Ertan Yurderi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ertan Yurderi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Kasım 2024 Cuma

Bazen doğadan öğrenecek o kadar çok şeyimiz var ki...


 

Bazen doğadan öğrenecek o kadar çok şeyimiz var ki... 

Şöyle bir hayal edin: Bütün gün sadece ot yiyor, üşüyorsunuz ve hayatınızın çoğu sıradanlık içinde geçiyor. Ama bir gün, o sessizliğin içine bir melodi doluyor. Harika sesler çıkaran bir grup insan belki de hayatınızda ilk kez size bir konser veriyor.

Ve siz, o anın büyüsüne kapılıyorsunuz. Ot yemeyi bırakıyor, bir araya gelip dikkatle, sessizlik içinde dinliyorsunuz. Ne telefonunuz var, ne dikkatinizi dağıtan bir şey. Tüm varlığınızla o müziği yaşıyorsunuz. 

İneklerin bunu yapabilmesi inanılmaz değil mi? İnsanlar bunu kaç kere başarabiliyor?

Bir düşünün: Saygı, sabır ve doğanın sade sessizliği içinde sadece "olmak." Belki de bu basit ve saf davranış, hepimize bir şeyler anlatıyordur. 

Müzik sadece bir melodi değil, farklı dünyaların birleştiği, konuşmadan anlaştığımız evrensel bir dil.

Bu inekler bir gösteriyi tüm sınırlarına kadar saygıyla dinlediler. Seslerini çıkarmadılar, alanı ihlal etmediler, sadece anı yaşadılar. Ve belki de hepimize unuttuğumuz bir şeyi hatırlattılar: 

Dinlemek bazen konuşmaktan çok daha değerlidir.

Ertan Y. (~ kocayurek)

1 Haziran 2023 Perşembe

Bugün benim doğum günüm



Bundan tam 64 yıl önce bugün, Kocaeli’nde dünyaya gözlerimi açarak “merhaba dünya, merhaba yaşam” dedim. İzmit'te 5 yaşına kadar yaşadıktan sonra İstanbul'da 54 yaşına kadar hayatımı sürdürdüm. Hayatım boyunca karşılaştığım değerli ve sürprizli deneyimler, beni Aydın'ın şirin ilçesi Didim'e yönlendirdi ve yaklaşık 10 yıldır da burada yaşıyorum. Çok şükür ki; Didim'de geçirdiğim tüm yıllarım: huzur, mutluluk ve sağlıkla dolu oldu.

Hayatım boyunca yaşadığım tüm deneyimler, tüm sınavlar ve karşılaştığım tüm zorluklar beni şekillendirdi ve büyüttü. Bu yolculukta birçok unutulmaz anı biriktirdim ve birçok değerli insanla da tanışma fırsatını yakaladım. Hayatıma giren herkes, tekamül yolculuğumun değerli birer öğreticisi oldular. Onlardan çok şey öğrendim ve onlar da benden çok şey öğrendiler elbet. Birbirimize destek olmak ve birlikte öğrenmek için bu dünyadayız ve hepimiz aynı yolculuğu dostlukla ve sevgiyle paylaşıyoruz.

Bugün doğum günüm olmasıyla birlikte içimde ölmesine izin vermediğim o minik çocuk hala heyecanla dans ediyor diyebilirim. İnsanın yaşı ilerledikçe daha fazla deneyim kazanıyor ve bu deneyimler bizlere birçok yeni şey öğretiyor. Hayaller, tutkular ve hedeflerle dolu bir yaşam sürdürmek için her gün zamana meydan okuyor, yaşam mücadelemizi bir şekilde sürdürüyoruz.

Bugün, yaşımın getirdiği bilgelikle birlikte geçmişime de minnettarlıkla bakıyorum. Ailem, dostlarım ve sevdiklerimle paylaştığım bu yolculukta aldığım destek ve sevgi, benim için paha biçilemez değerli bir hazine. Anılarımızı birbirimizle paylaşmak, gülümsemelerimizi çoğaltmak ve hayatın güzelliklerini birlikte kutlamak benim için büyük bir mutluluk vesilesi.

Ayrıca bugün bana verilen en büyük ve en değerli hediye, sevdiklerimle ve beni bu satırlar aracılığıyla takip eden sizlerle birlikte olduğum her anın güzelliği. İçinizden bazılarıyla hiç görüşmemiş/görüşememiş ve hatta hiç tanımamış/tanışmamış da olabilirim, ancak her birinizin hayatımda önemli bir yeri olduğunu biliyorum ve sizlerle bu özel günümü kutlamak benim için ayrı bir anlam taşıyor.

Her yeni yaşıma girdiğimde yaptığım gibi bu yeni yaşımı da büyük bir umut, sevgi ve neşeyle karşılıyor, gelecek dönemde daha fazla macera ve deneyim yaşamak, daha fazla gülümsemeye neden olmak ve daha fazla insanla bağlantı kurmak için heyecan duyuyorum. 

Şimdiden doğum günümü kutlayan veya kutlayacak olan herkese içten teşekkürlerimi iletmek istiyor ve her birinizi sevgiyle kucaklıyorum. Daha nice mutlu, huzurlu ve sağlıklı yıllara birlikte adım atmak dileğiyle... İyi ki varsınız!.. Ve oralarda bir yerlerdesiniz!..

~ E.Y. (kocayurek, 1.6.2023)


 

4 Mayıs 2023 Perşembe

Serçe ...

 



Serçenin biri bir bahar günü dalgın dalgın uçuyormuş. Bir anda fark etmiş ki, yolun bir metre üstünde uçuyor ve karşıdan da  motosikletli bir adam son hız geliyor.

Her ikisi de çarpışmayı engellemek için ellerinden geleni yapmışlar. Ancak nafile... Serçe "çotaaank" diye motorcunun kaskına çarpıp yere düşmüş.

Motorcu sıkı bir hayvansevermiş. Doğal olarak hemen atlamış motordan; koşmuş serçenin yanına. Serçe yerde yarı baygın yatıyor…

Elbette ona kıyamamış, bırakamamış yolda; almış getirmiş evine.

Eskiden kalma bir de kafesi varmış evde... Yarı baygın serçeyi kafesin içine güzelce yerleştirmiş... Yanına da az biraz su, az biraz ekmek koymuş, vurmuş kafayı yatmış...

Bizim yarı baygın serçe bir müddet sonra ayılmaya başlamış... Daha tam da seçemiyormuş ortalığı, kafada hafif bulanıklık var yani...

Bir bakmış ki parmaklık, ekmek, su falan var bulunduğu yerde...
Birden dank etmiş vaziyet: "Hadiiii laan motorcuyu öldürmüşüz" demiş...

Elbette bunların hiçbiri olmamış yukarıda anlatılan sadece hayali bir hikaye. 

Dün buna benzer başımdan geçen gerçek öyküyü de ben size anlatıp yazımı sonlandırayım.

Didim girişindeki kavşaktan ev istikametine dönmek üzereyken yerde bir serçenin caddenin orta yerinde durduğunu ve kaçmadığını görünce arabayı kenara çekip koşa koşa yanına gittim.  

Belli ki o da mama uğruna bir araçla çarpışmış hem sersemlemiş hem de korkmuş. Öyle yolun ortasında kalakalmış. Yerinden kıpırdamıyordu.

Elime aldım, sağını solunu kontrol ettiğimde hiçbir yerinde bir sorun olmadığını görünce onunla birlikte arabaya bindik. 

Biraz sevip okşayınca hareketlendi ve elimden kaçarak arabanın içinde uçmaya başladı. Koltuğumun baş kısmına tüneyip üstünü başını düzeltmeye ve taranmaya başladı.  

Biraz ilerimizde ağaçlarla kaplı bir alan vardı ve oradan serçe sesleri geliyordu. Oraya gidip onu orada özgürlüğüne uğurlamak istedik. 

Ağaçlık bölgede minik serçeyi özgürlüğüne kavuşturduk. Çığlıklar atarak ağaçlar arasında gözden kaybolup gitti.

Biz de minik bir canlıyı ezilmekten kurtarmanın ve yaşama döndürmenin mutluluğuyla eve döndük. 

Doğayı ve doğaya ait hayvanların yaşam alanlarını betonlaştırıp yok eden bizleriz. Onları dar bir çevrede yaşatan da bizleriz. Bizler ne kadar doğasever ve hayvansever olup mücadele versek de minik dostlarımızın yok olmasına engel olamıyoruz ne yazık ki... Yolların hayvan ölüleriyle dolu olması hepimizin suçu.

Bu konuda yazacak o kadar çok şey var ki aslında... Burada sonlandırayım en iyisi.


3 Mayıs 2023 Çarşamba

Sana bir türlü veda edemedim ki ben...

 



"Geri dönersen dön, ben hep burdayım" derken İstanbul bana ..

Ben ise karşıdan karşıya giden son vapurdayım hâlâ...

Sana bir türlü veda edemedim ki ben...

Değişmedi hiç birşey bu kocayüreğimde

Eskiden nasılsa şimdi de öyle ..

Özledin mi beni, özledim mi seni 

Haberin bile yok.

Ancak bazen bir fotoğraf karesi alıp getiriyor seni bana .. ya da beni sana...

14 Kasım 2019 Perşembe

1975 yılından bir TBT

 


Yıl 1975... Yaşım 16. Hacı Murat arabaları o senelerde çok revaçta... Eh böyle bir araba bulmuşken gençliğin verdiği hevesle hava atmamak olmaz... 😊 Saçlar o senelerde de uzun, tıpkı ispanyol paçalı pantolonum gibi... 😂

#tbt

30 Mart 2019 Cumartesi

Herkes gibi 15 dakikalığına nasıl ünlü oldum!..

 


HERKES GİBİ 15 DAKİKALIĞINA NASIL ÜNLÜ OLDUM ... 😃
Pop Art'ın önemli temsilcilerinden Andy Warhol bu sözü ne zaman, nerede söylemiş bilmem ama, onun da dediği gibi “herkes” bir gün bir yerde “ünlü !!!” olabiliyormuş… 😃
Geçenlerde eşimle birlikte 3.5 ayda verdiğim 18 kilo üzerine ödül olarak Bodrum-Söke arasındaki Köfteci Yusuf’a gittik… Köftelerimizi söyledik… Ben önümdeki köfte-piyaza gömülmüşken bir ara piyazın soğanı biraz acı gelmiş olacak ki burnumun aktığını fark ettim… Elimle burnumu kontrol ettikten sonra, önümdeki peçeteyle de çaktırmadan burnumu siliverdim…
Bu sırada yan masada oturan daha sonradan Amerikalı olduğunu anladığımız ailenin küçük kızının yanıma küçük bir kağıtla birlikte gelip “Jack Uncle, are you signing, please?” türünden sözcük sarfetmesiyle afalladım birden…
O sırada köfteyle mi ilgileneyim, kızla mı ilgileneyim şaşırmıştım… Kızcağız Jack diyordu, ben “Çak” anlıyordum… O “signing” diyordu, ben de onu “sing” olarak algılayarak “şarkı mı söyleyeceğim, bana istek falan mı getirdi, ne alâkâ” falan diye düşünürken, kıza elimle “çak” yaparak, usulca başını okşadım. Memnuniyetsiz bir yüz ifadesiyle ailesinin yanına döndü. Ellerini göğüs hizasında bağlayıp, dudak büküp, somurtup oturdu, gözleri ağlamaklıydı…
Bu arada küçük kızın babası ve annesi yerinden kalktı, masamızın yanına kadar gelerek, yarım yamalak Türkçe’leriyle küçük kızlarının beni az önce hayranı olduğu “Jack Nicholson”a benzettiğini, kızlarına hayranı olduğu sanatçı olmadığıma ikna edemediklerini, onun imza istemek için bu yüzden yanıma geldiğini anlatınca durumu kavradım…
Eh küçük kızın bu isteğini ve hevesini kıramazdım tabii ki… Yanına gittim, uzattığı kağıdı aldım, güzel bir “Jack” imzası atıp bir de bu fotoğrafı kendisine hatıra olarak bıraktım…
Yerime otururken “Ah ulan soğan sen nelere kadirsin” diyordum eşime… Beni birkaç dakikalığına da olsa meşhur etti ya diye de gülüşüyorduk…
Bu sırada “kalk, kalk, kalk” sesleriyle uyanıverdim uykumdan… Eşim başıma dikilmiş, sabah kahvaltısına çağırıyormuş beni meğersem… Onun “kalk” deyişini ben “Jack” diye algılıyormuşum uykumda… Her şey bir rüyaymış… Rüyada da olsa “15 dakikalığına ben de meşhur oldum” ya… Varsın rüyada olsun… Belki bir gün gerçek olur, bu belli mi olur… Hani ne demiş büyüklerimiz, “Nazar etme ne olur, çalış senin de olur…”
Jack pardon Ertan

13 Nisan 2017 Perşembe

Neden kitap çıkartmıyorum?..


 

Zaman zaman ailem ve bir çok kadim dostum bana şu soruları soruyor:  “Artık şiirlerini ve yazılarını bir yerde toplamanın ya da yayınlamanın zamanı gelmedi mi? Bir çok dostun ve arkadaşların yazılarını ve şiirlerini kitap olarak yayınladılar, sen ne zaman yayınlamayı düşünüyorsun ve bla bla bla, bla bla bla, bla bla bla…” 

Ben yazmaya başladığım günden bugüne kadar o kadar çok dağıldım ve dağıttım ki yazılarımı ve şiirlerimi… Onları ileride bir kitap haline getirmeyi düşünmediğim için olacak ki hiçbirini biriktirme gereğini de duymadım…  Artık şu saatten sonra, bir araya getirmek istesem de toplayamam ki onlarca yazdığımı…

Onlar, o yazılanlar .. artık onlara ihtiyacı olanların oldu… 

Şilili ünlü şair Pablo Neruda'nın yaşamından hayâli bir kesitin anlatıldığı 1994 yapımı "Postacı" (Il  Postino) filmini izleyenler şu sahneyi  çok iyi hatırlarlar belki… Postacı Mario, Pablo Neruda’ya der ki o sahnede;  "Şiir, yazanın değil, ona ihtiyacı olanındır…"

Evet, ben de yıllardır yazılar ve şiirler yazdım ve paylaştım pek çoğunu pek çok yerde… İhtiyacı olana gitti o an çoğunluğu… Sanal âlemde bambaşka adlarla yine bana döndü çoğunluğu…

O yazılanlara  ihtiyacı olanlar, alacağını almışlar mıdır, almaya devam ediyorlar mıdır bilmiyorum… Varsın alsınlar, ya da almasınlar… Onların her biri benim olmaktan çıktılar, her biri benim değiller ki artık…

Bundan sonra yazacaklarıma da kocayürek mahlasımı yazsam ne olur, yazmasam ne olur?.. Sonuçta onlar da benim olmayacak, ona ihtiyacı olanların olacaktır… Varsın oluversinler…

Bu kubbede hoş bir sadâ, hoş bir iz, yüreklerde hoş bir his bırakabilmişsem ne mutlu bana … O kocayüreği konuşturdukları için çok teşekkür ediyorum hepsine… 

Neyse işte, bunları yazıp bir nebze de olsa kendimi rahatlatmak istedim sanırım… 

Kafanızı şişirdim ise affola… Saatler, günler, haftalar, aylar ve yıllar hayrola… 🙂

16 Şubat 2017 Perşembe

Garip bir rüya




" .. Sokağın köşesini dönünce, önümde yürüyen bir kedinin sokağın sessizliğini bozan miyavlama sesiyle irkiliverip, öylece olduğum yerde donakaldım... Karşı köşedeki eski evin camında beliren silüet, bana o'nun da içeride olabileceği ihtimalini aklıma getirdi... İçimdeki sıkıntı bir anda eriyip, gitmişti ama hayal miydi  gördüğüm yoksa yanılsamalar içinde miydim bilmiyorum... Yola çakılı kaldığım yerden adım atmaya çabaladım, nafile... Yürüyemiyordum... Bağırmak istedim, bağıramıyordum... Dizlerimin üzerine çöküverdim... Kedi çoktan uzaklaşmıştı sokaktan, ancak miyavlama sesini yanıbaşımdaymış gibi duyuyordum..."

Birden doğruldum... Gözlerimi açtım... Oturduğum koltukta biraz şekerleme yapmışım... Benim kuyruklu güzel kızım Makbule, kulağımın dibinde miyavlayıp gördüğüm rüyadan beni uyandırmaya çalışıyormuş meğersem... Bir daha bu kadar dikkatli fotoğraflara bakmayacağım, rahatladım yahu... 😃

20 Mayıs 2012 Pazar

Hasan Sonsuz Çeliktaş'a hatırlattım ...




Lem Hasan, 3 bin küsur yıl oldu gerçi hatırlasana bir... Az mı taş taşıdık o piramitlere koçum ya... Az mı kırbaçlar yedik, taşırken yoruldukça... Bak şimdi Firavun miravunlar da yok, inşaatlar da bitti... 3 bin küsur yıl sonra bile gidip yonttuğumuz, boğaz tokluğuna taşıdığımız taşlarla oluşan alın teri karışmış eserlerimize hâlâ dokunup duruyorsun... Daha geleceğe ne bırakacaksın ki... Bıraktığını bırakmışsın zaten... Dünya var oldukça, piramitler kum fırtınalarının altında yok olmadıkça (Nasılsa arkeolog olarak yine gelir, yine çıkartırsın bilmem kaç yüzyıl sonra ya.. neyse ) bir 3012 yıl daha durur onlar yerinde...

Ha bir daha gidişinde hatırlat da... Şu Keops'ta yaptığımız ufak tüneli hatırlıyormusun bilmiyorum da... Millet şimdilerde o tüneli SIR zannedip duruyor ya hani... Üstelik robot maket arabayla keşfe bile çıktılar akıllılar... Halbuki oraya mutfaktan aşırdığımız yiyecekleri saklayıp akşamları gizli gizli kayıntı yapıyorduk ya... O tünelin ardındaki kapının anahtarını ben odanın sol girişindeki 20. taşın üzerindeki boşluğa bırakmıştım... Onu oradan al da yetkililere ver, onlar da açsınlar kapıyı... İçerdeki kayıntılara da bak bakalım yerinde duruyor mu, yoksa piramitin konuşan kedisi Luxor, hani o arka taraftaki gizli bölmeden gelip de bizim kayıntıları aşırmış olmasın sakın... Eşoğlusu yoksa gidip bizi Tutankamon'a o mu ispiyonladı da bizi adak niyetine milletin öğle yemeğine tadımlık kattılar bilmiyorum hani...

Ya neyse bunları sana gizli gönderiyorum... Nasılsa kimse okumayacak biliyorum... Hani yanlışlıkla yorumların altına gönderseydim, okuyanlar da, ZIRVA'lamış len bu Ertakamon diyeceklerdi...

Ya Hasantakamon işte böyleyken böyle böyle... Bence Reakumona da haber verelim de, gelecek sefer üçleyelim kafileyi... Biliyorsun o bu yaşamda yeni emekli oldu malum... Ona da bana da eğlence gerek... En iyisi oraya gittiğimiz zaman geleceğe şaka yollu bir şey bırakalım... Belki üç bin yıl sonra enayiler şakamızı SIR olarak zannederler... Bak aklıma ne geldi... Bırakacağımız yazı şöyle olsun... "Bunu yazan Hasantakamon-Ertakamon-Reakumon, bu yazıyı okuyamayana takamayakon" ... He he he, bu SIR'rı çözsünler de göreyim onları...

Neyse ne, benden bu kadar tüyo sana... Hani belki sen Rea'dan ve benden sonra geç enkarne oldun ya, unutmuş olabilirsin aramızda geçen bazı anektodları... Bi hatırlatayım dedim... Ben öpmeyeyim seni, Nefertiti teyzen öpsün seni ... Muckssss diye e mi!..



9 Ağustos 2004 Pazartesi

Hz. Yuşa ve İki Yürek ...




"Yüreğimden gelsin kelamım, aklımdan değil,
Ve gitsin gitmesi gereken yere kuşlar gibi özgürce; tutsak değil!.." (Deniz Kite)

İstanbul Boğaziçi'nin Asya tarafının Anadolukavağı'na yakın yerinde bulunan Dev Dağı'ndayım... Şimdiki Yuşa Tepesi'nin ve Camii'nin bulunduğu mekan burası. Bir bankta yanımda oturan yukarıda bu sözleri söyleyen Deniz'in yüzüne bürünmüş ifadeyi şu an bile anlatabilmem hâlâ mümkün değil... Ona, o an sadece "Keyfine bak sevgili Deniz, bulunduğun AN'ın keyfini çıkar, çünki yüzünden her şey anlaşılıyor" diyebiliyordum...

O'nun yolunda iki farklı yürek olarak birkaç gündür ardı ardına yaptığımız evliyalar ziyareti sonrası yolumuz bu tepeye düşmüştü... Bu ziyaret öncesi de yolumuz Sümbül Efendi ve Merkez Efendi'ye çekilmişti... Bugün ise yolumuzu Hz. Yuşa'ya yönlendirmiş orada tamlamaya ve tamamlandırmaya çalışıyorduk yüreklerimizdeki Yaradan'ın sevgisini... Bundan önce de birkaç sevgili gönül dostumla birlikte bu yerleri ziyaret etmiş ve onları farklı duygular içinde YOL'larına uğurlamıştım. Bu yerler O'nun Yolu'nda herhangi bir AN üzre yola çıkılan bir başlangıç yeri,  öylesi huzur dolu bir "Aşk Meydanı"larıydı ki,  yüreklere fırtınalar estirecek olan... Sözcükler böyle anlara ve anlatımlara kifayetsiz kalıyor, yaşanılması ve paylaşılması gerek sanırım dünyasal denilen yer içinde...

Birkaç gün içinde yaptığımız ziyaretlerin en sonuncusu sonrası Deniz'in yüreğinden dökülenleri yine onun sözlerinden dinleyelim isterseniz; Tepe üstünden boğaza bakıyorduk. Geniş terasta, yarı gölge yarı güneş altındaki bir banka oturduk. Derin bir nefes aldım. Ferah duygular vardı yüreğimde beni hafifleten.  Yeni demlenmiş çayımı yudumlarken, az önce Hz. Yüşa'nın  kabrinde yüreğime dolan ( yoksa yüreğimin yükünü alan mı demeliyim?) duyguları düşünüyordum. Yanımda oturan Ertan'a sessizliğime aldırmamasını söylediğimde, Ertan: "Keyfine bak, yüzünden her şey anlaşılıyor" dedi.

Hafif bir rüzgar vardı. Güneş uzun, heybetli  ve kim bilir kimleri ve neleri görmüş, geçirmiş  ağaçların dalları arasından göz kırpar gibi bana bakıyordu. Çok hoş ve dingin bir perşembe öğleden sonrası idi. Hayatın tuhaf tesadüfleri vardı; aslında tesadüf müydü, bilemiyordum. Sanki gerçekten yürekten dilediğimiz bir şeyler, vakti geldiğinde, perilerin sihirli dokunmalarına benzer dokunuşlarla, aniden hayatımıza giriveriyorlardı. Öte yanda, hayatımda o güne kadar tesadüfmüş gibi gördüğüm şeylerin, ancak onlar olduktan sonra  benim  hayrıma gelişmiş olduklarını fark edivermiştim. Bu fark ediş, başıma gelen şeyleri olgunlukla karşılamama sebep oluyordu. Dinginlik ve bu dinginliğin sebep olduğu huzura bu şekilde ulaşabileceğimi sanıyordum. Herkesin kendinden uzaklarda  aradığı huzur, aslında insanın yüreğinde hayatı olduğu gibi kabullenmesi ile ilgili bir şeydi; gelişmeye ve değişimlere açık olup, olayları oluruna bırakmak dışında huzur bulabilmenin mümkün olduğunu sanmıyordum.

Geçen perşembeye kadar, aklımın köşesinden  aynı hafta içinde üç türbe gezeceğim geçmezdi. Her şey geçen Perşembe  Ertan'ı arayıp, " ne zaman kahve içiyoruz? " diye sormamla başladı. Cuma günü kahve içerken düşük enerjilerden söz ettik. Sonra kendimi önce Merkez Efendi, sonra Sümbül Efendi türbelerinde buldum. Merkez Efendi beni özellikle çok etkiledi; oradayken göz yaşlarıma hakim olamadım. Ve çıkışta inanılmaz bir iç huzuru oluşuverdi yüreğimde. Sonradan birlikte öğle yemeği yerken, Ertan Hz. Yüşa, Yahya Efendi ve Telli Baba türbelerinden  bahsetti.

Hafta başında , bir kez aklıma düşmüştü ya Hz. Yüşa, cuma öğleden sonra kabrini  ziyaret etmeye niyetlendim. Ancak kısmet, Ertan'ın  izin günü olan perşembe öğleden sonrasında orada olmakmış. Gitmeden önce orada ne bulacağımı bilmiyordum, beklentim de yoktu. Sadece ne hissedeceğimi merak ediyordum. Uzun ve dolambaçlı yollardan Boğaz sırtlarına geldik. Arabayı park edip, yenilerde restore edildiği belli olan ve  bizi Hz. Yüşa'nın kabrine götürecek kapıdan içeri girdik. Ertan bana yolu gösterdi. Ve işte karşımda, 17 metre uzunluğunda, üstü çiçeklerle kaplı ve Hz. Yüşa'nın kabri olduğu söylenen yer duruyordu.  Orada da bir şey oldu; sanki bir kez daha yüreğimin tüm yükü alındı ve  bir sevgi yumağı kondu onun yerine. Bir süre  mezarın başında durdum, yüreğimden sevginin akışını hissederken kendi kendime devamlı "yüreğimden gelsin kelamım, aklımdan değil" diyordum "Ve gitsin gitmesi gerektiği yere kuşlar gibi özgürce, tutsak değil"... Tarifsiz bir  duyguydu ve giderek hafifledim.

Sonra mezarın başından ayrılıp, taze demlenmiş  çaylarımızı alarak, kabrin bulunduğu yerdeki terasta oturduk birlikte. Güneşin göz kırpmalarını seyretmeye daldım, sessizce. Kısa bir süre sonra, rüzgarla şarkı söyleyen ağaçlara karıştı ezan sesi ve yüreğimde, kalmıştıysa son bir yük, işte onu da alarak gitti göğe yükselen sesler. Sessizdim, sanki soluksuzdum.

Ve Ertan bir kez daha: " Keyfine bak, yüzünden her şey anlaşılıyor" dedi.

 
Yuşa Peygamber kimdir?

Hazreti Yuşa (Yeşua)  adını İbranice'den alır... İbranice'de Ye Allah, Şua da Kurtarsın demektir... Yeşua (Allah Kurtarsın) anlamına gelmektedir... Daha sonraları Yeşua halk dilinde Yeşu, Yuşa olmuştur. Hz. Yuşa'nın babası Nun, oğluna bu ismi İsrail'in Firavun'dan kurtulması için koymuştur. Yuşa'nın dedesi ise Efrayim yolundan gelen Hazreti Yusuf (A.S.)'tur. Hazreti Yuşa M.Ö. 1082 yılında dünyaya geldiğinde, Hazreti Musa 38, Hazreti Harun 41, Hazreti Şuayib 98 yaşındaydı... Doğum yeri o dönem Mısır'ın başşehri Menif (Men-Menfis)'tir.

110 yıl yaşayan Hazreti Yuşa (A.S)'ın 110 senelik ömrü şu kısımlara ayrılır. a) 15 yaşına kadar çocukluğu, b) Hazreti Musa (A.S) peygamber olup, Medyen'den Mısır'a dönünce ona ilk iman edenlere katılması ve vefatına kadar Hazreti Musa (A.S)'ın fedailiğini, başkumandanlığını yapması. Ki 82 yaşına kadar sürmüştür. c) Peygamberliği Hazreti Musa (A.S)'ın vefatından üç gün sonra 82 yaşında başlayıp  110 yaşına kadar 28 sene sürmüştür. Vefatı M.Ö.972 yılındadır...

Hz. Yuşa'nın gösterdiği mucizelerden önemlileri:

1- Duası üzerine Güneş'in bir gün batmayışı.
2- Hazreti Musa'yı öldürdüğü iftirası üzerine, bütün İsrailoğullarının aynı gece rüyalarında bunun yalan olduğunu görmeleri.
3- Erden (Şeria Nehri)'nden o zaman teknik ilerlemediği ve büyük köprü kurulması bilinmediği halde, yarım milyonu aşan ordusunu geçirmesi.
4- Hırsızın elinin elinde ağırlaşarak onu bulması.
5- Zina yapan askerlerine veba hastalığının gelmesi.
6- Duası üzerine münafık Belam'ın, bedduayı düşmanlara yapması ve dilinin büsbütün göbeğine kadar sarkması.

Hayatı:

Hz. Musa, Arz-i Mukaddes'e bir taş atımı adar bir mesafede vefatından önce Yuşâ Aleyhisselâmı vekil seçmiş, asırlarca süren sürgün hayatı Hz. Yuşa'nın komutanlığında sona ermiş ve İsrailoğulları topraklarına kavuşmuşlardı. Bu arada Hz. Yuşa'ya Allah tarafından peygamberlik görevi de verilmişti.

Hz. Yuşa bu fethi, Firavun'un zulmü altında yıllarca esaret hayatı yaşayan, korkaklık ruhlarına kadar sinen, bir türlü Arz-ı Mukaddes'e girmeye cesaret edemeyen ve bundan dolayı kırk sene çölde kalmaya mahkûm kalan İsrailoğullarının gözüpek, cesur yeni nesliyle gerçekleştirmişti. Musibet de, nimet de lâyik olana veriliyordu. Babaları, Firavunun zulmünden mucizevî bir tarzda kurtaran Rablerine şükredip, dişlerini sıkıp yüreklilik gösterebilselerdi Tih Çölü'nde kırk sene kalmaya mahkûm olmaz, üstelik Hz. Musa (as) gibi ulü'l-azm bir peygamberin riyasetinde Arz-i Mukaddes'e girebilirlerdi. Ne var ki bu, gerekli mânevî eğitimden derslerini alan oğullarına nasip olacaktı.

Bu yeni nesille Arz-ı Mukaddes'te bir tepede fethin plânlarını yapıp tam fethe girişeceği anda ölüm meleğinin gelip Hz. Musa'nın (AS) canını almak istemesi, ölümün işler bitmeden de gelebileceğini, görevin asıl olduğunu ve bu görevi Hz. Yuşa'nın gerçekleştirdiğini gösteriyor.

Hz. Musa'nın vefatından üç gün sonra yola çıkan Hz. Yuşa, Şeria nehrini mucizevî bir tarzda geçmiş, Arz-ı Mukaddes'i Filistin, Ürdün ve Şam topraklarıyla birlikte fethetmişti. Bir kere daha Ilâhî kanun hükmünü icra ediyordu. Yeryüzü Allah'ın mülküydü. Allah onu zalimlerden alıp emrini tutan kullarına devrediyordu.

28 sene Israiloğullarını idare eden Hz. Yuşa (A.S)'nın 110 yaşında vefat ettiği ve kabrinin de Filistin topraklarında bulunduğu belirtilir. Makamının Yuşa Tepesi'nde yer alması ise bir süre buralara kadar gelip ikamet ettiğinden dolayı olmalı.

Hz. Yuşa'nin mezarı:

Hz. Yuşa (A.S)'nın mezarı konusunda çeşitli rivayetler vardır... Kimilerine göre  Kenanili'nde, Eriha hemen kuzeyinde, Efrayim Dağı'nda medfundur... Kimilerine göre ise de İstanbul Boğazı'nın doğusu kıyısında, Karadeniz yakınında bugün Yuşa Tepesi adıyla anılan eski adı Dev Dağı olan tepede yattığı rivayet edilmektedir. Bir rivayete göre, Hazreti Musa (A.S)'nın Sancaktarı olan Yuşa, O'nun ordularıyla beraber Beykoz'a kadar gelmiş ve burada yapılan savaşta, kabrinin yakınındaki bir yerde şehid olmuştur. Anlatıldığına göre, Sarıyer'in tam karşısında bulunan Sütlüce Köyü önlerinde şehid düşmüş ve mübarek vücudu iki parçaya bölünmüştür. Belden aşağı kısmı deniz kıyısında kalmış, belden yukarı kısmı da, Beykoz sırtlarındaki tepelere doğru sürüne sürüne çıkıp, şimdiki kabrinin bulunduğu yerde ruhunu teslim etmiştir. Boyu çok uzun olan Yuşa Hazretleri'nin belden yukarı kısmı, 17 metrelik kabre konulmuştur. O zamanlar, mezarının baş tarafı Kudüs'e doğru imiş. Dünya İslam'la şereflenip, Kıble, Kabe-i Muazzama olunca, mezarın baştarafı kendiliğinden yer değiştirerek Kıble'ye yönelmiş. Kabrin yanındaki mescid ise Kanuni Sultan Süleyman tarafından inşa ettirilmiştir.

Bugünkü mezar yeri, Yuşa Tepesi olarak adlandırılan bölgede, Boğaziçi'nde, sahile en yakın ve en yüksek tepededir. Yuşa Camii ve Hz. Yuşa'nın türbesi, tepenin zirvesinde Karadeniz'i ve Boğaz'ı aynı anda gören bir konumdadır.  Hz. Yuşa'nın mezarının 17 metre uzunlugu konusunda çeşitli rivayetler bulunuyor. Birine göre Yusa Peygamber'e duyulan sevgi ve saygı nedeniyle büyük bir mezar yapılmış olabilir. Bir diğerine göre ise, yeri manevi bir keşifle bulunduğu için isabet eder düşüncesiyle geniş ve uzun tutulmuş olabilir.

Tarihsel bir bölge:

Hz. Yuşa'nın gömülü olduğu mekan, adını bir rivayete göre, Fenikelilerin kullandığı Yeşu, (kurtarıcı) kelimesinden, bir rivayete göreyse, Hz. Musa ile birlikte Mecmeal Bahreyn'e (Boğaziçi) gelip burada vefat eden Yuşa Peygamber'den almış.

Chalkedonlular'ın Daphne adına yaptıkları adak yeri tarihin ilk dönemlerinden beri kutsal bir yer olarak kabul edilmiş çeşitli uygarlıklar burada kendi dinlerine göre mabet ve tapınaklar yapmışlar. Bunlardan birisi de ilk çağlarda ki Zeus sunağı olarak biliniyor. Bizans Döneminde. 6. yy da imparator I. Justinianos zamanında ise bu sunak kiliseye çevrilmiş.Osmanlı Döneminde bu tepeye Sadrazam Yirmisekiz Çelebizade Mehmet Sait Paşa ( Ö.1761) tarafından Hicri 1169 (Miladi 1755) tarihinde bir mescit yaptırılmış.

Tepeye adını veren Hz. Yuşa, Hz. Yusuf'un neslinden, Hz. Musa'nın çağdaşı olan bir peygamber. Kur'an-ı Kerim'de Hz. Musa ve Hz. Yuşa'nın, "iki denizin birleştigi noktaya kadar" yaptıkları yolculuk ve Hızır ile buluşmaları, Kehf Suresi'nin 60-65. ayetlerinde anlatılır.

Kaynaklar:

1- Peygamberler Tarihi - Hz. Yuşa - Ahmet Cemil Akıncı - Sinan Yayınları. Syf: 12
2- İstanbul Evliyaları Ziyaret Rehberi - Ayhan Yalçın - Sayfa: 106
3- Suâlar, s. 453
 
Ertan Yurderi 

23 Şubat 2004 Pazartesi

ADSIZ bir ağaç...


ADSIZ bir ağaç...

Daha bir tohum iken toprağa düşüp VAR'edilen,
Aynı yerde yıllarca KÖK salması emredilen,
Biraz toprağı, az bir suyu, bir de güneşi verilen,
Türü belli, ismi ADSIZ bir ağaç bu besbelli...

Kupkuru dallarında yaprağını yeşillendirip,
Sevgisiyle besleyip büyüten ..
Binlerce öğreti içinde,
Kendi öğretisini betimleyen ..
Rüzgarla uygun senfonisini besteleyen,
Türü belli, ismi ADSIZ bir ağaç bu besbelli...

Kendi BİR'ine aşık, dost ellerine yanaşık,
Altında bir gölge ki;
Saz çalar dile gelir bu aşık ..
Ne ölümünü düşünür, ne de gidenini,
Türü belli, ismi ADSIZ bir ağaç bu besbelli...

Gün gelir, devranlar döner,
Mevsimi gelir, BİR'e uyanır, BİR'e döner,
Belki de Mevlası'na ÖZ'üne döner,
Bir nacak darbesiyle sarsılınca bedeni ..
Türü belli, ismi ADSIZ bir ağaç bu besbelli...

TEK öğretisini BİR'inden ortak SEVGİ'sinden alan,
Kendi öğretisini kendinde betimlemiş olan,
Uygun senfonisini kendi ritmiyle bestelemiş olan ..
Türüm belli,
İsmim ADSIZ bir ağaç,
"O" BEN'im besbelli...

Ertan Yurderi (kocayurek, 23.2.2004)

 


 

1 Kasım 2003 Cumartesi

Her şey bir kedinin özel anını yakalamakla başlar ...




"- Kedilerin özel bir anını yakalamak gibidir kendi hayatımızdaki olağanüstü anları ve olağanüstü kişileri yakalamak..." Murathan Mungan... 

"- Ve yaşam sahnesinde yakaladığımız kişilerin, kişiliğinde yakalamaktır, geçmişi gelecek yapacak olan yaşam öznesi..." Ertan Yurderi... (Kocayurek)

Kediler, öyle umarsızca bir yaşam tarzını oturtturmuşlardır ki kısa vadeli yaşamlarına... Dilediği gibi yaşamaktır tek erekleri...

Özgürce ve sınırsızca, doyasıya, biteviye... İmrenirsiniz...

Önce yaşayacağı çevreyi belirler, kendine has koruma ve korunma içgüdüsüyle... Sonra o çevreye uyumlanmaya çabalar, kendine has metodlarıyla.. Kısa vadeli de olsa bir dünya insanının ömrünün çeyreğine sığacak olan yaşamı başlamıştır bile, gecenin en kuytularına gizlenmiş olan...

Duyumsadığı ve duyumsayacağı her duyguyu tadar... Yaşamını bir oyuna çevirir, en vurdumduymaz haliyle... Varlığını hisseder, hissettirerek...

Saadet ağacının meyve verdiği gibi yeniler kendini sürekli, şeklini ve şekillerini bir köşeye bırakarak... Vefalı ve gerçek dostudur bedeninin.. Ve bir nazenin edasıyla onu iyi konuşturur; en hoyratça yatışıyla ahenklendirdiği yatağında...

Her şey bir kedinin özel anını yakalamak üzre başlar, YOL’a tüm çekincelerle çıkarken...

Yol... Yakın...
Yol... Uzak...
Yol... Belki de bir tuzak!...


Bir kedinin güncesi bu umarsızca yaşam tarzını belirlediğin...Belki de dilediğini biteviye yaşamak bir kedinin öznesiyle kendini özleştirdiğin...

Öyle bir nokta ki bu... İnsanın başı, bir pergel başı gibi, dönüyor, dönüyor... Çiziyor dairesini yaşamının... Uykusuz halinin uyku mahmurluğu ve yorgunluğu gibi... Belki de Yok’luk selinin başından kaynar suya benzer akması gibi... Gönlün ise bir toz zerresi olmuş, uçuşmakta teğet geçerek evrenine...

Gecelerin en bitip tükenmezliğinde bozulan binlerce tövbeler, nefs oyunlarının.. Duyumsadığın ve duyumsayacağın nice tadları tatmak, yaşamını bir oyuna çevirerek... Bu arada miskinleşen aklını güya düşünce denizinde yüzdürerek, deli gönlünü susturmak, içten içe, karartırcasına...

Her şey bir kedinin özel anını yakalamak üzre başlar, YOL’a tüm çekincelerle çıkarken...

Yol... Yakın...
Yol... Uzak...
Yol... Belki de bir tuzak!...
Gerçek yaşamının...

Ve yaşam sahnesinde yakaladığımız kişilerin, kişiliğinde yakalamaktır, geçmişi gelecek yapacak olan yaşam öznesi...

Ertan Yurderi


17 Temmuz 2003 Perşembe

Senin insanın ...





Dün akşam seninle ilgiliydi gördüğüm rüya hayrolsun...

Yanımda en güzel ve en tabii halinle yatıyordun yine... Seni sevgiyle izliyordum... Doya doya izliyordum her zaman yaptığım gibi seni...

Kokuna öyle alışmışım ki... Sanki tabiatın kendine has doğal toprak ve çam kokusu karışımı gibiydi kokun...


Senin bu haline dayanamayıp arada bir ellerimle başını okşuyor, yavaş yavaş sırtına doğru ellerimi indiriyor ve yüzünün önünden başlayarak önce göğsünü okşuyor sonra yavaş yavaş karnına doğru ellerimi indiriyordum...

Ben seni böyle okşayıp sevdikçe sen tüm bedenini tam teslim ediyordun bana... Bana güvendigin bedeninin her halinden, her titreşiminden belli oluyordu... Böylesi sevgiyle okşanıp sevilmek kimbilir nasıl bir şey... Bunu en iyi sen biliyorsundur muhakkak... Çünkü ben hiç böyle sevilmedim ki...

Böylesi sevilmenin, böylesi okşanmanın sende yarattığı mutlulukla çıkardığın sesin, kulaklarımdan hiçbir zaman çıkmayacak... Yüzlerce enstrümanın çıkardığı senfonik melodi bile beni böylesi etkileyemez... Bu sesle, yüzlerce sene veya asırlarca yanında huzurla uyuyabilirim...


Bana ilk geldiğin günü ve benim olduğun günü hatırlıyorum da... Kendi tercihini kendin yapmıştın... Ben seni değil, sen beni seçmiştin... Senin evdeki varlığınla yepyeni bir yaşamı tatmaya başlamıştım...

Bana insan muamelesi yapıyordun en doğal, en tabii halinle... Ne de olsa ben de her halimle senindim... Senin insanın olmanın kıvancını yaşıyordum... Senin aniden hayatına giren sevdiğin ve hayatının bir parçası oluvermek gurur vericiydi benim için de...

Biz her şekilde konuşuyorduk seninle... Lisanlarımız birbirimize uymasa bile, ben senin ne söylediğini, sen de benim ne söylediğimi anlıyordun... Bazen birbirimizi anlayamadığımız oluyordu o zaman ise gözlerimizi konuşturuyorduk, bedenimizi konuşturuyorduk, hatta birbirimizin yüzüne bakmak bile birbirimize ne söylemek istediğimizi anlatıveriyordu...

Evden işe gitmek üzere her çıkışım senin için en üzücü anındı biliyorum... "Gitme benimle kal" deyişini, beni öpüşünü, bana sarılmanı hiç unutamam.. Pencereden hüzünlü gözlerle bakman benim de içimin yağını eritiyordu...


Çalışırken hep senin hayalin gözlerimin önündeydi... Evdeki neşeli koşuşturmacalarımızı, sevinç çığlıklarımızı, birbirimizle çocuk gibi şakalaşmalarımız, her mutlu anımız, evet her mutlu anımız gözlerimin önüne geliyordu... Yine çalışırken, bir an önce akşamın olmasını ve koşa koşa sana gelmeyi hayal ediyordum... Biliyordum ki gözlerin hep penceredeydi... Benim gelişimi bekliyordun... Benim gelişimi köşe başından görünce, ben de seni pencerede beni beklediğini görünce içim kıpır kıpır oluyordu... Merdivenleri koşar adımlarla çıkıyordum sana kavuşmak için.... Kapıyı açar aşmaz, bana sarılmanı, beni koklaya koklaya öpmeni, sevinç çığlıklarını unutamam...


İşte şu an yine birlikteyiz... Masamızın başındayız... En sevdiğimiz şeyleri birlikte yiyiyoruz... Gözlerimiz gözlerimizde.. Senin en sevdiğin müzik çalıyor... Hani şu dinlerken kendinden geçtiğin müzik... Hatta hatırlıyor musun bazen o kadar çok kendinden geçersin ki bu müzikle, müzik setine sarılmış uyuyor bulurum seni.....

Şu an hiç konuşmuyoruz sadece bu mutluluğun tadını çıkarmaya çalışıyoruz... Çalışıyoruz da içimde yine garip bir burukluk var... Senden ayrılmak, ayrı kalmak veya bir daha seni görememek korkusu tüm bedenimi sarıyor... Bu mutluluğun kısa süreceği düşüncesi rüyalarıma bile giriyor bak... Kısacık ömrümüze sığan bu birliktelik gün gelip bitecek biliyorum... Yaşam da bunu gerektiriyor, bunu da biliyorum... Belki ben senden önce göçeceğim yaşamdan, belki de sen benden önce... Belli olmaz ama... Ama ... İşte sevdiğini kaybetmek düşüncesi yok mu bu gerçek beni kahrediyor...

Bedenimde senden kalan izlere bakıyorum... Ellerimdeki izlerine... Kollarımdaki izlerine... Göğsümdeki izlerine... Ayaklarımdaki izlerine... Birbirimizle altalta üstüste oynaşırken ve şakalaşırken ısırık izlerine ve beni tırmalama izlerine bakıyorum... Senden hatıra olarak kalacak derinlikte tırmalama ve ısırık izlerin duruyor bedenim her yerinde... Olsun varsın... Sen o izlerini, senin insanın olduğum için bende bıraktın... Bense hiç kıyamadım sana... Bana ne yaptınsa güldüm geçtim... Hatta bedenimdeki tüm ısırık izlerini, tırmalama izlerini gururla gösterdim tüm dostlarıma...



Tevazuyu, munisliği, muzipliği, şakalaşmayı, gülmeyi ve vesaire vesaire her türlü olumlu ve güzel duyguyu yeniden sen öğrettin bana... Şu kısacık zamanda... Şu kısacık zamanda daha önce bildiğimi sandığım ama hiç bilmediğim şeyleri yeniden senden öğrendim... Örneğin, coşkun insan olmayı.. Örneğin mutluluğun öyle çok uzaklarda olmadığını senden öğrendim... Kısacası sen, benim gerçek öğreticim oldum... Biliyorum sen de benden bir şeyler öğrenmişsindir belki... Bana bunları bir bir anlatabilmeni ne çok isterdim bir bilebilsen...

Şimdi yine uyuyorsun... Kuyruğunu yastık yapmışsın yüzüne... Ama kulakların dimdik etrafı dinliyor, sana yazdığım bu satırları mırıltılı şekilde okurken sana, sen de en güzel mırıltını çıkartıyorsun bana...


Ulan Şanslı, ne şanslı kedisin sen be... Bir elin yağda oğlum senin, bir elin de balda... Kalk ulan yatağımın üzerinden... Git yerinde yat... Üzerimdeki pikeyi de kendi üzerine çekmişsin... Bak bir yerlerimiz açıkta kalmış tüm gece boyu.... Ne acayip rüyalar gördüm oğlum seninle ilgili ya... Ulan hele senden ayrılmak düşüncesi var ya, içimi çok yaktı, cız ettirdi şu kocayüreğimi... Beni bunca satırlar boyu yazdırdı... Bir de bunları tüm dostlarımıza gönderdik... Her şeyimizi herkes öğreniverdi birden... Millet yanlış anlamıştır belki ilk satırları okurken ama, bize ne değil mi oğlum... Yanlış anlamasalardı ne yapalım?

Seni çok seviyorum Şanslı... Sen benim kuyruklu bilge oğlumsun... Beni bu dünya denilen mekanda ve yaşam ötesi sonsuz yaşamımda da, hiç yalnız bırakma olurmu? Hep yanımda kal.. Ben senin insanın olmaktan gurur ve mutluluk duyuyorum... Benim rüyalarıma girerek bana bir şeyler anlatmak istediğini anlıyorum ama...Biraz sulugözlü insanınım bunu iyi bilirsin, daha fazla sulugözlülük yaptırtma bana... Hadi, hadi kalk yerinden de patilerinle gözlerimden inen yaşlarımı sil... Daha ne duruyorsun...

Senin insanın, baban Ertan...