12 Nisan 2004 Pazartesi
Bir öğlen vakti ve Reiki
İşyerlerini bilirsiniz... Öğlen vakti veya öğlen paydosu geldiğinde işyerinizdeki yemekhaneye o günkü yemeği beğenseniz de beğenmeseniz de iner, ya sevdiğiniz bir yemeği yersiniz afiyetle, ya da sevmediğiniz bir yemeği yemeye zorlarsınız kendinizi...
Yine o gün işyerinde çıkan yemeği beğenmediğim bir öğle tatiliydi... İşyerindeki sevdiğim bir dostum ile çok kereler kararlaştırdığımız halde işlerimizin yoğunluğu sebebiyle bir türlü gerçekleştiremediğimiz “öğle paydosu kaçamağı”nı yapıp, dışarıda yemek yemeğe karar verdik...
Arkadaşımın ve benim keyfim yerindeydi... Arkadaşımın arabasına bindik... Yeşilköy sahiline doğru yola koyulmuşken, daha Yeşilköy sapağına gelmeden arkadaşımın cep telefonu çaldı... Telefondaki sesin ağlamaklı olduğunu arkadaşımın konuşmalarından anlıyordum... Arkadaşım, telefondaki sese “Sakin ol, sakin ol, sana yakınız, az sonra yanındayız” diyordu...
Arkadaşım “Ertan ağabey, rica etsem çekinmezsen, sıkılmazsan sen de gel lütfen, ben şimdi onunla nasıl başa çıkarım.. Baksana kendini çok kötü hissediyormuş...” dedi... “Tamam, gelirim” deyip çok kısa bir süre sonra telefondaki sesin evine ulaştık...
Gittiğimiz kişiyi arkadaşım çok iyi tanıyormuş... Yıllar süren bir dostluğu varmış... Bana kısa kısa onun hakkında bilgiler veriyordu daire kapısına çıkana kadar...
Kapıyı çaldık, kapıyı açan kişi, bizi görünce hıçkıra hıçkıra ağlamasını kesmeden eliyle arkadaşımı içeriye buyur etti... Ben arkadaşımın arkasında durduğum için beni görmüyordu, beni görünce çok şaşırdı tabii ki... Ben de kendimi oraya giden davetsiz bir misafir gibi hissetmişken, arkadaşım ayaküstü ona durumumuzu anlatıverdi... “Biz öğle tatili için çıkmıştık, senin telefonun üzerine arkadaşımla yoldan döndük” dedi... Neyse şimdi her ikimiz de içerideydik artık...
Bina eski bir bina olmasına rağmen, içerisi gayet düzgün döşenmişti... Kapıyı açan kişi de gayet bakımlı görünüyordu... Onu böylesine ağlatan sebep neydi ben de merak etmiştim fakat sesimi çıkartmadan gözüme kestirdiğim karşımdaki ilk koltuğa oturuverdim..
Bir an oluşan suskunluğu arkadaşım bozdu... Beni yeniden tanıttı... “Ertan ağabey çok sevdiğim, candan bir ağabeyimdir, şayet mahsuru yoksa onun yanında her şeyi anlatabilirsin” deyince ismini daha sonradan öğreneceğim Emriye hanım başladı anlatmaya... Bir yandan gözyaşlarını tutamıyor, bir yandan da elindeki mendille yanaklarından süzülen gözyaşlarını siliyor, bir yandan da sol eliyle çenesine dayamış başını tutuyordu... Hıçkırık sesinden ne dediğini anlamaya çalışıyorduk...
“Çok sevdiğim arkadaşımla az önce bir telefon görüşmesi yaptım... Ve onunla kavga ettik... Bana çok kötü sözler söyledi” deyince, arkadaşımla her ikimiz “Ne var bunda, her an, her yerde insanlar birbirleriyle kavga ediyorlar, daha sonra da belli bir süre küs kalıp, yeniden barışıyorlar... Siz de barışırsırız, hadi kendine gel” dedik.. Ancak anlattıkları tabii ki bununla bitmiyordu... Emriye’nin telefonda kavga ettiği şahıs ile aralarındaki dostluk yıllar öncesine dayanıyormuş.. Onunla tanıştığında o kişinin durumu epey bir kötüymüş.. Ona yardımlar etmiş, vs.. vs.. uzatmayayım... Şimdi ise Emriye’ye göre bir nankörlük olayı sergiliyordu...
Neyse kadının sakinleşeceği yok... Hıçkırıkları boğazını düğümlüyor... Bir türlü ağlamasını susturamadığımız gibi, nefes alışverişleri de gittikçe artıyordu.. Yarı uyanık, yarı baygın hale
girmişti.. Arkadaşım telaşlanıp, “Ertan ağabey ne yapabiliriz” diye sorunca... Aklıma ilk gelen şey tabii ki Reiki oldu... “Şayet müsaade ederse ona Reiki vereyim” dedim arkadaşıma... Arkadaşım, “Ağabey çabuk ol, lütfen” dedi...
Emriye hanım, Reiki’nin ne olduğunu soracak halden çok uzaktı... Kısaca, belli bir süre Reiki verdim kendisine... Reiki’yi alan Emriye hanımın yavaş yavaş nefes alışverişleri normale girmeye başladı, nabız atışları düzeldi... Baygın halden kısa bir süre sonra çıkarak, gözlerini açtı ve dudaklarında hafif bir tebessüm başlamıştı...
“Sizi de çok üzdüm, telaşlandırdım, kusura bakmayın” der gibiydi gözlerinin içi...
Yaşı 55’e yakındı... Trabzonlu’ymuş... Çocuk yaşı sayılabilecek 13 yaşındayken ailesinin zoruyla bir cami imamıyla evlendirilmiş... Eşiyle arasında yaşca epey bir fark varmış evlendiğinde... Üç oğlu olmuş Emriye'nin fakat hiç üç çocuk annesi gibi de durmuyordu...
Eşini kaybedeli de epey bir zaman olmuş Emriye’nin... Eşini kaybetmeden önce eşinden boşanmış.. Boşanma sebebi de, oğullarından birinin evlilik yaptığı kızın annesiymiş.. Emriye ile kocasının arasını açmış bu dünürü..
Emriye Hanım’ın kocası imamlığı bırakıp İstanbul’a yerleştikten sonra müteahhitliğe başlamış... Yeşilköy semtinde epey bir apartman yapmış.. Varlık içinde yüzüyorlarmış işler iyiyken.. Dünürü sebebiyle kocasıyla araları açıldıktan sonra maddi durumları bozulmaya başlamış... Kocası sonra kendini içkiye, kumara ve gece hayatına vermiş... Paralar suyunu çekmiş... Yoksulluk dönemleri başlamış... Tam romanlara konu olabilecek yaşam hikayesini ve dahasını kısaca anlatıverdi...
Derken konudan konuya geçerken değişik bir şey anlatmaya başladı Emriye hanım... Aslında içeriye girdiğimizden beri ve konuşurken bir eliyle hep sol yanağıyla birlikte çenesini tutuyor ve sanki başını dik tutmak için çaba sarfediyor gibiydi... Anlam verememiştim buna...
Kocası ölmeden 10 yıl önce bir gün Emriye Hanım’la tartışırken, kadıncağızı epey bir hırpalıyor.. Kadının boynunu sakatlayacak derecede hem de.... “Sanki boynum kırıldı zannettim o gün” dedi... “Beni hastaneye de götürmedi... Bana eczaneden ilaçlar aldı, ‘Al bunları kullan, iyileşirsin’ dedi... Yıllarca beni sokağa çıkartmadı.. Ben boynumu hep böyle elle tutmak zorunda kaldım. Şimdi biraz boynumu düzeltebiliyorum, ancak yine de dik tutamıyorum, sağa ve sola çeviremiyorum” diye anlatmaya ve ağlamaya başladı...
O anlattıkça arkadaşımla gözgöze geliyor, anlatılan şeyler karşısında üzüntümüzü belli etmemeye çalışıyorduk... Bu sırada içimden gelen bir ses de ona yardımcı olabileceğimi söylüyordu...
“Emriye Hanım, şayet müsaade ederseniz, az önce yaptığım gibi size Reiki verebilir miyim?” deyiverdim... Amacım boyun bölgesinin durumuna bakmaktı... İçimde de iyileşebilir düşüncesi daha da kuvvetlenmişti...
Emriye Hanım’ı salonun ortasında bir sandalyeye oturtup aurasını düzelttikten sonra Reiki vermeye başladım.
Tüm bu olanlar bir saatlik öğle paydosumuzun ilk yarım saati içinde oluyordu... Biz yemek yemeğe çıkmıştık oysa, ancak gideceğimiz yoldan çevrilmiş, buraya yönlendirilmiştik... Hani bir cümle vardır hepimiz biliriz, “Kul bunalmayınca Hızır yetişmez” diye... Bunu kalbi temiz
kişiler zorda kaldıklarında ummadıkları yerden yardım görürler diye biliriz... Biz de Hızır misali yetişmiştik oraya... O başına gelenleri nankörlük olarak görüyordu ancak ben olaya hiç de o gözle bakmıyordum.. Her olan olayda bir hayr aradığımdan, bu olayda da daha ilk andan itibaren o hayr’ı anlamaya ve çözmeye çalışıyordum... O hayr çözülmüştü bile...
Neyse Reiki vermem bitince, sanki o yarım saat önce evine geldiğimiz, ağlamaktan bizi dahi göremeyen kadıncağız gitti, yerine capcanlı birisi geliverdi... Yüzü ve gözlerinin içi gülüyor, mutluluktan uçacak gibiydi hali...
Bense o an sol eline dikkat ediyordum... Eliyle yanağını tutmuyordu... Ben yanımda oturan arkadaşımın kulağına eğilerek, “Yanağını tutmadığını bir farketse keşke...” dedim...
Arkadaşım da; “Emriye, yanağını tutmadığının farkında mısın?” deyince... Emriye’nin
bir “A aaaa” deyişi vardı ki... Bizi güldürmeye yetti... Evet aradan geçen zaman içinde elini hiç yanağına götürmemişti.. Başını çok az da olsa sağa çevirebilmeyi başarmıştı...
Arkadaşımla yine gözgöze geldik, konuşacağımız yerde gülümsüyorduk birbirimize... Biz gülümserken Emriye hanım gözyaşlarını tutamıyordu... Ona ağlamamasını, Reiki’ye güvenmesini, onun bu enerjiye inancı sayesinde iyileşebileceğini anlatmaya çalışıyordum...
Ve ertesi günü yine öğlen paydosumuzda Reiki vermek üzere sözleşerek, oradan ayrıldık arkadaşımla birlikte...
Dört gün üst üste gidip gelmelerimiz sürdü...
Sevgili Emriye Hanım artık elini sol çenesine götürüp başını dik tutmak için uğraş vermiyor... Bazı alışkanlık zor geçer derler... Bunu yapabildiğini unutup, sol elini çene altına ister istemez
götürdüğünde başının dik durduğunun farkına varıp gülümsüyor artık... Ve en önemlisi sağa doğru başını da rahatça çevirebiliyor... Telefonda arkadaşının ona yaptığı kötü konuşmayı da unuttu gitti.. O arkadaşıyla ilgili nankörlük düşüncesinin yerine, her yaşadığı kötü bir olayın içindeki iyiliği de görebilmeyi ve bunun da farkındalığını öğrenmiş ve yaşamış oldu...
O gün Emriye Hanım’la arkadaşı arasında o olay aralarında gerçekleşmeseydi ve bizim de yemekhanede o gün güzel yemek olsaydı tüm bunlar yaşanmayacaktı belki de... Ve benim de böyle bir deneyimim olmayacaktı herhalde..
Her yaşadığımız iyi veya kötü olaylar bir tesadüf sonucu mu oluyor? Yoksa her şey idari bir plan dahilinde mi yürüyor? Emriye Hanım’ı sağlığına kavuşturan şey kendine yapılan harekete duyduğu öfkenin sonucu’muydu veya nankör diye tabir ettiği kişinin ona yaptığı bir iyiliği’miydi? Karışık bir polinom, düşününce çözümü çok basit olan...
Üzülmek, öfkelenmek ve endişelenmemizin ve diğerlerinin de şu kısacık yaşama katkısı var mı? Belki var, belki de yok... Her an Tanrı’nın zengin hediyeleri için müteşekkir olmamız gerekmez mi, iyi de olsak, kötü de olsak, hepimiz birbirimizin için görevli olduğunu unutmamakla ve bunun farkındalığıyla yaşamakla...
Ertan Yurderi
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Nasıl yazımı beğendiniz mi? Yorum bırakarak benim gelişimime katkıda bulunabilirsiniz... Şimdiden katkınız için teşekkürler... Sevgiler ve saygılar... Ertan Yurderi (kocayurek)