“Arkadaş” filmi çekildiği ve vizyona girdiği yıllarda Lise 2'ye giden bir öğrenciydim ben de. Sınıf arkadaşlarımızla birlikte birkaç kez aynı filme gidip sonunda salya sümük filmden çıktığımızı hatırlıyorum. “Birkaç kez neden gidiyordunuz ve niye ağlıyordunuz?” diye soracak olursanız, nedenleri o günkü aklımla saymakla bitiremem herhalde!.. Ya film içinde kendimize, aşkımıza, sevdamıza ve o günlerdeki düşünce sistemimize dair bir şeyler buluyor, ya sınıfsal farkındalığımızı irdeliyor, ya da ergenliğimizin getirdiği sorunların çözümünü yedinci sanatı ustaca kullanan yönetmen Yılmaz Güney'in her bir film karesi içinde buluyorduk herhalde...
O yıllar bizler için de çok farklı yıllardı... Düşünce sistemimizin “sosyal” olaylara tepki verdiği, kendimizi devrimci kültüre daha yakın hissettiğimiz, öğrendiğimiz her yeni bilgiyle düşünce sistemimizi revize ederek kendimizi geliştirdiğimiz yıllardı o yıllar...
“Arkadaş” filminde seyirciye anlatılmak istenen de iki farklı eğilimin, sorunlara sınıf açısından yaklaşanlarla zaman zaman sınıfsal bir yaklaşımı deneyen, ama temelde sınıfsal bir yaklaşım odağına sahip olmayan kişilerin temsilcisi oldukları eğilimlerin karşılaştırılması, giderek de eleştirilmesi olduğu ileri sürülebilir.
Diğer bir deyişle "Arkadaş", içten içe gelişip serpilen bir hesaplaşmanın filmidir. Bu hesaplaşma özel olduğu kadar genel bir hesaplaşmadır da. Çünkü söz konusu eğilimlerin simgesi durumunda bulunan kişilerin hayat karşısındaki durumları, onların bireysel tutumları kadar, toplumsal konumlarını da yansıtmaktadır.
Filmde kendi kendisiyle hesaplaşmaya kalkışan kişiler, bu eylemleriyle salt kendi tutumlarını değil, aynı zamanda toplumsal konumlarını da açığa vurmaktadırlar. Bir yerde bireyselmiş gibi gözüken herhangi bir durum bir yerden sonra toplumsal bir boyut kazanmakta, özelden genele açılmaktadır. Bu nedenledir ki "Arkadaş"taki hesaplaşma, içten içe gelişip serpilen bir hesaplaşmadır da...
Konuyu ve bazı replikleri özümseyip ezberlediğim bu filmi yeniden seyretmiş olsam bile o günkü heyecanı ve hazzı alıyorum hâlâ ...
Müziği hele .. Bir efsanedir... Beni alır, benden ötelere götürür-getirir. Hâlâ gözlerimi nemlendirir, boğazımı düğümlendirir, bir-iki damla gözyaşının yanaklarımdan aşağı süzülmesine nerede olursam olayım hiç aldırış etmem bile. Kim demiş erkek adam metanetlidir, ağlamaz diye .. diyen zat, bence halt etmiş.
Neyse beni boşverin, geçelim...
Civan Canova’yı bu filmde “Halil” karakteriyle tanıdık ilk kez değerli oyuncu Yılmaz Güney'in (Âzem karakteri) yanında. O 19 yaşında genç bir delikanlı idi rahmetli. Bizler ise 16'sında... Böyle büyük bir oyuncuyla birlikte oynamak herkese kısmet olmaz elbet...
Canova’nın oynadığı “Halil” karakteri; Okumak yoluyla bile olsa sınıf atlayacak imkânı bulunmayan, bir hizmetçinin oğludur. Araba tekerleklerini patlatarak, camlarını kırarak bulunduğu yerdeki zenginlere olan öfkesini kusan bir genç profilini çizerken bir yandan da kendi değer yargıları ile tersleşen ortam içerisinde sürekli olarak düşünmekte, bir şeye karar verebilmenin kavgasını sürdürmektedir.
Neyse lafı fazla uzatmayalım ve filmi seyretmeyenlere de spoil vermeyelim daha fazla ...
Filmin son sahnelerinde bir silah sesi yankılanır. Herkes farklı bir biçimde dönüşmüştür ve dönüşmeye devam etmektedir... Kimi iyiye, kimi güzele, kimi doğruya, kimi daha da yanlışa…
Burjuva kesimin yoz ortamında bunalan Halil, filmin sonunda saçları kesik bir bicimde karşımıza çıkar. Filmin rejisörü ve Âzem rolüyle oynayan Yılmaz Güney’in vermek istediği temel espri somutlaşır. Devrimci dönüştürümcülüğün küçük burjuva dönüşümcülüğüne baskınlığı artık bu son sahne ile belirlenmiştir.
Yılmaz Güney’in o kendine has tebbessümü ile son bulur film.
Civan Canova, ruhun şad, mekanın cennet olsun. Huzur içinde uyu üstadım... Sen de Yılmaz Güney ... Sen de huzur içinde uyu yoldaş...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Nasıl yazımı beğendiniz mi? Yorum bırakarak benim gelişimime katkıda bulunabilirsiniz... Şimdiden katkınız için teşekkürler... Sevgiler ve saygılar... Ertan Yurderi (kocayurek)