24 Ağustos 2004 Salı

"Rock'ım geldi.. Geçti ve gitti..."



Gözlerimize, kulaklarımıza, burunlarımıza, yüreklerimize ve bilumum insan vücudunun her bir noktasına çeşitli şekilde hitap eden bir organizasyonu daha sağsağlim atlattık... Yalnız vücudumuzun güneş gören yerlerinin yanması, yanan yerlerinin acıması, içimizde biriktirdiğimiz yaklaşık 2 metreküp su hacmini ve bir o kadar da tıkındığımız yiyeceklerin midemizdeki gazsal devinimini saymazsak hiçbir sıkıntımız olmadı bu süreç içinde çok şükür...

Hemen neden bahsettiğimi anlamışsınızdır umarım Rock'n Coke 2004'ten elbette...

Bir hafta önce gidip hazırlık aşamalarına bizzat ve yakinen şahit olduğum Hazerfen Çelebi Efendi Hazretleri'nin ismi şahanelerine ithaf olunan ufak Cesna ve Kataman tipi uçakların inip-kalktığı havaalanının, Büyükçekmece Gölü'ne bakan batı ve kuzeybatı cephesi, geçtiğimiz haftasonu büyük bir organizasyona sahne oldu malumunuz üzre...

Festivale günübirlik gelenlerden 45 milyon Törkiş Lira'nın alındığı, iki günlük yatılıya kalan misafirlerinden de 65 milyon Törkiş liranın alındığı böylesi dev bir organizasyona, altımızdaki Vosvos'umuzla havaalanının araba misafirhanesine 5 milyon Törkiş lira bayılmayarak girdik Cumartesi günü... Bayılmadık çünki basın kartımız artık bu saatten sonra bu alan içinde çalışmaya başlamıştı... İçeriye girişte de Basın'a ayrılan bölümden kollarımıza kırmızı plastik bandanalar takılarak girdik içeriye... Efendim, bu bandanalar her gün renk değiştiriyordu.. Pembelisi olanı vardı, yeşillisi olanı vardı, beyazı olanı vardı, kırmızısı olanı vardı... Yani herkesin sağlı sollu kolları çiçek gibi rengarenk olmuştu... Bunlara bakılarak kimin nasıl bir ziyaretçi olduğunu görevliler anlıyordu.. Ayrıcana içeride görevli olanlara da boyunlarına asılan kırmızı-beyaz tabelalarda ise görev yerleri, mevkiileri vs. bilgileri yer alıyordu...

Kızımla birlikte içeriye girmekten pek memnun olduk... İçeriye yine X-RAY cihazlarından geçen çantalarımız, üstümüz ve vesairemiz aradıktan sonra girebilmenin mutluluğunu yaşarken, gözlerimiz ve kulaklarımız ziyafet çekmeye başlamıştı bile...

Hemen kapı girişinde sol tarafta Alternatif Sahne, biraz ileride yine sol tarafta Dev Ana Sahne, sağlı sollu yayılmış çarşı, pazar, market, banka, vs'si görülüyordu diğer boş kalan alanlarda... Etrafa yayım yayım yayılan köfte, hotdog, simit, hamburger vs.. kokusu da içine çekilmeye değerdi doğrusu... Yavaş yavaş ilerlememiz devam ederken, bir yandan müzik sesine doğru yönelip bir yandan da ortalıklarda dolaşan erkeğiyle, kızıyla yarı üryan gençlere gözlerimiz takılmadı değil hani... Kendimi Florya'da Güneş Plajı'na düşmüş ortalıklarda aval aval dolanıp bakınanlar gibi hissettimse de bu içine düştüğüm duruma ayak uydurma numarası yapmama gerek kalmadan, benim gibi giyimlilere de rastlayınca içim biraz rahatladı...

İçeriye girdiğimizde "Kurban" sahnedeydi... Ana sahne önü kalabalıktı... 35 dereceye varan sıcak altında gençler salım salım sallanıyorlar, el ve kol hareketleriyle müziğe eşlik etmeye çalışıyorlardı... Bu sıcak havada kendimize sığınacak bir mekan arayadururken hemen Reikievi'nin ve Aytaşı'nın standına doğru gölgeye kendimizi attık... Standın kurulduğu çarşı alanının içinde 10 milyon Törkiş lirasına kahve içilip fal baktırılan yerde bir güzel kahve içip falımıza baktırdık... Genç çocuk elinden gelen çabayı sarfederek, kahve fincanının içinde ve tabağında gördüklerini müzik ritmine ayak uydurarak sıralıyordu... Diğer yerlerde de arkadaşlar, Tarot fallarına baktırıyorlardı.. Kahve ve suyumuzu içip, standımıza geçip, gölgenin serinliğinde etrafa seyre koyuldum...

Alanda her türlü ihtiyaç düşünülmüş elbette... Kalınacak, yerler, yemek yenilecek yerler, eğlenilecek yerler, lunaparklar, alışveriş çadırları, banka standları, bu festivale sponsor olanların kurdukları standlar, tuvaletler vs.. vs.. Yalnız burada bir şey yemek içmek ve eğlenmek ve alışveriş için sponsor bankanın kurduğu standlardan kart çıkarmak ve içine kontür yüklemek gerekiyordu... Sadece iki gün sürecek festival boyunca geçerli olacak bu kartta içinde kontür bırakmamak için gençlerin büyük çaba sarfettikleri her hallerinden belli oluyordu... Kuyruklara bir girip bir çıkıyorlardı, her saat başı... Ama yine de 30 bin kişiden mutlaka kartlarında kontür kalanlar olmuştur tıpkı benim gibi... Kartımda 1500 kontür kaldı.. Yani 1.5 milyon Törkis lira... Eh bir de bunu 30 bin kişiyle çarpsan, iyi para... Neyse, iyi uyanıklık...

Eh ne de olsa bu gençlik başka gençlik, kendilerine değişik oyunlar çıkartıyorlardı elbet... Yoksa 48 saati nasıl dolduracaklardı bu mekanda, hep müzik dinlenmez ki ama... Canları sıkılanlar ellerine geçirdikleri her türlü şeyi bir oyuncağa çeviriveriyorlardı... Frizbi'ler ortalıkta uçuşmaya ve futbol topları ortaya çıkmaya başlayınca gençlerin sıkıntılarını gidermek için bir şeyler icat etmeye başladıklarını anladım... Hattı zatında gençlerin OKEY firmasının her türlü kokulu ve renkteki korungaçlarını birer balon yapıp karşılıklı voleybol oynanmasına şahit olunca gülümsemem kahkahaya dönüşmedi değil hani... "Biz çilekliyle oynuyoruz.. Siz elinizdeki hangisi... Muzlu mu?" sesleri Rock'n Coke derin bir anlam katmıştı... OK Standı'ndaki görevli, "Şey ya çocuklar, ellerinizdeki şeyler başka türlü oyunlarda kullanılıyor yapmayın, etmeyin" dediyse de, dinlettiremedi koca koca çocuklara... Çilekli, muzlu, karamelli, tırtıklı muhabbeti iki gün boyunca devam edip gitti... En komedi yönü ise üzerlerine ellerine geçirdikleri boyar maddeli kalem türü şeylerle ve hatta rujlarla “Ahmet’in Kİ, Mehmet’in Kİ, benim Kİ..” diye yazmalarıydı...

Hava sıcak olunca ve insan terleyince bol bol su ve sulu şeyler içmek istiyor haliyle... İçmek istiyor da, bunların geriye dönüş şeklini hiç düşünmeyenler buz gibi fıçı fıçı biraları, suları, kolaları ve meyve sularını içip serinliyorlardı... Sıra geriye boşaltım işine gelince de, insanlar etrafa konuşlandırılmış yüzlerce gündüzkondu WC'lere doğru koşuyorlardı... Sıra burada da vardı elbet... Bulabildiğin boş birine girdiğinde ise karşılaşacağın durumu anlatabilmem ise çok zor... Her türlü önlemi alan organizasyon, kadın - erkek ayrımı yapmayı unuttuğundan tuvaletlerin içi TV'lerde izlediğimiz türden Orkid ve SOLO reklamını aratmıyordu... Hatta sıra beklerken şahit olduğunuz muhabbetler sayesinde ilginç olaylara şahit oluyordunuz... Örneğin arkasından bakıldığında tam bir kadını anımsatan bir erkekten "Acaba fazla orkidiniz var mı?" diye soru soran genç kızın, çocuk cevap vermek için geriye döndüğünde sakallı ve bıyıklı halini görünce attığı çığlık ise, sıradakilerin hepsini olduğu gibi beni de kahkahaya boğuyordu..

Bu arada konser de var gücüyle devam ediyordu kulakları tırmalayarak.. Sahnenin tam karşısından dinlediğinizde zevk alabiliyordunuz dinlediğinizden, ancak sahnenin sağlı sollu iki yan tarafından dinlemeye kalktığınızda da bu dinlence bir işkenceye dönüşmüş oluyordu... Sadece kuvvetli bir bas sesi geliyordu o da müziği çekilmez kılıyordu... Müziği dinlemek için mutlaka yanına kadar gitmeniz gerekiyordu... Bu yüzden üzerimizde hava gösterisi yapan uçağı bile farkedemedim... Daha sonra “Bu millet nereye bakıyor böyle ya” deyip kafamı havaya kaldırdığımda gösteri uçağı havaya dimdik diklendikten sonra burnunu başaşağı çevirmiş, aşağıya doğru son sürat geliyordu.. Hah şimdi düştü düşecek mi acaba demeye kalmadan usta pilot uçağı yeniden havaya dikti, bir ters parende atıp, havaya bir şeyler yazdı uçağın ardından çıkardığı gaz bulutuyla... Bir de iki de bir, TV kameramanlarına havadan çekim sağlayan helikopteri ve kahraman kameramanları unutmayalım... Görevleri uğruna bir helikopterin kenarından görüntü alabilmek için 40 kiloluk kamerayla çalışmak zor olsa gerekti...

İşte böyle bir sırada çıktı sahneye yılların eskitemediği Erkin Baba... Eh bizler de durur muyuz, bizler de Ana Sahne önünde konuşlandık tabii ki bizim grup olarak... Erkin Baba ise yılların kulaklarımızdan silemediği eşsiz parçalarını yorumlarken biz de kendimizden geçip gidiyorduk.. “Eh bizim gençlik yıllarımız Erkin Baba”yı dinlemekle geçmişti ne de olsa”... Baba sazını eline alıp Ankara misket havasıyla başlayıp, Fesüphanallah ile devam edince koptuk ... Eh durumu düşleyin işte... Rock konseri dönüştü Sulukule ve Hacıhüsrev Roman cümbüşüne... Az önceki gruplarda el kol sallayan gençler, güzel güzel bel kıvırtıp, gerdan kırıyorlardı en doğal halleriyle... Ben de Ercan Saatçi gibi dedim “İşte Törkiş Rak’ın Kok” budur.. Bence gelecek senelerde “Roman in Hazerfan 2005”i düzenlesinler, yetmiş iki milletten festivale gruplar gelmezse na’merdim..

Daha sonra hanım evden telefon açıp, “Hadi eve misafir geldi, sizleri yemeğe bekliyoruz” deyince bu tadı yarıda kesip ertesi gün yeniden gelmek üzere, festival alanından uzaklaştık...

Ertesi gün yeniden yine yine Festival alanındaydık... Bir önceki akşam biz gittikten sonra millet epey zıpırlaşmış, eğlenceler sabaha kadar sürmüş.. Tabii ki bu arada uyumamış olanlar da ayakta sallanıp duruyorlardı... Cumartesi günü işi gücü olduğu için gelemeyenler, Pazar gününü fırsat bilip Festival alanını hıncahınç doldurmuşlardı erken saatlerden itibaren...

Pazar günü ağırlık daha çok yabancı pop ve Rock sanatçılarındaydı... Tek Özlem Tekin yerli sanatçı olarak sahne aldı.. Bütün günümüz sevgili Hasan (Sonsuz) Çeliktaş’la birlikte gölgelik bir yerde kendimizi serinletebilmenin yollarını aramakla geçti... Arada bir oturduğumuz sandalyelerden kalkıp, şöyle bir Festival alanını turlayıp geliyorduk... Her yerimize gelişimizde elimizde bir sürü yiyecek, içecek, eşantiyon şeylerle doluyordu...

Bu arada sahne alan grupların dilinden “fuck” sözcüğü hiç düşmüyordu maşallah... Aşağı tükürsen “fuck” yukarı tükürsen yine “fuck” oluyordu her iki sözcükten bir tanesi... Hele şimdi ismini hatırlayamadığım bir sanatçının sloganı, “Fuck’n Bush, Fuck’n Mcdonalds, Fuck’n IMF” diye bağırırken ve eliyle McDonalds standını gösterirken, kendisinin de Rock’n Coke’ta olduğunu unutuverdiği kesindi... Rock’ın Coke konseri “Fuck’ın Coke” konserine dönüşüvermişti bu süreç içinde...

Gün bir önceki günden daha sıcaktı... Bir gün önceden dolan gündüzkondu WC’ler hala boşaltılmamıştı sanırım.. Hafif hafif esen lodos’la birlikte burnumuzun direği kırılan türde bir koku bizim oturduğumuz standa kadar yaklaşmıştı ki, Hasan’a “Hadi kalk dolaşalım, yoksa bu koku bizi zehirleyecek” dedim ve hemen yerimizden kalkarak, uzaklardaki Hasan’ın kendisini bambaşka dünyalarda hissettiği Alternatif Sahne’ye doğru yollandık birlikte...

Artık zaman geçmiş, hava hafiften kararmaya yüz tutmuş ve ortam yavaş yavaş sıkıcı olmaya başlamıştı ki, nihayet sahneye The Rasmus çıktı... Bu çocuklar da son çıkardıkları albümleri “Dead Letters”ı kaydederken, birçok korku filmi seyrederek ve geceleri kabuslar görerek, bu şekilde ruh hallerinin daha karanlık olmasını sağlayıp böylesi bir ruh haliyle şarkılarını oluşturmuşlar ve yansıtmışlar bizlere... Grubun solisti Lauri bana çok sevimli geldi. Grubun gitaristi Pauli ise bu grubu “Bir şey biliyorsan, paylaş” tavsiyesine uyarak kurmuş... Grubun basgitaristi Eero ise kafasını Sahaja-Yoga ile dinlendiriyormuş... Eh bu kadar paparazzilik yeter dedim kendimei... Neticede “The Rasmus”u ben de çok beğendim...

Aslında niyetim “The Rasmus”u dinledikten sonra Festival alanından ayrılmaktı... Ancak bizim kızın ısrarlarına dayanamayarak hadi “50 Cent”i de dinleyelim dedik... “50 Cent” sahneye çıktığı andan itibaren tüm gençlerin Ana Sahne önünde toplandığını gözlemledim... Hep bir ağızdan adamların söylediklerine aynen iştirak ediyorlardı detone olmadan... İçimden, “Bunlar bir Korkmaz-Sönmez”i bile söyleyemezken, adamların parçalarını nasıl ezberlemişler diye düşüne dururken, havalardan bir yerden içi su dolu bir şişenin bana doğru Scud füzesi gibi pike yaptığını gördüm ve ben de Örümcek Adam mantığıyla pet şişe üzerimde patlamadan onu ekarte etmeyi başarabildim... Hava gittikçe bozmaya başlamıştı ki, Hasan’a “Hava bozacak, fırtına patlayacak, az sonra hortum çıkacak, yağmur yağacak” felaket tellallığı yaparak Hasan’ın yan taraftaki Başak Burcu güzeline aşık olmasını engellemenin yollarını arıyordum... Bu arada önümüzde duran çıtırlardan biri de Hasanın sırtına binmek istemez mi? Neyse derken harbiden fırtına patladı, Ana Sahne’nin hoparlörlerini ve dev TV ekranlarını indirmeye başlamışlardı ki, “50 Cent” grubu elindeki mikrofonu yere atarak sahneden ayrıldı...

Ve ardından bir yetkili sesten şu anons geçildi... “Meteorolojiden aldığımız bilgiye göre, bulunduğumuz alana bir fırtına yaklaşmakta olduğundan konser sona ermiştir... Katıldığınız için teşekkürler”.. Oysa Trakya’dan gelen bu serin ve yağışlı hava Istranca ormanlarına yağışını bırakıp ardından geldiği istikamette kuzeyden kuzeyden Karadeniz kıyılarından yoluna devam ederdi ya neyse... Biz de yedik herkes gibi yemek zorunda kaldık bu zokayı... Toparlanıp yola koyulmaya başladık..

Tabii ki bu anonstan sonra herkes çil yavrusu gibi dağılmaya başladı... Bir anda tek girişi ve tek çıkışı olan park alanından tüm arabalar aynı anda çıkmak isteyince bir karmaşa başladı.. Bir türlü bitmek bilmeyen konvoylar oluştu alanda... Hatta bunu fırsat bilip, hala konseri arabalarının far ışıklarında devam ettiren gençler gördüm..

Ancak ben Vosvos’umla şöyle 50 metre gitmişken, sağ ön tekerleğin patladığını farkettim... Hemen arabadan inip kızım ve arkadaşlarıyla birlikte bir ayak pompası veya arabanın çakmak girişine takılıp çalıştırılan minik hava kompresörü aramaya başladık.. Tek tek sorduğumuz araçlarda bu türlü ekipman yoktu.. Olsalardı zaten vermeyeceklerini biliyordum ya neyse, biz yine de soralım diyorduk...

Aklıma tek sıra halinde sıralanmış Jandarma’nın Reo şoförlerinden yardım istemek geldi bir anda... Yanlarına kadar gittim.. Onlar da komutanlarıyla görüşmemi söyledi... Neyse komutanlarının yanına gittiğimde bir Asteğmen olduğunu gördüm... Ondan rica edince, tamam bizim askerler bir gitsinler bir görsünler lastiğin durumunu dediler... Durumu inceleyen askerler biraz sonra koca bir Reoyla benim arabamın yanına kadar geldiler... Reo’nun komprösüyle lastiğe hava bastılar... Lastik yine sönünce, hep birlikte stepnedeki yedek lastiği arabaya taktılar.. Daha sonra bana eskortluk yaparak Reoların ortasındaki boşluğa arabayı getirmeme yardım ettiler... Yalnız görüntümüz çok komikti.. Ben tam ortalarında kalmıştım Reoların... 5 tane sağımda, 5 tane de solumda Reo vardı... Ben ortalarında bir Vosvos olarak duruyordum... Neyse askerler hemen yanlarındaki azıkları benimle, kızla ve kızın arkadaşlarıyla paylaşmaya başlamışlardı bile... Bir askerin sözü içimi burktu biraz, “İnsanlar içerde, ızgara köfte, hamburger yerken, bizler burada domates, peynir, ekmek yiyoruz abi” dedi.. “Haklısın” dedim ne diyebilirdim ki başka...

Son bir kez daha lastiğe hava basarak, yine bir Reo bana eskortluk yaparak çıkış kapısına kadar askeriyeye ayrılan yoldan gelip park alanından çıkıp, Büyükçekmece’ye doğru Festival alanını ve Festival alanının ışıklarını geride bırakarak yollandım...

“Rock’ım geldi Rock’ım”
diye diye Rock’ın Coke 2004’de AN’ın içinde geldi geçip gitti; sevgili Hasan’ın dediği gibi Istanbul’un "Tanrının selam ettiği yer"inde.. Gelecek seneye yine bu Festival’e gelmek bizlere kısmet olur mu bilmem ama.. Gelecek sene bu festivali izlemek isteyenler için bu yazdıklarımızı da dikkate alarak Festival’e gelmeleri tavsiye olunur...

Ertan Yurderi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Nasıl yazımı beğendiniz mi? Yorum bırakarak benim gelişimime katkıda bulunabilirsiniz... Şimdiden katkınız için teşekkürler... Sevgiler ve saygılar... Ertan Yurderi (kocayurek)