31 Ağustos 2004 Salı

Ça-ça-ça sevdiğim ça-ça-ça...



Mesaim bitip, işyerimden her zamanki gibi yorgun bir şekilde çıkıp, eve gelmek için bindiğim servisten Migros önünde inerken, onunla yeniden karşılaşacak olmamın heyecanı sarmıştı bedenimi ve ruhumu...

Birkaç aydır görünmez olmuştu çünki ortalıkta.. Ama yeniden varlığını hissetmek ne kadar çok hoşuma gidiyordu anlatamam... Az sonra onunla karşılaşacaktım her zamanki buluşma yerimizde...

Migros'un açılır-kapanır kapısından içeriye girdiğimde gözlerim onu arar vaziyette geziniyordum içeride hızlı bir şekilde...

Ve işte beklediğim o an gelip çatmıştı... Onu görüyordum... İleride sol köşede duruyordu... Kalbimin çarpıntısını anlatabilmem mümkün bile değil şu an... O kalp sanki bedenimden çıkacak gibiydi... O da öylece duruveriyordu benden habersiz bir şekilde, en masum haliyle... Usulcana yanına yaklaştım ve...

"Seni bulmak ne kadar güzel? Güzelliğinden hiçbir şey kaybetmemişsin..." dedim usulcana...

O yine sessiz ve mağrur bir o kadar da mahçup şekilde duruveriyordu... Utandığı belliydi... O masumluğunun resmini anca Mona Lisa tablosu anlatabilir... Renkten renge de giriyordu her bir yerine dokunduğumda...

Birlikte Migros'tan çıkıp eve doğru yollandık birlikte... Hiç sesimiz çıkmıyordu bu süreç içinde... Konuşmuyorduk ama, az sonra yaşayacağımız birlikteliğin heyecanını hissediyorduk... Belki de hiç konuşmadığımız da bunun içindi...

Ve sonunda, evdeydik artık...

Onunla evde geçirdiğimiz AN'lar geliyor şimdi yeniden aklıma... Zaten onun için yazıyorum ya bu satırları, paylaşıyorum ya sizlerle...

Bazen tatlı ve bazen de acılı zamanlar geçirmiştik onunla birlikte... En tatlı olduğu zamanlarda ve beni mutlu ettiği zamanlarda ondan vazgeçebilmemin namümkün olduğunu anlıyorum... Ama mecburi ayrılıklar yaşıyorduk, belki de aylar, belki de mevsimler boyu, yeniden karşılaşana dek...

En acılı olduğu zamanlarda ise bana ça-ça-ça bile yaptırıyordu... Elim mahkum o ne isterse onu yapıyordum... Çünki onu çok seviyordum...

Biliyorum yine az sonra yine kaybedeceğim onu... Onu kaybetmek... Evet onu kaybedeceğim yine, istemeye istemeye... Acısı şimdiden yine yüreğime çöktü işte... O ince narin beli, o bedeninin muhteşem parlaklığı ve güzelliği az sonra kaybolacak anılarımdan ve düşlerimden yine...

Kendisine son bir kez daha sarıldım, aldığı duştan çıktıktan sonra... Bir güzelce de havluya sardım onu...

Tavayı ocağa koydum... İçine kızması için yağı döktüm... Az sonra o yana yana pişerken ve birazdan ben de onu afiyetle mideme indirirken, onunla BİR olacaktık... Karışacaktık tüm BÜTÜN'den habersiz...

Çarliston biberimin karnını yardım, pişerken patlayıp etrafa saçılmasın diye... Son kez yine tattım onu, daha en ham haliyle duruyordu... Belki yine acısı çıkar da ağzım yanmasın diye yapmıştım bunu... Ve tavaya bir asker mangası gibi koydum onu... Diğerleriyle birlikte kızartmaya başladım...

Böylece o hamdı, pişti ve yandı, bense hala HAM olarak onun yanındaydım... Karnım da epey acıkmıştı...

Yedim afiyetle... Ve artık BİR BÜTÜN'üz onunla... Yeni bir mevsim ve ayda, belki de onunla yeniden bir Migros rafında veya pazarlarda karşılaşacağız... O ana dek elveda sana Çarliston'um, biberim...

Yine de seni unutmadığımı anlatabilmek için ve içimde acını hep hatırlamak için ça-ça-ça sevdiğim, ça-ça-ça..

Ertan Yurderi

26 Ağustos 2004 Perşembe

"Dağınık Yatağım" ...




Altıncı kattaki daireme ağır ağır çıktım merdivenlerden... Yaş ilerledikçe her bir basamak biraz daha yorucu gelmeye başlıyor insana zamanla...

Gençliğimde hayalini kurduğum böylesi bir atölye çatı katı dairesine sonunda kavuşmuştum; kavuşmuştum ancak 84 basamağı hiç hesaba katmamıştım... Son bir gayretle beşinci katı çıkıp, dairemin kapısı önünde soluklanıverdim...

Çantamın ön yüzünden çıkardığım anahtarımı kapıya yaklaştırmıştım ki; içerden gelen sesler karşısında irkildim... İçerden gelen ses tanıdık bir sesti ancak başka bir ses de o tanıdık sese eşlik ediyordu... "Bu saatte kim ola ki?" "Kim gelmiş olabilir ki?" diye düşünmeye başladım anahtarımı birkaç kez daha çevirirken kapının kilidinde...

Kapıyı açıp içeri adım attığımda, ortalığın karmaşıklığı karşısında daha da irkildim... Her yer, her yerdeydi... Kütüphanemdeki kitaplar yerde, bilgisayar klavyem yerde, su bidonu salonun ortasında, çiçeklerden bazıları devrilmiş, bir gün önce aldığım ama daha soğutamadığım bira şişeleri odanın her tarafına saçılmış... Giysilerimden bazıları ortalarda... Ama tanıdığım sesin kulağımdaki yankısı ise hiç dinmiyordu.. Ve ona eşlik eden çılgın ama bir o kadar da seksi melodik bir ses...

İçerdeki radyomda ise Mariah Carey "Hero"yu yorumluyordu... Birkaç adım attıktan sonra Eric Clapton'dan "Let it Grow"u dinlemeye başlamıştım ki, yatak odamın kapısının ardına kadar açık olduğunu farkettim...

Tanıdık ses ve ona eşlik eden çılgın ama bir o kadar da seksi sesin hafifçe gülüşür şekilde konuşmaları odayı doldurur şekilde çalan müziğe eşlik ediyordu...

İçeriye tam adım attığımda gördüğüm manzara karşısında küçük dilimi yutacak gibi olmuştum... Sabah özenle düzelttiğim, üzerine 50 kuruş atsan, zıp zıp zıplayacağı yatağımın üzerinde her ikisini de öylece görüverdim... Yatağım dağılmıştı... Sanki Müjde Ar'ın "Dağınık Yatak" filmini seyrediyor gibiydim...

Tamam, evimi onunla paylaşıyordum... Bunu anlayışla karşılıyorum, ancak benim yatağımın üzerinde ikisinin de işi neydi? Evimi neden bu hale getirmişlerdi? Ev leş gibi bira kokuyordu...

Hışımla odadan çıktım, salonun ve odaların pencerelerini ardına kadar açtım...Sinirimden ön taraftaki odaya gidip koltuğa öylece oturuverdim..

Herhalde biraz sonra yanıma gelir ve bana bu olanları anlatır diye düşünüyordum.. Ama nafile... Sinirimi yatıştırmak için buzdolabını açtığımda, akşam için sakladığım nevaleden hiçbir şey kalmadığını görünce, dayanamadım... Hışımla odamın kapısının önüne geldim... Ve...

"Bu yaptıklarının mantıklı bir açıklaması vardır, lütfen buraya gel ve açıkla..."

deyiverdim... Hışımla yataktan fırladı, yanıma kadar geldi... Hiçbir şey konuşmuyordu... Sadece gözlerimin içine bakıyordu... Sorumu bir kez daha yineledim... "Görmüyor musun ne olduğunu" der gibiydi yüz ifadesi...

Ve yeniden içeriye gitti...

Sesleri arttıkça artıyordu... Kulaklarımı tıkıyordum... Onun, evime, yatağıma, her şeyime kadar bu kadar sahip olması beni çıldırtıyordu... Şeytan bu işte... Sürekli kafamın içini yiyip bitiriyordu.. Şimdi içeriye gir ve her ikisini kolundan tuttuğun gibi dışarı çıkar diye düşünüyordum... Onların umurlarında mıydı sanki? Neşeli zaman geçirdikleri malum... Benim varlığım onları hiç rahatsız bile etmemişti... Umurlarında bile değildim... Hallerinden memnundular çünki çıkarttıkları seslere bakılırsa...

Tam niyetimi gerçekleştirmek üzereyken, kapının zili çaldı... Karşımdaki bir alt kattaki komşuydu... Bana bütün gün bizim evden gelen seslerden bahsedip, az önce dağınık yatakta gördüğüm kişiyi bana soruyordu...

Aman yarabbim dedim içimden... Ben şimdi adama ne diyeceğim... "Gir içeriye yatak odasına ve dağınık yatağımamı bak" diyecektim adama... Olmaz söylemezdim... Ya sonrası? Tam bir karmaşa, tam bir kaos... Olabilecekleri hiç düşünmek bile istemiyordum...

"Şey" dedim kekeleyerek... "Ev biraz dağılmış da, bizim vatandaş da içerde... Kusura bakma, aradığın kişiyi görmedim" dedim yutkunarak...

Tam o sırada içerden komşunun kulağına onun da tanıdığı ses geldi...

Komşu: "Utanmıyor musun yalan söylemeye... İşte burada, içerde... Sizde ne arıyor?" demez mi? Ben de daha eve yeni geldiğimi, hiçbir şey bilmediğimi söyledimse de, komşu, beni biraz itekleyerek içeriye girdi... Ve sesin geldiği yatak odama doğru gitti...

Ve o da gördüğü manzara karşısında önce irkiliverdi, sonra gülmeye başladı... Adamın gülmesine bir anlam veremedim... Oysa ben çok sinirlenmiştim her ikisine de... Daha özenle bir gün önce serdiğim yatak çarşafımın üzerindeydiler çünki... Yatağım ise şimdi darmadağındı üstelik...

Komşum bana dönerek, "Merak etme Ertan Bey, kızacak ve üzülecek bir durum yok... Artık olan olmuş... Ne yapalım" dedi.. Ben de yine "Elimden gelen her şeyi yapmaya hazırım" dedim üzgün bir vaziyette... Adam yine gülerek, "Size üzülmemenizi söylemiştim, şimdi nedenini açıklayayım" deyince anlam veremedim... Ve o anlattıkça benim üzüntüm, önce neşeye dönüştü, sonrasında da ben de kahkahalarla gülmeye başladım adamla birlikte... Yüreğime sular serpildi...

Meğerse komşumun dişi kedisi "Aşifte" ameliyatlıymış... Ama yine de Mart ayı gelip de kızgınlık zamanı başladığında böyle evden kaçıp kendisine uygun eş arıyormuş... Bu seferki gözüne kestirdiği yakışıklı; benim ev arkadaşım, oğlum Şanslı'ymış... Evimize de tuvaletin penceresinden girmiş "Aşifte"... Tabii ki bizimki de benim kolumu fikfiklemekten, olayın gerçeğine terfi edeceği için ve milliliğine millilik katacağı için evin altını üstüne getirmiş... En sonunda da benim özenle bözenle düzelttiğim yatağımın üzerinde yeni serdiğim çarşafın üzerinde emellerine nail olmuş... Durum bundan ibaretmiş...

Komşumun bu anlattıklarından sonra benim de içim öyle bir rahatladı ki... Kapıyı açtığımda karşılaştığım manzaradan dolayı eve hırsız girdiğini düşünmüştüm ilk önce.. Ama hiç de kapıda ve camlarda zorlama görünmüyordu...

Bizim zıpır oğlan Şanslı keyif yapıyordu işte kendince, sevdiğinle...

"Aşifte" de adı gibiydi.. Nasıl da sanki normal bir insanın kahkahaları gibi gülüyordu mırmırlamalarıyla...

Komşum "Aşifte"sini alıp, gitti... Şanslı da "Noluyoruz ya... Şunun şurasında bir keyfimiz vardı, içine ettin" der gibiydi hali... Sinirli sinirli evin içinde turalıyor, yere dökülen biraları yalıyordu... Arada bir de kafasına esip gelip ayaklarıma pati sallıyordu...

Siz siz olun, evinizde kedi besliyorsanız şayet, böyle davetsiz misafirlerle her an karşılaşabileceğinizi unutmayın....

Onlar mutlu sona erdiler... Hadi yazıyı şöyle bağlayalım isterseniz...

"Onlar erdi muradına, bizler çıkalım kerevetine..."  
Darısı diğer şanslıların başına...

Ertan Yurderi

24 Ağustos 2004 Salı

"Rock'ım geldi.. Geçti ve gitti..."



Gözlerimize, kulaklarımıza, burunlarımıza, yüreklerimize ve bilumum insan vücudunun her bir noktasına çeşitli şekilde hitap eden bir organizasyonu daha sağsağlim atlattık... Yalnız vücudumuzun güneş gören yerlerinin yanması, yanan yerlerinin acıması, içimizde biriktirdiğimiz yaklaşık 2 metreküp su hacmini ve bir o kadar da tıkındığımız yiyeceklerin midemizdeki gazsal devinimini saymazsak hiçbir sıkıntımız olmadı bu süreç içinde çok şükür...

Hemen neden bahsettiğimi anlamışsınızdır umarım Rock'n Coke 2004'ten elbette...

Bir hafta önce gidip hazırlık aşamalarına bizzat ve yakinen şahit olduğum Hazerfen Çelebi Efendi Hazretleri'nin ismi şahanelerine ithaf olunan ufak Cesna ve Kataman tipi uçakların inip-kalktığı havaalanının, Büyükçekmece Gölü'ne bakan batı ve kuzeybatı cephesi, geçtiğimiz haftasonu büyük bir organizasyona sahne oldu malumunuz üzre...

Festivale günübirlik gelenlerden 45 milyon Törkiş Lira'nın alındığı, iki günlük yatılıya kalan misafirlerinden de 65 milyon Törkiş liranın alındığı böylesi dev bir organizasyona, altımızdaki Vosvos'umuzla havaalanının araba misafirhanesine 5 milyon Törkiş lira bayılmayarak girdik Cumartesi günü... Bayılmadık çünki basın kartımız artık bu saatten sonra bu alan içinde çalışmaya başlamıştı... İçeriye girişte de Basın'a ayrılan bölümden kollarımıza kırmızı plastik bandanalar takılarak girdik içeriye... Efendim, bu bandanalar her gün renk değiştiriyordu.. Pembelisi olanı vardı, yeşillisi olanı vardı, beyazı olanı vardı, kırmızısı olanı vardı... Yani herkesin sağlı sollu kolları çiçek gibi rengarenk olmuştu... Bunlara bakılarak kimin nasıl bir ziyaretçi olduğunu görevliler anlıyordu.. Ayrıcana içeride görevli olanlara da boyunlarına asılan kırmızı-beyaz tabelalarda ise görev yerleri, mevkiileri vs. bilgileri yer alıyordu...

Kızımla birlikte içeriye girmekten pek memnun olduk... İçeriye yine X-RAY cihazlarından geçen çantalarımız, üstümüz ve vesairemiz aradıktan sonra girebilmenin mutluluğunu yaşarken, gözlerimiz ve kulaklarımız ziyafet çekmeye başlamıştı bile...

Hemen kapı girişinde sol tarafta Alternatif Sahne, biraz ileride yine sol tarafta Dev Ana Sahne, sağlı sollu yayılmış çarşı, pazar, market, banka, vs'si görülüyordu diğer boş kalan alanlarda... Etrafa yayım yayım yayılan köfte, hotdog, simit, hamburger vs.. kokusu da içine çekilmeye değerdi doğrusu... Yavaş yavaş ilerlememiz devam ederken, bir yandan müzik sesine doğru yönelip bir yandan da ortalıklarda dolaşan erkeğiyle, kızıyla yarı üryan gençlere gözlerimiz takılmadı değil hani... Kendimi Florya'da Güneş Plajı'na düşmüş ortalıklarda aval aval dolanıp bakınanlar gibi hissettimse de bu içine düştüğüm duruma ayak uydurma numarası yapmama gerek kalmadan, benim gibi giyimlilere de rastlayınca içim biraz rahatladı...

İçeriye girdiğimizde "Kurban" sahnedeydi... Ana sahne önü kalabalıktı... 35 dereceye varan sıcak altında gençler salım salım sallanıyorlar, el ve kol hareketleriyle müziğe eşlik etmeye çalışıyorlardı... Bu sıcak havada kendimize sığınacak bir mekan arayadururken hemen Reikievi'nin ve Aytaşı'nın standına doğru gölgeye kendimizi attık... Standın kurulduğu çarşı alanının içinde 10 milyon Törkiş lirasına kahve içilip fal baktırılan yerde bir güzel kahve içip falımıza baktırdık... Genç çocuk elinden gelen çabayı sarfederek, kahve fincanının içinde ve tabağında gördüklerini müzik ritmine ayak uydurarak sıralıyordu... Diğer yerlerde de arkadaşlar, Tarot fallarına baktırıyorlardı.. Kahve ve suyumuzu içip, standımıza geçip, gölgenin serinliğinde etrafa seyre koyuldum...

Alanda her türlü ihtiyaç düşünülmüş elbette... Kalınacak, yerler, yemek yenilecek yerler, eğlenilecek yerler, lunaparklar, alışveriş çadırları, banka standları, bu festivale sponsor olanların kurdukları standlar, tuvaletler vs.. vs.. Yalnız burada bir şey yemek içmek ve eğlenmek ve alışveriş için sponsor bankanın kurduğu standlardan kart çıkarmak ve içine kontür yüklemek gerekiyordu... Sadece iki gün sürecek festival boyunca geçerli olacak bu kartta içinde kontür bırakmamak için gençlerin büyük çaba sarfettikleri her hallerinden belli oluyordu... Kuyruklara bir girip bir çıkıyorlardı, her saat başı... Ama yine de 30 bin kişiden mutlaka kartlarında kontür kalanlar olmuştur tıpkı benim gibi... Kartımda 1500 kontür kaldı.. Yani 1.5 milyon Törkis lira... Eh bir de bunu 30 bin kişiyle çarpsan, iyi para... Neyse, iyi uyanıklık...

Eh ne de olsa bu gençlik başka gençlik, kendilerine değişik oyunlar çıkartıyorlardı elbet... Yoksa 48 saati nasıl dolduracaklardı bu mekanda, hep müzik dinlenmez ki ama... Canları sıkılanlar ellerine geçirdikleri her türlü şeyi bir oyuncağa çeviriveriyorlardı... Frizbi'ler ortalıkta uçuşmaya ve futbol topları ortaya çıkmaya başlayınca gençlerin sıkıntılarını gidermek için bir şeyler icat etmeye başladıklarını anladım... Hattı zatında gençlerin OKEY firmasının her türlü kokulu ve renkteki korungaçlarını birer balon yapıp karşılıklı voleybol oynanmasına şahit olunca gülümsemem kahkahaya dönüşmedi değil hani... "Biz çilekliyle oynuyoruz.. Siz elinizdeki hangisi... Muzlu mu?" sesleri Rock'n Coke derin bir anlam katmıştı... OK Standı'ndaki görevli, "Şey ya çocuklar, ellerinizdeki şeyler başka türlü oyunlarda kullanılıyor yapmayın, etmeyin" dediyse de, dinlettiremedi koca koca çocuklara... Çilekli, muzlu, karamelli, tırtıklı muhabbeti iki gün boyunca devam edip gitti... En komedi yönü ise üzerlerine ellerine geçirdikleri boyar maddeli kalem türü şeylerle ve hatta rujlarla “Ahmet’in Kİ, Mehmet’in Kİ, benim Kİ..” diye yazmalarıydı...

Hava sıcak olunca ve insan terleyince bol bol su ve sulu şeyler içmek istiyor haliyle... İçmek istiyor da, bunların geriye dönüş şeklini hiç düşünmeyenler buz gibi fıçı fıçı biraları, suları, kolaları ve meyve sularını içip serinliyorlardı... Sıra geriye boşaltım işine gelince de, insanlar etrafa konuşlandırılmış yüzlerce gündüzkondu WC'lere doğru koşuyorlardı... Sıra burada da vardı elbet... Bulabildiğin boş birine girdiğinde ise karşılaşacağın durumu anlatabilmem ise çok zor... Her türlü önlemi alan organizasyon, kadın - erkek ayrımı yapmayı unuttuğundan tuvaletlerin içi TV'lerde izlediğimiz türden Orkid ve SOLO reklamını aratmıyordu... Hatta sıra beklerken şahit olduğunuz muhabbetler sayesinde ilginç olaylara şahit oluyordunuz... Örneğin arkasından bakıldığında tam bir kadını anımsatan bir erkekten "Acaba fazla orkidiniz var mı?" diye soru soran genç kızın, çocuk cevap vermek için geriye döndüğünde sakallı ve bıyıklı halini görünce attığı çığlık ise, sıradakilerin hepsini olduğu gibi beni de kahkahaya boğuyordu..

Bu arada konser de var gücüyle devam ediyordu kulakları tırmalayarak.. Sahnenin tam karşısından dinlediğinizde zevk alabiliyordunuz dinlediğinizden, ancak sahnenin sağlı sollu iki yan tarafından dinlemeye kalktığınızda da bu dinlence bir işkenceye dönüşmüş oluyordu... Sadece kuvvetli bir bas sesi geliyordu o da müziği çekilmez kılıyordu... Müziği dinlemek için mutlaka yanına kadar gitmeniz gerekiyordu... Bu yüzden üzerimizde hava gösterisi yapan uçağı bile farkedemedim... Daha sonra “Bu millet nereye bakıyor böyle ya” deyip kafamı havaya kaldırdığımda gösteri uçağı havaya dimdik diklendikten sonra burnunu başaşağı çevirmiş, aşağıya doğru son sürat geliyordu.. Hah şimdi düştü düşecek mi acaba demeye kalmadan usta pilot uçağı yeniden havaya dikti, bir ters parende atıp, havaya bir şeyler yazdı uçağın ardından çıkardığı gaz bulutuyla... Bir de iki de bir, TV kameramanlarına havadan çekim sağlayan helikopteri ve kahraman kameramanları unutmayalım... Görevleri uğruna bir helikopterin kenarından görüntü alabilmek için 40 kiloluk kamerayla çalışmak zor olsa gerekti...

İşte böyle bir sırada çıktı sahneye yılların eskitemediği Erkin Baba... Eh bizler de durur muyuz, bizler de Ana Sahne önünde konuşlandık tabii ki bizim grup olarak... Erkin Baba ise yılların kulaklarımızdan silemediği eşsiz parçalarını yorumlarken biz de kendimizden geçip gidiyorduk.. “Eh bizim gençlik yıllarımız Erkin Baba”yı dinlemekle geçmişti ne de olsa”... Baba sazını eline alıp Ankara misket havasıyla başlayıp, Fesüphanallah ile devam edince koptuk ... Eh durumu düşleyin işte... Rock konseri dönüştü Sulukule ve Hacıhüsrev Roman cümbüşüne... Az önceki gruplarda el kol sallayan gençler, güzel güzel bel kıvırtıp, gerdan kırıyorlardı en doğal halleriyle... Ben de Ercan Saatçi gibi dedim “İşte Törkiş Rak’ın Kok” budur.. Bence gelecek senelerde “Roman in Hazerfan 2005”i düzenlesinler, yetmiş iki milletten festivale gruplar gelmezse na’merdim..

Daha sonra hanım evden telefon açıp, “Hadi eve misafir geldi, sizleri yemeğe bekliyoruz” deyince bu tadı yarıda kesip ertesi gün yeniden gelmek üzere, festival alanından uzaklaştık...

Ertesi gün yeniden yine yine Festival alanındaydık... Bir önceki akşam biz gittikten sonra millet epey zıpırlaşmış, eğlenceler sabaha kadar sürmüş.. Tabii ki bu arada uyumamış olanlar da ayakta sallanıp duruyorlardı... Cumartesi günü işi gücü olduğu için gelemeyenler, Pazar gününü fırsat bilip Festival alanını hıncahınç doldurmuşlardı erken saatlerden itibaren...

Pazar günü ağırlık daha çok yabancı pop ve Rock sanatçılarındaydı... Tek Özlem Tekin yerli sanatçı olarak sahne aldı.. Bütün günümüz sevgili Hasan (Sonsuz) Çeliktaş’la birlikte gölgelik bir yerde kendimizi serinletebilmenin yollarını aramakla geçti... Arada bir oturduğumuz sandalyelerden kalkıp, şöyle bir Festival alanını turlayıp geliyorduk... Her yerimize gelişimizde elimizde bir sürü yiyecek, içecek, eşantiyon şeylerle doluyordu...

Bu arada sahne alan grupların dilinden “fuck” sözcüğü hiç düşmüyordu maşallah... Aşağı tükürsen “fuck” yukarı tükürsen yine “fuck” oluyordu her iki sözcükten bir tanesi... Hele şimdi ismini hatırlayamadığım bir sanatçının sloganı, “Fuck’n Bush, Fuck’n Mcdonalds, Fuck’n IMF” diye bağırırken ve eliyle McDonalds standını gösterirken, kendisinin de Rock’n Coke’ta olduğunu unutuverdiği kesindi... Rock’ın Coke konseri “Fuck’ın Coke” konserine dönüşüvermişti bu süreç içinde...

Gün bir önceki günden daha sıcaktı... Bir gün önceden dolan gündüzkondu WC’ler hala boşaltılmamıştı sanırım.. Hafif hafif esen lodos’la birlikte burnumuzun direği kırılan türde bir koku bizim oturduğumuz standa kadar yaklaşmıştı ki, Hasan’a “Hadi kalk dolaşalım, yoksa bu koku bizi zehirleyecek” dedim ve hemen yerimizden kalkarak, uzaklardaki Hasan’ın kendisini bambaşka dünyalarda hissettiği Alternatif Sahne’ye doğru yollandık birlikte...

Artık zaman geçmiş, hava hafiften kararmaya yüz tutmuş ve ortam yavaş yavaş sıkıcı olmaya başlamıştı ki, nihayet sahneye The Rasmus çıktı... Bu çocuklar da son çıkardıkları albümleri “Dead Letters”ı kaydederken, birçok korku filmi seyrederek ve geceleri kabuslar görerek, bu şekilde ruh hallerinin daha karanlık olmasını sağlayıp böylesi bir ruh haliyle şarkılarını oluşturmuşlar ve yansıtmışlar bizlere... Grubun solisti Lauri bana çok sevimli geldi. Grubun gitaristi Pauli ise bu grubu “Bir şey biliyorsan, paylaş” tavsiyesine uyarak kurmuş... Grubun basgitaristi Eero ise kafasını Sahaja-Yoga ile dinlendiriyormuş... Eh bu kadar paparazzilik yeter dedim kendimei... Neticede “The Rasmus”u ben de çok beğendim...

Aslında niyetim “The Rasmus”u dinledikten sonra Festival alanından ayrılmaktı... Ancak bizim kızın ısrarlarına dayanamayarak hadi “50 Cent”i de dinleyelim dedik... “50 Cent” sahneye çıktığı andan itibaren tüm gençlerin Ana Sahne önünde toplandığını gözlemledim... Hep bir ağızdan adamların söylediklerine aynen iştirak ediyorlardı detone olmadan... İçimden, “Bunlar bir Korkmaz-Sönmez”i bile söyleyemezken, adamların parçalarını nasıl ezberlemişler diye düşüne dururken, havalardan bir yerden içi su dolu bir şişenin bana doğru Scud füzesi gibi pike yaptığını gördüm ve ben de Örümcek Adam mantığıyla pet şişe üzerimde patlamadan onu ekarte etmeyi başarabildim... Hava gittikçe bozmaya başlamıştı ki, Hasan’a “Hava bozacak, fırtına patlayacak, az sonra hortum çıkacak, yağmur yağacak” felaket tellallığı yaparak Hasan’ın yan taraftaki Başak Burcu güzeline aşık olmasını engellemenin yollarını arıyordum... Bu arada önümüzde duran çıtırlardan biri de Hasanın sırtına binmek istemez mi? Neyse derken harbiden fırtına patladı, Ana Sahne’nin hoparlörlerini ve dev TV ekranlarını indirmeye başlamışlardı ki, “50 Cent” grubu elindeki mikrofonu yere atarak sahneden ayrıldı...

Ve ardından bir yetkili sesten şu anons geçildi... “Meteorolojiden aldığımız bilgiye göre, bulunduğumuz alana bir fırtına yaklaşmakta olduğundan konser sona ermiştir... Katıldığınız için teşekkürler”.. Oysa Trakya’dan gelen bu serin ve yağışlı hava Istranca ormanlarına yağışını bırakıp ardından geldiği istikamette kuzeyden kuzeyden Karadeniz kıyılarından yoluna devam ederdi ya neyse... Biz de yedik herkes gibi yemek zorunda kaldık bu zokayı... Toparlanıp yola koyulmaya başladık..

Tabii ki bu anonstan sonra herkes çil yavrusu gibi dağılmaya başladı... Bir anda tek girişi ve tek çıkışı olan park alanından tüm arabalar aynı anda çıkmak isteyince bir karmaşa başladı.. Bir türlü bitmek bilmeyen konvoylar oluştu alanda... Hatta bunu fırsat bilip, hala konseri arabalarının far ışıklarında devam ettiren gençler gördüm..

Ancak ben Vosvos’umla şöyle 50 metre gitmişken, sağ ön tekerleğin patladığını farkettim... Hemen arabadan inip kızım ve arkadaşlarıyla birlikte bir ayak pompası veya arabanın çakmak girişine takılıp çalıştırılan minik hava kompresörü aramaya başladık.. Tek tek sorduğumuz araçlarda bu türlü ekipman yoktu.. Olsalardı zaten vermeyeceklerini biliyordum ya neyse, biz yine de soralım diyorduk...

Aklıma tek sıra halinde sıralanmış Jandarma’nın Reo şoförlerinden yardım istemek geldi bir anda... Yanlarına kadar gittim.. Onlar da komutanlarıyla görüşmemi söyledi... Neyse komutanlarının yanına gittiğimde bir Asteğmen olduğunu gördüm... Ondan rica edince, tamam bizim askerler bir gitsinler bir görsünler lastiğin durumunu dediler... Durumu inceleyen askerler biraz sonra koca bir Reoyla benim arabamın yanına kadar geldiler... Reo’nun komprösüyle lastiğe hava bastılar... Lastik yine sönünce, hep birlikte stepnedeki yedek lastiği arabaya taktılar.. Daha sonra bana eskortluk yaparak Reoların ortasındaki boşluğa arabayı getirmeme yardım ettiler... Yalnız görüntümüz çok komikti.. Ben tam ortalarında kalmıştım Reoların... 5 tane sağımda, 5 tane de solumda Reo vardı... Ben ortalarında bir Vosvos olarak duruyordum... Neyse askerler hemen yanlarındaki azıkları benimle, kızla ve kızın arkadaşlarıyla paylaşmaya başlamışlardı bile... Bir askerin sözü içimi burktu biraz, “İnsanlar içerde, ızgara köfte, hamburger yerken, bizler burada domates, peynir, ekmek yiyoruz abi” dedi.. “Haklısın” dedim ne diyebilirdim ki başka...

Son bir kez daha lastiğe hava basarak, yine bir Reo bana eskortluk yaparak çıkış kapısına kadar askeriyeye ayrılan yoldan gelip park alanından çıkıp, Büyükçekmece’ye doğru Festival alanını ve Festival alanının ışıklarını geride bırakarak yollandım...

“Rock’ım geldi Rock’ım”
diye diye Rock’ın Coke 2004’de AN’ın içinde geldi geçip gitti; sevgili Hasan’ın dediği gibi Istanbul’un "Tanrının selam ettiği yer"inde.. Gelecek seneye yine bu Festival’e gelmek bizlere kısmet olur mu bilmem ama.. Gelecek sene bu festivali izlemek isteyenler için bu yazdıklarımızı da dikkate alarak Festival’e gelmeleri tavsiye olunur...

Ertan Yurderi

12 Ağustos 2004 Perşembe

Bugün yolum düştü Hazerfan'a ...



Bugün yolum Hazerfan Havaalanı'na düştü... Sabah şiddetli bir yağmur sonrası öğlene doğru kandırıkçı bir güneş'in ardından yola koyuldum şöyle temiz bir Büyükçekmece Gölü havası alayım diye...

Bu sefer değişik yollardan geçerek Hazerfan'a varmak istedi canım... Yollarda gündöndü (caaanım 'Tadım' marka tuzlu ayçiçeklerinin gerçek adı) çiçek tarlaları, meşhur Trakya Topatan kavun tarlaları ve o tarlarının içine serpiştirilmiş ve tabiatın içine edilmiş güzelim villaları geçtikten sonra, gölün sonuna doğru varan yerde oltalarını kapıp gelmiş, esen sert poyraz rüzgarına sırtlarını vermiş balıkçılar arasından geçerek efendim sonunda Hazerfan Çelebi Havaalanı'na vardım...

Kapıda izbandut gibi iki yarma pardon iki centilmen beyefendi arasından üzerimizdeki kıyafetlerin içlerine kadar baktırıp kimliklerimizi kontrol ettirerek ve bir de şöyle bir yalan uydurarak "Efendim, uçuş dersi alacaaz da, şöyle bir fiyat neyim konuşacaz da, kimlen yapacaz bu konuşmayı efeeeeem" dedikten sonra içeriye beleş girdik... (O gün konsere beleş gelmeyi düşünenlere söylüyorum o gün de bu yalanı yedirin bakalım da görelim...)

İçeride Cataman ve Cesna tipli uçak müsvettelerinin arasından ve gelecek haftaya konsere gelecek grupların TIR'larıyla çevrilmiş bahçeden geçerek kurulmuş iki dev platformun dış cephesinden geçip, uçuş kulesinin altındaki kafeye benzer yere giriverdik hanım, ben ve kızımla birlikte...

İçerideki hostes hanım "Buyrun efendim, ne şey etmiştiniz?" deyince, ben de "Şey edecektik de, şeyi sormaya geldik" dedim...

Bu "şey"leşmeler sonrası karşımızdaki hostes hatun kurs alacağımızı anladı ve bize oradaki koltuklarda oturmamızı ve yanımıza bu konuda ToptopAir'dan bir beyefendinin geleceğini şey etti...

ToptopAir'dan bir Bey geliverdi yanımıza o da iki Cesna uçağı cüssesindeydi de küçük dillerimizi yutuverecek gibi hissediverdik kendimizi. Allah'tan bu bey eğitmen falan değilmiş... Yoksa o bu cüsseyle uçağı yerden bir metre havalandırsın, ben de Üsküdar'dan vallahi de billahi de Galata Kulesi'ne dikey uçuş yaparım dedim kendi kendime...

Neyse 6.500 dolarcıkmış 45 saatlik bir uçuş eğitiminin fiyatı... Şayet profesyonel olmak istiyorsanız 40.000 dolarcık daha ütülmeniz gerekliymiş.. İş bulma garantisi hem varmış, hem de yokmuş falan... Eh bize göre değil dedik tabii ki de ToptopAir'deki bey'e top sakalımın altından en güzel tebessümümü atarak...

Neyse efendim hafta sonu orada olacaklara şimdiden söyleyeyim dedim.. Hadi yine iyisiniz iyi... Misss gibi göl ve deniz havası alacaksınız, o dev sahnelerde dev sanatçıları neyim izleyeceksiniz... Kafayı bulduğunuzda ve canınız sıkıldığında Cesna'lardan birine atlayıp şöyyyyle bir Boğaz turu yapacaksınız... (Bunun da ederi 200 United States dolarıymış) Yanınıza olta takımlarınızı falan almayı ihmal etmeyin... Karnınız acıkırsa falan gölden yaylı sazan veya tatlı su balıklarını tutabilirseniz şayet, kızartıp afiyetle yiyebilirsiniz... Ayrıca şunu da söyleyeyim ben tam sayamadım ama, yaklaşık 10 adet erkek ve kadın WC'si vardı... Oraya gelmeden önce büyüğünüzü uygun bir benzincide veya evde bırakın, küçüğünüzü dilediğiniz yerde bırakabilirsiniz zaten, serbest. Her yer nasılsa öyle olacak.. Haaa bir de göle sakın bırakmayın... Çünki Büyükçekmece halkı o suyu içme suyu olarak kullanıyor bunu unutmayın aman sakın...

Neyse görüşmemiz kısa sürdü ve çabuk bitti.. Bu arada hava bir karardı, bir karardı.. Bizimkiler hemen buralardan kaçalım, yıldırım falan çarpmasın bizleri dediler... Çünki her yer metal iskelelerle ve direklerle kaplıydı.. Ardından atıştıran yağmurdan kaçarak Hazerfan Çelebi Havaalanı'nı geride bıraktık Vosvos'umuzla birlikte..

İnşallah haftaya hava bugünkü gibi yağmurlu olmaz ve orada güzel bir konserin tadına tam varabilirsiniz...

Evliya Çelebi Tan Tan,
Vosvoslu derKİ Ertan...

9 Ağustos 2004 Pazartesi

Hz. Yuşa ve İki Yürek ...




"Yüreğimden gelsin kelamım, aklımdan değil,
Ve gitsin gitmesi gereken yere kuşlar gibi özgürce; tutsak değil!.." (Deniz Kite)

İstanbul Boğaziçi'nin Asya tarafının Anadolukavağı'na yakın yerinde bulunan Dev Dağı'ndayım... Şimdiki Yuşa Tepesi'nin ve Camii'nin bulunduğu mekan burası. Bir bankta yanımda oturan yukarıda bu sözleri söyleyen Deniz'in yüzüne bürünmüş ifadeyi şu an bile anlatabilmem hâlâ mümkün değil... Ona, o an sadece "Keyfine bak sevgili Deniz, bulunduğun AN'ın keyfini çıkar, çünki yüzünden her şey anlaşılıyor" diyebiliyordum...

O'nun yolunda iki farklı yürek olarak birkaç gündür ardı ardına yaptığımız evliyalar ziyareti sonrası yolumuz bu tepeye düşmüştü... Bu ziyaret öncesi de yolumuz Sümbül Efendi ve Merkez Efendi'ye çekilmişti... Bugün ise yolumuzu Hz. Yuşa'ya yönlendirmiş orada tamlamaya ve tamamlandırmaya çalışıyorduk yüreklerimizdeki Yaradan'ın sevgisini... Bundan önce de birkaç sevgili gönül dostumla birlikte bu yerleri ziyaret etmiş ve onları farklı duygular içinde YOL'larına uğurlamıştım. Bu yerler O'nun Yolu'nda herhangi bir AN üzre yola çıkılan bir başlangıç yeri,  öylesi huzur dolu bir "Aşk Meydanı"larıydı ki,  yüreklere fırtınalar estirecek olan... Sözcükler böyle anlara ve anlatımlara kifayetsiz kalıyor, yaşanılması ve paylaşılması gerek sanırım dünyasal denilen yer içinde...

Birkaç gün içinde yaptığımız ziyaretlerin en sonuncusu sonrası Deniz'in yüreğinden dökülenleri yine onun sözlerinden dinleyelim isterseniz; Tepe üstünden boğaza bakıyorduk. Geniş terasta, yarı gölge yarı güneş altındaki bir banka oturduk. Derin bir nefes aldım. Ferah duygular vardı yüreğimde beni hafifleten.  Yeni demlenmiş çayımı yudumlarken, az önce Hz. Yüşa'nın  kabrinde yüreğime dolan ( yoksa yüreğimin yükünü alan mı demeliyim?) duyguları düşünüyordum. Yanımda oturan Ertan'a sessizliğime aldırmamasını söylediğimde, Ertan: "Keyfine bak, yüzünden her şey anlaşılıyor" dedi.

Hafif bir rüzgar vardı. Güneş uzun, heybetli  ve kim bilir kimleri ve neleri görmüş, geçirmiş  ağaçların dalları arasından göz kırpar gibi bana bakıyordu. Çok hoş ve dingin bir perşembe öğleden sonrası idi. Hayatın tuhaf tesadüfleri vardı; aslında tesadüf müydü, bilemiyordum. Sanki gerçekten yürekten dilediğimiz bir şeyler, vakti geldiğinde, perilerin sihirli dokunmalarına benzer dokunuşlarla, aniden hayatımıza giriveriyorlardı. Öte yanda, hayatımda o güne kadar tesadüfmüş gibi gördüğüm şeylerin, ancak onlar olduktan sonra  benim  hayrıma gelişmiş olduklarını fark edivermiştim. Bu fark ediş, başıma gelen şeyleri olgunlukla karşılamama sebep oluyordu. Dinginlik ve bu dinginliğin sebep olduğu huzura bu şekilde ulaşabileceğimi sanıyordum. Herkesin kendinden uzaklarda  aradığı huzur, aslında insanın yüreğinde hayatı olduğu gibi kabullenmesi ile ilgili bir şeydi; gelişmeye ve değişimlere açık olup, olayları oluruna bırakmak dışında huzur bulabilmenin mümkün olduğunu sanmıyordum.

Geçen perşembeye kadar, aklımın köşesinden  aynı hafta içinde üç türbe gezeceğim geçmezdi. Her şey geçen Perşembe  Ertan'ı arayıp, " ne zaman kahve içiyoruz? " diye sormamla başladı. Cuma günü kahve içerken düşük enerjilerden söz ettik. Sonra kendimi önce Merkez Efendi, sonra Sümbül Efendi türbelerinde buldum. Merkez Efendi beni özellikle çok etkiledi; oradayken göz yaşlarıma hakim olamadım. Ve çıkışta inanılmaz bir iç huzuru oluşuverdi yüreğimde. Sonradan birlikte öğle yemeği yerken, Ertan Hz. Yüşa, Yahya Efendi ve Telli Baba türbelerinden  bahsetti.

Hafta başında , bir kez aklıma düşmüştü ya Hz. Yüşa, cuma öğleden sonra kabrini  ziyaret etmeye niyetlendim. Ancak kısmet, Ertan'ın  izin günü olan perşembe öğleden sonrasında orada olmakmış. Gitmeden önce orada ne bulacağımı bilmiyordum, beklentim de yoktu. Sadece ne hissedeceğimi merak ediyordum. Uzun ve dolambaçlı yollardan Boğaz sırtlarına geldik. Arabayı park edip, yenilerde restore edildiği belli olan ve  bizi Hz. Yüşa'nın kabrine götürecek kapıdan içeri girdik. Ertan bana yolu gösterdi. Ve işte karşımda, 17 metre uzunluğunda, üstü çiçeklerle kaplı ve Hz. Yüşa'nın kabri olduğu söylenen yer duruyordu.  Orada da bir şey oldu; sanki bir kez daha yüreğimin tüm yükü alındı ve  bir sevgi yumağı kondu onun yerine. Bir süre  mezarın başında durdum, yüreğimden sevginin akışını hissederken kendi kendime devamlı "yüreğimden gelsin kelamım, aklımdan değil" diyordum "Ve gitsin gitmesi gerektiği yere kuşlar gibi özgürce, tutsak değil"... Tarifsiz bir  duyguydu ve giderek hafifledim.

Sonra mezarın başından ayrılıp, taze demlenmiş  çaylarımızı alarak, kabrin bulunduğu yerdeki terasta oturduk birlikte. Güneşin göz kırpmalarını seyretmeye daldım, sessizce. Kısa bir süre sonra, rüzgarla şarkı söyleyen ağaçlara karıştı ezan sesi ve yüreğimde, kalmıştıysa son bir yük, işte onu da alarak gitti göğe yükselen sesler. Sessizdim, sanki soluksuzdum.

Ve Ertan bir kez daha: " Keyfine bak, yüzünden her şey anlaşılıyor" dedi.

 
Yuşa Peygamber kimdir?

Hazreti Yuşa (Yeşua)  adını İbranice'den alır... İbranice'de Ye Allah, Şua da Kurtarsın demektir... Yeşua (Allah Kurtarsın) anlamına gelmektedir... Daha sonraları Yeşua halk dilinde Yeşu, Yuşa olmuştur. Hz. Yuşa'nın babası Nun, oğluna bu ismi İsrail'in Firavun'dan kurtulması için koymuştur. Yuşa'nın dedesi ise Efrayim yolundan gelen Hazreti Yusuf (A.S.)'tur. Hazreti Yuşa M.Ö. 1082 yılında dünyaya geldiğinde, Hazreti Musa 38, Hazreti Harun 41, Hazreti Şuayib 98 yaşındaydı... Doğum yeri o dönem Mısır'ın başşehri Menif (Men-Menfis)'tir.

110 yıl yaşayan Hazreti Yuşa (A.S)'ın 110 senelik ömrü şu kısımlara ayrılır. a) 15 yaşına kadar çocukluğu, b) Hazreti Musa (A.S) peygamber olup, Medyen'den Mısır'a dönünce ona ilk iman edenlere katılması ve vefatına kadar Hazreti Musa (A.S)'ın fedailiğini, başkumandanlığını yapması. Ki 82 yaşına kadar sürmüştür. c) Peygamberliği Hazreti Musa (A.S)'ın vefatından üç gün sonra 82 yaşında başlayıp  110 yaşına kadar 28 sene sürmüştür. Vefatı M.Ö.972 yılındadır...

Hz. Yuşa'nın gösterdiği mucizelerden önemlileri:

1- Duası üzerine Güneş'in bir gün batmayışı.
2- Hazreti Musa'yı öldürdüğü iftirası üzerine, bütün İsrailoğullarının aynı gece rüyalarında bunun yalan olduğunu görmeleri.
3- Erden (Şeria Nehri)'nden o zaman teknik ilerlemediği ve büyük köprü kurulması bilinmediği halde, yarım milyonu aşan ordusunu geçirmesi.
4- Hırsızın elinin elinde ağırlaşarak onu bulması.
5- Zina yapan askerlerine veba hastalığının gelmesi.
6- Duası üzerine münafık Belam'ın, bedduayı düşmanlara yapması ve dilinin büsbütün göbeğine kadar sarkması.

Hayatı:

Hz. Musa, Arz-i Mukaddes'e bir taş atımı adar bir mesafede vefatından önce Yuşâ Aleyhisselâmı vekil seçmiş, asırlarca süren sürgün hayatı Hz. Yuşa'nın komutanlığında sona ermiş ve İsrailoğulları topraklarına kavuşmuşlardı. Bu arada Hz. Yuşa'ya Allah tarafından peygamberlik görevi de verilmişti.

Hz. Yuşa bu fethi, Firavun'un zulmü altında yıllarca esaret hayatı yaşayan, korkaklık ruhlarına kadar sinen, bir türlü Arz-ı Mukaddes'e girmeye cesaret edemeyen ve bundan dolayı kırk sene çölde kalmaya mahkûm kalan İsrailoğullarının gözüpek, cesur yeni nesliyle gerçekleştirmişti. Musibet de, nimet de lâyik olana veriliyordu. Babaları, Firavunun zulmünden mucizevî bir tarzda kurtaran Rablerine şükredip, dişlerini sıkıp yüreklilik gösterebilselerdi Tih Çölü'nde kırk sene kalmaya mahkûm olmaz, üstelik Hz. Musa (as) gibi ulü'l-azm bir peygamberin riyasetinde Arz-i Mukaddes'e girebilirlerdi. Ne var ki bu, gerekli mânevî eğitimden derslerini alan oğullarına nasip olacaktı.

Bu yeni nesille Arz-ı Mukaddes'te bir tepede fethin plânlarını yapıp tam fethe girişeceği anda ölüm meleğinin gelip Hz. Musa'nın (AS) canını almak istemesi, ölümün işler bitmeden de gelebileceğini, görevin asıl olduğunu ve bu görevi Hz. Yuşa'nın gerçekleştirdiğini gösteriyor.

Hz. Musa'nın vefatından üç gün sonra yola çıkan Hz. Yuşa, Şeria nehrini mucizevî bir tarzda geçmiş, Arz-ı Mukaddes'i Filistin, Ürdün ve Şam topraklarıyla birlikte fethetmişti. Bir kere daha Ilâhî kanun hükmünü icra ediyordu. Yeryüzü Allah'ın mülküydü. Allah onu zalimlerden alıp emrini tutan kullarına devrediyordu.

28 sene Israiloğullarını idare eden Hz. Yuşa (A.S)'nın 110 yaşında vefat ettiği ve kabrinin de Filistin topraklarında bulunduğu belirtilir. Makamının Yuşa Tepesi'nde yer alması ise bir süre buralara kadar gelip ikamet ettiğinden dolayı olmalı.

Hz. Yuşa'nin mezarı:

Hz. Yuşa (A.S)'nın mezarı konusunda çeşitli rivayetler vardır... Kimilerine göre  Kenanili'nde, Eriha hemen kuzeyinde, Efrayim Dağı'nda medfundur... Kimilerine göre ise de İstanbul Boğazı'nın doğusu kıyısında, Karadeniz yakınında bugün Yuşa Tepesi adıyla anılan eski adı Dev Dağı olan tepede yattığı rivayet edilmektedir. Bir rivayete göre, Hazreti Musa (A.S)'nın Sancaktarı olan Yuşa, O'nun ordularıyla beraber Beykoz'a kadar gelmiş ve burada yapılan savaşta, kabrinin yakınındaki bir yerde şehid olmuştur. Anlatıldığına göre, Sarıyer'in tam karşısında bulunan Sütlüce Köyü önlerinde şehid düşmüş ve mübarek vücudu iki parçaya bölünmüştür. Belden aşağı kısmı deniz kıyısında kalmış, belden yukarı kısmı da, Beykoz sırtlarındaki tepelere doğru sürüne sürüne çıkıp, şimdiki kabrinin bulunduğu yerde ruhunu teslim etmiştir. Boyu çok uzun olan Yuşa Hazretleri'nin belden yukarı kısmı, 17 metrelik kabre konulmuştur. O zamanlar, mezarının baş tarafı Kudüs'e doğru imiş. Dünya İslam'la şereflenip, Kıble, Kabe-i Muazzama olunca, mezarın baştarafı kendiliğinden yer değiştirerek Kıble'ye yönelmiş. Kabrin yanındaki mescid ise Kanuni Sultan Süleyman tarafından inşa ettirilmiştir.

Bugünkü mezar yeri, Yuşa Tepesi olarak adlandırılan bölgede, Boğaziçi'nde, sahile en yakın ve en yüksek tepededir. Yuşa Camii ve Hz. Yuşa'nın türbesi, tepenin zirvesinde Karadeniz'i ve Boğaz'ı aynı anda gören bir konumdadır.  Hz. Yuşa'nın mezarının 17 metre uzunlugu konusunda çeşitli rivayetler bulunuyor. Birine göre Yusa Peygamber'e duyulan sevgi ve saygı nedeniyle büyük bir mezar yapılmış olabilir. Bir diğerine göre ise, yeri manevi bir keşifle bulunduğu için isabet eder düşüncesiyle geniş ve uzun tutulmuş olabilir.

Tarihsel bir bölge:

Hz. Yuşa'nın gömülü olduğu mekan, adını bir rivayete göre, Fenikelilerin kullandığı Yeşu, (kurtarıcı) kelimesinden, bir rivayete göreyse, Hz. Musa ile birlikte Mecmeal Bahreyn'e (Boğaziçi) gelip burada vefat eden Yuşa Peygamber'den almış.

Chalkedonlular'ın Daphne adına yaptıkları adak yeri tarihin ilk dönemlerinden beri kutsal bir yer olarak kabul edilmiş çeşitli uygarlıklar burada kendi dinlerine göre mabet ve tapınaklar yapmışlar. Bunlardan birisi de ilk çağlarda ki Zeus sunağı olarak biliniyor. Bizans Döneminde. 6. yy da imparator I. Justinianos zamanında ise bu sunak kiliseye çevrilmiş.Osmanlı Döneminde bu tepeye Sadrazam Yirmisekiz Çelebizade Mehmet Sait Paşa ( Ö.1761) tarafından Hicri 1169 (Miladi 1755) tarihinde bir mescit yaptırılmış.

Tepeye adını veren Hz. Yuşa, Hz. Yusuf'un neslinden, Hz. Musa'nın çağdaşı olan bir peygamber. Kur'an-ı Kerim'de Hz. Musa ve Hz. Yuşa'nın, "iki denizin birleştigi noktaya kadar" yaptıkları yolculuk ve Hızır ile buluşmaları, Kehf Suresi'nin 60-65. ayetlerinde anlatılır.

Kaynaklar:

1- Peygamberler Tarihi - Hz. Yuşa - Ahmet Cemil Akıncı - Sinan Yayınları. Syf: 12
2- İstanbul Evliyaları Ziyaret Rehberi - Ayhan Yalçın - Sayfa: 106
3- Suâlar, s. 453
 
Ertan Yurderi