından çok daha hızlı
bir seyir izlendiği söylenebilir. Deniz yüzeyindeki yükselme yavaş olmakla
birlikte, yıkıcı etkiler yaratan fırtına ve benzeri afetlerin meydana gelme
olasılığı hızla artıyor.
Uzmanlar, sera gazlarında bir düşüş sağlansa bile, kutuplardaki erimenin
önüne geçilmesinin son derece güç olacağına dikkat çekiyor. Buzulların erime
hızı, iklimdeki genel değişim hızının gerisinde kalsa bile, buzullar tümden
eridiğinde bunların yeniden oluşmalarının çok daha uzun ve zorlu bir süreç
olacağına parmak basıyorlar. İnsanların çok daha sulu bir dünyaya nasıl ayak
uyduracakları konusu ise henüz bilinmiyor.
11- Pasifik depremi (nerdeyse kesin)
San Andreas fay hattının büyük bir bölümünün bir defada kırılması 8.2
şiddetide bir depremin yaşanmasına neden olabilir. Kaliforniya’nın güneyinden
başlayıp kuzeyde San Fransisco’ya (Bay Area) dek uzanan 1300 kilometrelik fay,
Kuzey Amerika levhası ile Pasifik levhası arasındaki sınırı oluşturuyor.
Yerbilimsel kayıtlardan yola çıkan bilim insanları fayın genelde 150
yılda bir kırıldığına, son büyük kırılmanın yaklaşık 300 yıl önce
gerçekleştiğine dikkat çekiyor.
Gelgelelim, kırılma olasılığı yüksek olan tek fay San Andreas değil.
Kuzeybatı Pasifik levha sınırındaki bir kırılma 9.0 şiddetinde bir depreme
neden olabilir. Böylesine büyük bir depremin tam olarak ne zaman meydana
geleceğini önceden kestirmek olanaksız olsa da, yakın bir zamanda
yaşanabileceğinin ayırdında olmak, olası zararı büyük ölçüde azaltabilir. En az
7.8 şiddetinde depreme dayanıklı çağdaş yapı teknikleri ve kamuoyu
bilinçlendirme kampanyaları sayesinde depremler korkulu bir düş olmaktan
çıkabilirler.
12- Füzyon Enerjisi (oldukça uzak bir olasılık)
Kuramsal açıdan ele alındığında, füzyon ya da nükleer kaynaşmaya dayalı
enerji santralları dünyanın giderek artan enerji gereksinimi sorununa çözüm
getirebilir. Sıradan deniz suyunda bulunan bir tür ağır hidrojen ile çalışacak
bu santrallar kurumlu kirletici, nükleer atık ve sera gazı benzeri maddeleri
üretmeyeceklerinden, çevreye de zarar vermeyecekler.
Ne var ki, uygulamada, füzyon dünyamız üzerinde fizikçilerin
düşledikleri türde bir değişiklik yaratmayabilir. Füzyondan enerji kaynağı
olarak yararlanılması için gerekli teknolojiye henüz sahip olaadığımız gibi,
geliştirilecek ilk reaktörlerin içinde bulunduğumuz yüzyılda yaygın biçimde
kullanılamayacak denli pahalı olacakları da su götürmez bir gerçek.
Kaynak: Scientific American – June 2010 – 12 EVENTS What the future
holds that will change everything
http://www.scientificamerican.com/sciammag/?contents=2010-06
Çeviri: Rita Urgan (CBT 1217 / 8-9)
http://www.scientificamerican.com/sciammag/?contents=2010-06
Çeviri: Rita Urgan (CBT 1217 / 8-9)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Nasıl yazımı beğendiniz mi? Yorum bırakarak benim gelişimime katkıda bulunabilirsiniz... Şimdiden katkınız için teşekkürler... Sevgiler ve saygılar... Ertan Yurderi (kocayurek)