Ramazan’ın 9. gününe denk gelen 23 Ekim Cumartesi günü
eşim Zeynep ve bu yazıyı birlikte hazırlayacağımız Zeynep’i yani Felix’i
buluşma yerimizde beklerken, günün bize ne sürprizler hazırlayacağından
haberimiz yoktu… Nerelere gidecek, kimleri ziyaret edecektik bunları
bilmiyorduk… Kesin bir program yapmamıştık çünki…
Vosvos’umu çalıştırarak ve sevgili Felix’ imizi de
yanımıza katarak, İstanbul şehrinin suriçi evliyalarını teker teker ziyarete
çıktık…
Yolculuğumuzun ilk durağı Ramazan ayının ilk günü
topluca oruç açılan yer olan “Oruç Baba” kabriydi… Şehremini otobüs durağını az
geçtikten sonra Pazartekke durağına gelmeden ilk sağdan kıvrılırken yıllar
öncesine gidiverdim birden… Bu yer sokak arası bir yerdeydi… Etrafında eski
evler vardı… Buraya Ramazan ayının ilk günü çevre mahallelerden insanlar gelir,
oruçlarını sirkeye batırılmış ekmek ve zeytin tanesiyle açardı… Anlatılan
rivayete göre, “Oruç Baba” burada her Ramazan ayının ilk günü Hızır
Aleyhisselam ile buluşup orucunu açarmış.. Şimdilerde ise, çevre biraz
düzenlenmiş… Mezar yerleri temizlenip, etrafı çevrilmiş… Pırıl pırıl bir yer
haline getirilmiş… Ramazan ayının ilk günü de artık değil çevre
mahallelerinden, İstanbul’un dört bir yanından, hatta değişik illerden
insanlar gelip, oruçlarını burada açıyorlar… O gün oradaki insan selini ve
kalabalıklığını anlatabilmek imkansız… Ortalıkta “Oruç Baba’nın yüzü suyu
hürmetine Allah’tan ne dilerlerse bir yıl içinde gerçekleşir rivayeti” de
dolanınca değil o sokakta gezinmek, yürümek bile imkansız hale geliveriyor
Ramazan’ın ilk günü…
“Oruç Baba”
adıyla tanınan Mustafa Zekai Efendi Halveti şeyhidir, 1860’da vefat etmiştir.
Yanındaki kabirlerde ise Şeyh Hasan Aziz Efendi ve Şeyh Ahmet El-Mısri
Hazretleri yatmaktadır… Kabirlerde yatan diğer şeyh efendilere ve köşede bizi
ilgili gözlerle izleyen yaşlı beyaz kediye de selam vererek oradan ayrıldık…
Yazın son demlerinden güneşli bir İstanbul sabahında,
Has Odabaşı Camii ile karşılıklı Ayazma‘nın arasından Şehr-i Ramazanın’da yine
Halveti tarikatının Ramazaniyye kolunun kurucusu olan Ramazan Efendi Camii’nin
bulunduğu yere doğru ilerken, yolumuzun üstündeki Seydi Seyfullah Baba’yı,
Cevdet Paşa Caddesi üzerindeki Haffaf Baba’yı da ziyaret ederek, Bezirgan
Tekkesi’ni içine alan Ramazan Efendi Camii önünden Kocamustafapaşa’ya
çıkıyoruz. Halveti’nin Pir’i Sümbül Efendi’ye geliyoruz.
Arabamızı uygun bir yere park ettikten sonra Sümbül
Efendi Camii’nin avlusuna doğru her iki Zeynep’le birlikte yürürken Felix
Zeynep’in yüreğinden coşan nağmeleri dinleyelim isterseniz…
“Yaradan’la muhabbetin kokusu Sümbül kokusu mudur?
Sandukasında çiçekler,
Camii avlusunda kadınlar birlikte dua ediyor, birlikte
diliyor umut ediyor sevinçleri…
Avluda Çifte Sultanlar’a (Fatıma ve Sakine)
yanaşıyorum, başımı demirlerin üzerinden kaldırıp bakıyorum, bir çift kumru,
gülümsüyorum. Alem konuşur kendi diliyle ve her dili bilen bir ‘O’ var…”
Sümbül Efendi, Sultan II. Bayezid, Yavuz Sultan Selim
ve Kanuni Sultan Süleyman zamanında yaşamış bir velidir. Halvetiyye tarikatının
Sümbüliyye kolunun kurucusudur. Adı Yusuf Sümbül, lakabı Zeynu’d-Din’dir.
Sümbül Sinan diye tanınır. 1451 Merzifon Hamideli doğumludur. İlk
tahsilini Merzifon’da almış, 1465’te İstanbul’a gelmiştir.
Sümbül Efendi, etrafında bulunanlara verdiği vazifeler
hususunda da son derece titiz
davranırmış. Hakk aşığı olabilmenin güçlüklerle dolu bir mücadele gerektirdiğini ifade etmek için de:
davranırmış. Hakk aşığı olabilmenin güçlüklerle dolu bir mücadele gerektirdiğini ifade etmek için de:
– “Ben onsekiz yıl var ki hiç sırtımı yere koymadım.
Bu zaman zarfında hiçbir yere dayanmadan odanın ortasında oturdum. Uykumu da o
vaziyette uyudum!” dermiş…
Rivayetlere göre; devrin koskoca padişahını dile
getiren Sümbül Efendi’yle Yavuz Sultan Selim arasında geçen şu olaya kulak
verelim…
Yavuz Sultan Selim, tekkede sema ve devran yapıldığını
duyunca kızar ve Koca Mustafa Paşa’ya, tekkenin yıktırılmasını emreder.
Tekke’yi yıkmaya gelenler, Sümbül Efendi’yi karşılarında görünce, O’nun
heybetinden korkarak geri dönerler. Bunu duyan padişah: “Kendim varıp, orasını
yerle bir edeyim!” der ve birkaç adamıyla birlikte gider. Tekke’ye vardığında,
Sümbül Efendi’yi görür görmez niyetinden vazgeçer. Samur kürkünü hediye ederek
geriye döner. Saraya geldiğinde, “Niçin gittik, ne yaptık?” diye soran
nedimlerinden birine şöyle der:
– “Şeyhin yanında kükreyen iki aslan ve üzerlerinde de
süvariler vardı! Onlardan korktum. Şeyh’den de utandım. Bunun için niyetimden
vazgeçtim!..”
Sümbül Efendi, 2 Muharrem 1529 Pazartesi günü vefat
etmiştir..
Camii’in içi Ramazan dolayısıyla kalabalıktı… Türbe
ziyarete açık olduğu için ziyaretimizi dualarla süsleyip ve camii avlusundaki
diğer şeyh’lerin kabirlerini de ziyaret ettikten sonra, Uyku Dede’nin bulunduğu
sokağa doğru hep birlikte yürüdük…
Kocamustafapaşa’nın yaşlı evlerinden sonra dar bir
sokakta karşılıyor bizi Uyku Dede…
Seceresi yazmıyor ama kapısında ‘Bir Garip Derviş’
‘Uyku Dede’ yazıyor sadece… Kabrini çevreleyen duvardaki ufak camdan içeriye
bakıyoruz… İçersi çok düzenli ve temiz… Kabri üzerinde bir sürü tespit ve
kalemler var…
Bu arada Felix Zeynep’in yine mırıldanmalarını
işitiyorum:
“Bu rüyacı ‘feyz’ ister huzursuz uykularına ve hangi
âlem uykuda hangi âlem uyanık?”
Uyku Dede’nin yanından duamızı ederek ayrılıyoruz… Az
ilerdeki fırından burnumuza mis gibi pide kokusu gelirken eşim Zeynep fırına
uğradığında biz de fırının karşısındaki sokağın içinde iki evin arasında
dinlenen Abdullah Efendi Hazretleri’ne duamızı ediyoruz…
Sümbül Efendi Camii önüne park ettiğimiz vosvosumuza
bindikten sonra camii önünden uzaklaşarak, Cerrahpaşa Caddesi yönünde
ilerlerken, Hekimoğlu Ali Paşa Camii’nin arka tarafına denk gelen yerde
Vücuduzade Hazretleri’nin mezar yeri önünde kısa süreliğine durup, duamızı
yaptıktan sonra Camii’nin ön tarafına dönüyoruz… “Hekimoğlu türküsü”nü dilimize
dolandırırken Silivrikapı istikametine arabamızı yönlendiriyoruz… Karşımıza ilk
çıkan Seyit Seyfullah Hazretleri’nin önünden geçerken az ileride Sitti
Hatun Camii’ni görüyoruz… Sur dışına doğru çıkarken de sur kapısına denk gelen
yerde Elekli Dede’ye selam ediyoruz…
Belgradkapı’yı geçip, Yedikule istikametine
geldiğimizde arabamızın direksiyonunu, Kazlıçeşme’de eskiden dericilerin
bulunduğu, şimdilerde ise alabildiğine açıklık olan arazi önündeki yola
çeviriyorum…
İlk durduğumuz yerde; “Tandırın Kenarı, Erleri Yeri
Horasan”dan gelip İstanbul’a kelle veren “7 Şehitler”i (7 Emirler)
selamlıyoruz.
“Tanrı’dan geldik, Tanrı’ya gidiyoruz. Tanrı’dan başka
kimse de kudret ve kuvvet yoktur ki bizi durdursun. Biz mekansızlıktan gelip
mekansızlığa gidenlerdeniz.”
Biraz ötede Mehmet Haydar Dede, Tekli Dede, Fatih
Sultan Mehmet’in Sakacıbaşı… Yolun bitiminden Kazlıçeşme tren istasyonuna doğru
döner dönmez Canlar’ın Babası “Erikli Baba”da soluklanıyoruz. Burası restore
edilerek günümüzde Cemevi olarak kullanılıyor… Erikli Baba, kapıdan girer
girmez sizi karşılıyor mezar yeriyle… Etrafı bir çiçek ve gül bahçesine
çevirmişler buradaki görevliler… Duamızı edip, buradan da ayrılıp, Kazlıçeşme
tren istasyonu önünden Mevlanakapı arkalarına, eski Kozlu mezarlıklarına doğru
yola çıkıyoruz…
Hafta sonu olması sebebiyle Merkez Efendi Camii ve
çevresi epey bir kalabalık… Camii’nin önündeki dini yayınlar satan derme çatma
işportacıları geçip, cami avlusuna girdiğimizde epey bir kalabalık görüyoruz…
Çevre illerden otobüslerle evliya ziyaretlerine gelenler doldurmuş içersini…
Zorlukla Merkez Efendi’nin kabrinin içine giriyoruz… Duamızı ede ede yavaşça
dışarı çıkıyoruz… Daha sonra Merkez Efendi’nin çilehanesine iniyoruz… Yerin iki
kat altında bir yer burası… Merkez Efendi günlük işlerinin sonucunda buraya
inip, ibadetinin geri kalan kısmını burada yaparmış…
Asıl adı Musa bin Muslihiddin bin Kılıç olan Merkez
Efendi 1463 Denizli doğumlu olup, veli ve ruh hekimidir. Halvetiye
Tarikatı’ndandır… Sümbül Efendi’nin öğrencisidir… Ona “Merkez Efendi” ismini
veren yine Sümbül Efendi’dir… Bunun hikayesi ise şöyledir:
Sümbül Efendi ile Merkez Efendi bir gün sohbet
ediyorlarmış. Bir ara Sümbül Efendi sormuş:
– “Bu Dünya’yı sen yaratsaydın, bu alemde neler
yaratırdın?”
Merkez Efendi cevap vermiş:
– “Her şey o kadar mükemmel ki, ona ne bir şey ekler,
ne de bir şey çıkarırdım. Her şeyi merkezinde, yerinde bırakırdım.”
Sümbül Efendi, bu cevabı alınca çok sevmiş ve:
– “Bundan sonra, senin ismin ‘Merkez’ olsun. İnşallah,
sen de merkezini bulursun!” diye dua etmiş.
Merkez Efendi daha sonra Sümbül Efendi’nin kızı Rahime
Sultan ile evlenerek Denizli’ye geriye dönüp orada irşad görevinde bulunmuş. Bu
arada dönemin padişahı Kanuni Sultan Süleyman Manisa’da ölen annesi Hafize
Sultan için camii, imarethane ve bimarhane yaptırınca, Sümbül Efendi’den
bu imarathane ve bimarhane için bir hoca istemiş… Bunun üzerine Merkez Efendi
hocası Sümbül Efendi’nin çağrısı üzerine Manisa’ya gelip imarethanenin ve
bimarhanenin başına geçmiş…
Manisa bimarhanesinde göreve başladıktan sonra, hastaların
tedavileriyle de meşgul olmuş; musiki ile tedavi usulünü ve Tıp’ta, büyük bir
yenilik sayılan “Macunla kür yapma” usulünü uygulamış, birçok hastayı bu
yöntemle şifasına kavuşturmuş.
41 çeşit baharattan meydana gelen ve “Mesir Macunu”
adı verilen bu macunun terkibini Merkez Efendi keşfetmiştir.
Macunun şöhretinin her tarafa yayılması üzerine, bu
husustaki istekler, bir zaman gelmiş, artık karşılanamaz olur. Bunun üzerine
Merkez Efendi, macunun: İlkbahar’ın geldiği ilk günlerde, bir defaya mahsus
olmak üzere halka da dağıtılmasına karar verir. Bu karar üzerine her sene
Mart’ın 22’sinde (eski Mart’ın 9’unda) Sultan Camii’nin minarelerinden, halka
Mesir Macunu atılması, asırlardan beri süre gelen bir adet halini almıştır.
Sümbül Efendi’nin ölümü üzerine İstanbul’a gelen
Merkez Efendi daha sonra Sümbül Efendi’nin makamına geçip burada görevine devam
etmiştir… Merkez Efendi 91 yaşında vefat etmiş, bugün Mevlanakapı’daki kendi
adıyla anılan camiinin içine defnedilmiştir.
“Her şey merkezindedir, eksik noksan yok” diyerek
selam verip, selam alıyoruz yeniden… Gönüllerimizde “aynı anda kalbinden
geçiyorsa iyilik, kabuldür çünkü her şey merkezi”nde sözleriyle Camii’nin
avlusunda Merkez Efendi tekkesinin şeyhleriyle koyun koyuna yatan Rıfai’nin
gözbebeği Kenan Rifai’ye de selam ediyoruz…
“Evvelce Zahir Tekkesi’nde demsaz idik, Şimdi Kalb
Tekkesinde dilsazız” derken ziyaretlerimizin sonra durağı olan Eyüp semtine
doğru yolumuz düşüyor…
Burası tam bir evliyalar merkezi gibi… Her sokak
içinde birkaç cami ve birkaç evliyaya rastlamak mümkün… Arabamızı park
ettiğimiz yerden Eyüp Sultan Hazretleri’ne doğru yürürken karşımıza çıkan
evliyalara da dua ediyoruz teker teker… Öğlen namazına denk geldiği için Eyüp
Sultan Camii’nin ön avlusunu kadınların rahat namaz kılabilmesi için kadın
cemaatine ayırmışlar… İçeriye girmek namümkün olduğu için bulunduğumuz yerden
duamızı edip, tekrar geriye dönüyoruz…
Yolumuz üzerinde bulunan Hacı Bayram Veli ve
Akşemseddin Hazretleri’nin Pirdaşı olan İstanbul İstanbul’un fetih
şehitlerinden Ebu Edhem Hazretleri’nin kabrinin içine girip duamızı ettikten
sonra, en son olarak Halvetiye tarikatı şeyhlerinden Pir Ümmi Sinan’ın
tekkesini ve mezar yerini ziyarete gidiyoruz…
1568’de hem dergahın banisi ve hem müridi Nasuh
Efendi’nin yaptırdığı “Gül Bahçesi Dergahı”na varıyoruz.
‘Seyrimde seyre vardım
Gördüm sarayı, gül’dür gül
Sultanınım tacı tahtı gül’dür,
Gül bağı divan gül’dür gül’
Hazireye son sırlanan Ümmi Sinan’ın son mürşidi Talip
(Kargı) Baba’nın yaptırdığı semahaneden “Gül ilahisi” duyulurken, ata emaneti
dergahın bekçisi Kargı ailesi’ne de uğrayarak gezimizi bugünlük tamamlıyoruz…
“Aşık’a sordum seni,
Maşukun ettim seni,
Ümmi Sinan’a sordum,
Talip’te buldum seni”
Ümmi Sinan Hazretleri’nin kabri içine girdiğimizde o
gül kokusunu her soluk alışımda hissediverdim… Gözlerimi kapayıp duamı ettiğim
sırada sordum kendi kendime “Nerdeyim?” gözümün önünde bir mekan beliriverdi
ansızın… Mekanın sağ tarafı masmavi bir deniz idi, uçsuz bucaksız bir kumsalı vardı..
Sol tarafına kafamı çevirdiğimde ise yine uçsuz bucaksız gül bahçesi içinde
buluverdim kendimi… Rengarenk çeşitli güllerle kaplı sonsuz bir gül bahçesini
gördüm… Kendime geldikten sonra o ruh haletini anlatamam… Günlerce etkisinde
kaldım…
Son söz olarak Felix’in yüreğinden dökülenler;
Girdim Sinan Şehri’ne,
Pir’im Ümmi Sinan
Muhabbeti Muhammed Ali
Gül demindedir Sinani
Yolunun Candan Talibi
Cümlesine Selam OLsun. Cümlesinin Yüzsuyu Hürmetine
Yaradan Derman OLsun.
Son söz olarak benim de kocayüreğimden dökülenler;
Ey CAN’ımın CANAN’ı “Sevgili”;
Dinle az hele içimdekini…
Bir değirmen misali vecd edip,
dönüp duruyorum yana yana.
İster yele veririm kendimi,
İster isem hayat suyuna…
Gül bahçesinin bir gülüydüm,
Günüm geldi açıldım,
Günüm geldi koparıldım
Günüm geliyor solacağım
O “Yar”e yine “sevgi” ile sunulacağım…
O “Yar”in uğrunda can versem ne yazar,
Ne hoş ölüm olurdu bu bana…
Ben “O”nun divanesiyim zaten,
Toprak da hep aşina bana…
Bu gece aşkın gam’ı var sanki,
BİR’in PERDE’sinden okunan…
Sufleler veriliyor sanki,
Her NAĞME’siyle yazdırılan…
“Aşıklar Diyarı”nın ışığını yaktım,
“Gönlü Uyanık”larla uykusuz kaldım,
“Sevgi”yi “Sevgili”lerle halka yaptım,
Hadi bu kapıdan BİR’likte geçelim…
Son sözünü eder bu Kocayürek;
Bu geliş-gidişler hep senin GÖNLÜ’ne,
Bütün günahlar ise benim HANE’me,
Şükürler olsun ki BIZ’i kavuşturana
Ayrılık zincirinin BAĞ’larından kurtulduk…
Bu huş’u içinde çarpıyor işte kalbim,
Tef vuruşu misali irkiliyor şu beynim
Ben ağlamaklı inleyiş arasında gidip gelmekteyken,
Nasıl SECDE edeyim ah “Yar”im sana….
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Nasıl yazımı beğendiniz mi? Yorum bırakarak benim gelişimime katkıda bulunabilirsiniz... Şimdiden katkınız için teşekkürler... Sevgiler ve saygılar... Ertan Yurderi (kocayurek)